ABD ve İsrail’in Kudüs kumpası
ABONE OL

Ancak İsrailli keskin nişancıların hedef gözetmeksizin gün boyu açtığı ateş sonrası 62 Filistinli şehit oldu, binlercesi yaralandı. ABD’nin kararı ve İsrail’in motivasyonunu anlamak, nedenlerini irdelemek ve yansımalarını tasavvur etmek zor olmasa da Kudüs odaklı böyle bir analizin yapılması ve İslam toplumu başta olmak üzere uluslararası toplumun ‘ne yapması’ gerektiğinin analiz edilmesi gerekiyor.

Yahudi toplumunu tanımadan, onların tarihini bilmeden Kudüs’te halen yaşanan gelişmeleri anlamlandırabilmek mümkün değil. Diğer bir deyişle Hz. Musa ve Mısır’dan çıkış, çölde göçebelik, sınanmaları ve inkârları ile güya kendilerine ‘söz’ verilen Kenan ülkesi veya ‘Yişuv’ kavramları bilinmeden Yahudi zihniyetini çözmek kolay değil. İşte bu gerçekleri ortaya koyunca problem başlıyor. Yahudi algısında Yişuv, mevcut İsrail sınırlarından ibaret değil. Her ne kadar Yahudi cemaatlerinin söylemlerinde, ‘vaat edilmemiş’ topraklardan bahsedilmiş olsa da 1899 yılında Herz’in “Yahudilerin Devleti” isimli programıyla işaret ettiği Filistin toprakları, Yahudiler için sadece ilk adımın basıldığı yer. Kudüs meselesi ise hayal edilen büyük ‘Yişuv’ için bir dönüm noktası. Çünkü kendilerine verilen ilahi sözün somutlaştığı şehir, yani 2000 yıllık bir rüyanın mihenk taşı. Yahudi lobisi, bu bilinçle, planını asırlardır uygulamakta ve sahip olduğu sermayenin gücünü maharetle kullanmakta.

ABD’li siyasetçilerin ve kamuoyunun, Katolik inancının Yahudilere karşı önyargılarının tersine, Yahudi cemaatine ve İsrail’e sempati beslemesinin nedeni bir muamma olarak karşımıza çıkıyor. ABD Başkan Yardımcısı Pence’in “Amacınız amacımız, değerleri değerimizdir, kavgası kavgamızdır” veya “İran’ın kesinlikle nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğiz, bu konu İsrail’e ve dünyaya verdiğimiz kutsal sözdür” ifadelerini sarf etmeye iten neden, bu muammayı net bir şekilde resmediyor. Bu çerçevede Amerikalıların biraz da kendini beğenmiş kişiliklerinde; Yahudi lobisinin ‘kışkırtıcı’, İslamofobik eğilimlerin ‘teşvik edici’, ABD Dışişlerinin ‘çıkar’ odaklı ‘Orta Doğu’ politikaları belirgin hale geliyor. Pence’in sözlerinde vücut bulan Amerikan Orta Doğu politikasının birisi dinî diğeri ise siyasi iki kulpu olduğu açık. Dinî boyut siyasi boyuta mistik bir hava katmak için tasarlanmış. Yani kendini doğrudan meşrulaştıran bir özelliğe sahip. Bu görüşe göre Orta Doğu’da uzun yıllardır güya ‘mağdur’ olan İsrail’in elinden tutmak ve tartışılmaz bir misyon üstlenmek ön plana çıkıyor. Amerikan halkına da İsrail’in dokunulmazlığı ve kutsallığı ‘subliminal’ olarak zikrediliyor.

Siyasi boyut, dinî boyut kadar ‘masum’ değil. Çünkü Amerikan önyargıları ve çıkarları gün yüzüne çıkmakta. 11 Eylül saldırısı, Afganistan ve Irak işgallerinden sonra, sıradan her Amerikalının zihninde yeşeren ‘korku-saldırı’ döngüsü, ABD’yi Orta Doğu denizinde sözde ‘güvenilir dostlara’ sarılmaya itti. Irak’ta bölgesel yönetim, Körfez’de Suudiler ile arkadaşları, Kızıldeniz’de Mısır gibi. Öte yandan söz konusu devlet/bölgelere göre Müslüman kimliği olmayan iki aktör özellikle ön plana çıktı: PKK ve  İsrail. Herhangi bir rejim değişikliği, halk hareketi veya itaatsizlik riski olmayan bu iki aktör kendi çıkarları karşılığında ABD’nin Orta Doğu politikasına ‘değnek’ oluverdi. Tabii PKK’ya göre İsrail’in pozisyonu biraz farklı.

Çünkü İsrail, ABD içindeki diasporası ve bizzat ABD politikasına hükmetme kabiliyetiyle ‘Orta Doğu’da ABD İsrail için var’ ya da “İsrail, ABD için Orta Doğu’da” önermelerinin aslında aynı olduğunu ortaya koyuyor.

Bu doğrulta ABD ve İsrail Orta Doğu’da aynı ip üzerinde yürüyen iki cambaz gibi birbirlerinin yüzüne bakıp bir sonraki adımı birlikte ve aynı anda atıyorlar. O halde ABD’nin Kudüs hamlesi; bayrakları farklı, cinsiyetleri aynı bu iki devlete yukarıda bahsedilen dinî ve siyasi maksatlara matuf ortak avantajlar yaratıyor.

‘Kutsanmış amaç’

ABD Başkanı Trump’ın, Büyükelçiliğin açılışında yayınlanan video kaydında da ifade ettiği gibi İsrail ‘sacred-kutsanmış’ bir amacı (!) gerçekleştirdi. Binlerce yıldan bu yana sürgün hayatı yaşadığına inanan Yahudi toplumu kutsal metinlerde vaat edilen toprakların kalbinde güya ‘rüştünü’ göstermiş oldu. Tabii toprakların aslî sahibi Filistinlilerin kendi topraklarının bir ‘köşesine’ sürgünü pahasına. Dinî meşruiyet yoluyla siyasi maksatların tahakkukuna ilerleyen bu girişim, gelecekte ABD’nin siyasi-ekonomik-askerî desteğine ihtiyaç duyan ‘yancıl veya artcıl’ devletleri de özendirebilecek nitelikte görünüyor. Dolayısıyla İsrail’in stratejisi, ABD’yi bir lokomotif olarak kullanmak ve ABD’nin arkasına takılacak vagonları beklemek aslında. Yani dünya siyasetini ve ekonomisini yöneten ABD marifetiyle, İsrail’in ‘güya’ başkentinin tedrici olarak diğer ülkelere enjekte edilmesi amaçlanıyor.

Kudüs’ün başkent olarak kabullenilmesi sonrası, Arap ülkelerinin zengin ‘abilerinin’ yetersiz tepki göstermesi ve somut bir eylem planı ortaya koyamaması da dikkate alınması gereken bir konu. Nihayetinde Filistin sorunu başta olmak üzere, Orta Doğu’daki problem yumakları, Arap devletleri arasındaki anlaşmazlıklardan ve güç arayışından doğuyor. Körfez’de birbirlerini kollayan, gerektiğinde devletlerin değil ama halkların çıkarını Batılı devletlere feda eden totaliter rejimlerin eylemsizliği ve kendi aralarındaki çekişmeler bitecek gibi görünmüyor. Bu kompozisyon bir yandan İsrail’i Filistinlilere zulüm uygulamak konusunda teşvik ediyor, diğer taraftan Arap devletlerinin birbirlerine karşı kullanılmasına zemin hazırlıyor. Nihayetinde ABD ile anlamının ne olduğu tartışmalı küreye el basan Arap liderler, İsrail’e yaptırım uygulamak bir yana; hava sahasını İsrail’e açabiliyor, Gazze’deki Filistinlileri acil insanî yardımdan mahrum bırakıyor veya kendi topraklarındaki Filistinlileri başka ülkelere gönderiyor.  

Yancıl ve artçıl ülkeler

Kudüs’ün başkent olarak tanınmasının yansımaları hem Batı toplumları hem de İslâm toplumları için birçok tehlikeler barındırıyor. Doğal olarak yıllardan bu yana barışçıl çizgisinden sapamayan ve pasif direniş politikası izleyen Filistinlilerin, bu politikasının değişmesi beklenmemeli. İsrail’in aksine Filistinliler, hiçbir zaman terörizmle anılmak istemedi ve terör eylemlerinden uzak durdu. Dolayısıyla Filistinlilerin haklı davasında organize bir strateji değişikliği beklenmemeli. Ancak birey ve gruplar bazında, direnişin çehresinin değişmesi mümkün görünüyor. Pasif direniş devam ederken, kontrol edilemeyen oluşumların ‘yalnız kurt’ şeklinde İsrail güvenlik kuvvetlerini hedef alabilecek saldırıları ihtimal dahilinde görünüyor. Sonuçta Filistin topraklarında şiddet sarmalının tırmanması bir vakıa olarak karşımıza çıkıyor.

ABD’nin aldığı kararın radikal örgütler nezdinde de yansımaları var. Radikal örgütler, 14 Mayıs tarihi itibarıyla kendilerini toplumlar nezdinde meşrulaştırma fırsatı buldu. DAEŞ veya El Kaide gibi örgütler gerek propaganda gerekse eylemlerinde istismar edebilecekleri argümanlara kavuştu. Doğal olarak istismara açık bu husus aslında en fazla İsrail ve ABD’ye fayda sağlayacak. Çünkü radikalleşen örgütlerle birlikte bu devletler, İslâm dinine yönelik kendi toplumlarına zikrettikleri önyargılara kolaylıkla kılıf bulabilecekler.

Uluslararası toplumda, daha önce sözü edilen ‘yancıl’ veya ‘artçıl’ ülkeler bir kenara bırakılırsa, özellikle Avrupalılar, Orta Doğu kaynaklı sorunların güvenlik boyutu ve sosyal sonuçlarıyla muhatap olmak istememekte. İsrail’i kınayan ama somut bir adım atmayan, Filistinlileri destekleyen ama himaye etmeyen devletlerin türeyebileceği önümüzdeki aylarda ‘benden uzak dursun’ kaygısının ön plana çıkabileceği anlaşılıyor. Nitekim ABD’ye Filistin ve Kudüs konusunda aynı fikirde değiliz diyebilecek birçok devlet, çıkarlarının örtüştüğü diğer alanlarda ABD veya İsrail ile iş birliği yapacaktır.

Ne yapılmalı?

ABD’nin Kudüs kararı sonrası yapılacaklar aslında basit. Öncelikle Arap ve İslâm toplumlarının konuşmayı, anlaşmayı ve birlikte hareket ederek ortak çıkarlar istikametinde çabalamayı öğrenmeleri gerekiyor. İslamofobiyi iliklerine kadar hisseden ABD veya bir başka gücün hangi raddeye kadar Arap devletlerini destekleyeceklerini tahmin etmek zor görünmüyor. Ancak totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü ve halkının refahı yerine mutlak iktidarı amaçlayan yönetimlerin söz konusu çabayı göstermeleri pek mümkün görünmüyor.

Uluslararası örgütler ile Orta Doğu’daki bölgesel örgütlerin somut adımlar atmak yolunda aktif hale getirilmesi zorunluluk olarak ortaya çıktı. Ancak bahsedilen nedenlerle gerek Arap Birliği gerekse İslâm Konferansı Teşkilatı’nın ne kadar somut adımlar atabileceğini öngörmek zor. Ayrıca “Müslüman’ın, Müslüman’a saldırdığı” Orta Doğu coğrafyasında söz konusu örgütlerin ne kadar fonksiyonel olabileceği şüpheli. Örneğin Suudi-İran çekişmesi neticesinde, bu ülkelerin iş birliği yapması ve Filistinlilere destek sağlaması ihtimali hayal düzeyinde kalıyor. ABD de güvenlik garantisi yaftasıyla Orta Doğu’daki varlığını sürdürebiliyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bir çıkış yolu Türkiye’den geçiyor. Türkiye, ‘sorumlu devlet’ mantığıyla, Arap ülkelerini bir arada tutmaya mecbur görünüyor. Filistin sorunun çözülmesi için, İsrail ve ABD ikilisine karşı Türkiye’nin İslam toplumlarına rehberlik etmesi gerekmekte. Devletlerin güç yitirdiği çağımızda, birey ve toplumların kendi güvenlik algılarını oluşturdukları dikkate alınırsa, aslında bu sorumluluk tüm İslâm coğrafyasına tahvil edilebilecek bir vakıa. 

[email protected]