Batı’nın İslamofobi ve kadın okuması
ABONE OL

Doç. Dr. Sare Aydın

Modernleşme sürecinin devamı olarak 1980’lerden sonra neo-liberal politikaların etkilerinin artması ile küreselleşme, belirgin bir şekilde toplumun her yerinde hissedilmeye başlamıştır. Çok boyutlu bir olgu olarak karşımıza çıkan küreselleşme; ülkeler arasındaki ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, kültürler arasındaki farklılıkların birbiri içinde kaybolması, tek bir kaynaktan gelen enformasyon ağının tüm dünyayı sarması olarak tanımlanabilir. Dünyayı saran bu enformasyon ağı ile keskin ideolojik ayrımlar yerini demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi ‘evrensel’ değerlere bırakmıştır. Teknolojinin gelişmesi ile kitle iletişim araçları bilgi dolaşımını kolaylaştırmış ve dünya daha sıkışan bir mekân haline gelmiştir. Özellikle sosyal medyanın kullanılması küreselleşmenin boyutlarını kontrol edilemeyen farklı bir noktaya getirmiştir. Küreselleşme ile birlikte farklı kültürlerin, değerlerin ve inanışların birbirine karşı toleransının artması beklenirken, aksine günümüzde tek tipleştirici bir modele doğru gittiğini görmekteyiz. Bu yeni “küresel kültürün” bilim ve teknolojiye egemen olan güçler tarafından yönlendirilmesinin diğer kültürleri asimile ederek onlara yaşama alanı bırakmadığını söylememiz yanlış olmaz. Bu durumun sömürge zihniyetinin bir yansıması olarak Batı değerlerinin özellikle Doğu kültürünü ikincil bir konuma koyarak yok etmeye çalıştığını görmekteyiz. Batı değerlerinin küresel kültür standartlarını belirlediği bir dünyada karşısına çıkan diğer tüm kültürleri kendi içinde eritme gayreti bölgesel çok kutuplu bir dünya düzenini kaçınılmaz kılmıştır. Tüm bu süreç; Batı’nın karşısına Doğu’yu alarak, özellikle Müslüman toplumlara karşı akıl almaz bir önyargı ile bakmaya başlaması ve küreselleşme ile gelen bu beraberliğin günah keçisi olarak Müslümanları göstermesi son derece bilinçli bir politikanın tezahürüdür. 
 
Değerler perdesinin ardı
 
Batı dünyası kendinden farklı olan üzerinde hâkimiyet kurabilmek ve manipüle edebilmek için kendisinin ürettiği bilgiyi kullanmıştır. 15. Yüzyıl itibari ile kolonyolist düşünce sistemi ile kendini merkeze koyan, geride kalanları öteki olarak tanımlayan Batı, Doğu ve Doğu’ya ait değerler için ise oryantalizmi icat etmiştir. Böylelikle, üretilen bilgi oryantalizm teorisi altında Batı tarafından meşru bir hale sokulmuştur. Günümüze doğru gelindiğinde II. Dünya Savaşı sonrası dünya üzerindeki dengeler yeniden şekillenmeye başlamış sömürgecilik yeni bir hal almış ve post-kolonyalizm adı altında farklılaşarak devam etmiştir. Batı kaynaklı bilgi yumağının içinde kendini normatif olarak işaretleyen post-kolonyalizm Doğu kültürü, yaşam pratikleri ve değerlerini oryantalist bir bakış açısıyla konumlandırmıştır. Bu yeni düzende, Doğu’nun egemen küresel güçler tarafından istedikleri yönde manipüle edilmesine de olanak sağlamaktadır. Ayrıca küreselleşme çarkında ekonomik, siyasal ve toplumsal anlamda ulus-devletlerin egemen olduğu alanların, devletler üstü örgütlere bırakılması post-kolonyalist düzenin işleyişini daha da kolay hale getirmiştir. 
 
Bugün hâkim olan temel insan hakları, ekonomik ve toplumsal haklar gibi uluslararası anlaşmalarca da evrenselleşmiş normlar, Batı kaynaklı bilginin üretimi sonucudur. Batı zihniyetli toplumlar, ürettikleri bu normları ve değerleri diğer toplumlara da öğretmekle yükümlü olduklarını ifade ederek post kolonyal dönemde yaşanan işgal ve çatışmalara da bir şekilde müdahil olmaktadırlar. Afganistan ve Irak işgallerinde Batı emellerini gerçekleştirebilmek için ürettiği bilgi ve değerler perdesinin arkasına sığınmıştır. Oğul Bush’un “Irak’a demokrasi götüreceğiz” söyleminin parçalanmış Irak’tan başka bir şey olmadığı anlaşılmıştır. Demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi normlar, çatışmalara hizmet eden vazgeçilmez sihirli kavramlara dönüşmüştür. İşte tamda bu noktada Müslüman kimliği üzerinden beslenen İslam ve terör algısı Batı toplumlarında kulaktan kulağa fısıldayarak günümüzde İslam karşıtlığına/İslamofobiye dönüşmüştür. Dahası, bilinçli bir şekilde yayılan, empoze edilen İslamofobi, egemenlerin çıkarları doğrultusunda şekillenen bilgi ve normların hizmetine sunulmuştur. 
 
Öyle olmasa Arakan’da tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden Rohingyalı Müslümanlara karşı yapılan soykırıma “dur” diyebilmek, Myanmar hükümetine yaptırım uygulayabilmek mümkün olurdu. 
 
Yeni öteki: İslam
 
1990’lardan sonra Soğuk Savaş’ın bitmesi, komünist bloğun çözülmesi ile “yeni öteki” İslam/Müslümanlar olmuştur. Nitekim Amerika neo-liberal politikalarını sürdürebilmek ve gücünü sağlamlaştırmak için komünizm yerine yeni öteki olarak İslam’ı tayin etmiştir. Dönemin Amerika Başkanı George Bush’un 11 Eylül saldırıların ardından “Haçlı Seferlerini başlatıyoruz” şeklindeki ifadesi ile bu yeni plan sahnelenmeye başlanmıştır. 
 
Küreselleşmenin etkisi ile Batı kültürünün tüm dünyayı etkisi haline alması doğal bir süreç olarak görülmektedir. Fakat karşısında düşman olarak tanımladığı kitlelere yaşam alanı bırakmaması, günlük hayatta gözlemlenebilir ayrıştırıcı hareketlerin ortaya çıkması bilinçli bir asimilasyon sürecidir. İslam’a karşı başlatılan bu açık savaşta, İslam üzerinden üretilen nefret söylemleri ile Müslüman dünyasına ve kimliğine zarar verilmesi hedeflenmiştir. Hem politik dinamikler hem de küresel medyanın etkisi ile İslam, Batılı kimlik üzerinde tehdit ve tehlike olarak gösterilmektedir. Batı’nın zihinsel altyapısında oluşturulan bu İslam paranoyası, DEAŞ vb. örgütlerin İslam ile birlikte algılanmasıyla daha da keskin hale getirilmiştir. Son yıllarda özellikle Müslüman ülkelerden Batı’ya doğru akan göçler karşısında Batı, kendini koruma ve içine kapanma içgüdüsü ile hareket etmeye başlamıştır. Amerika’da Trump yönetiminin 90 gün süreyle Suriye, Irak, İran, Sudan, Libya, Somali ve Yemen’den gelen Müslümanların ülkeye girişinin yasaklanması ve Danimarkalı, İngiliz ve İtalyan bazı politikacıların bu yasağı desteklemesi Müslümanlara karşı açık bir meydan okumadır. 
 
Bununla birlikte Avrupa’da aşırı sağ partilerin yükselişi ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı da İslamafobinin bir etkisi olarak okunabilir. Müslüman kimliği ve terörist imgesinin sürekli birlikte anılması İslamofobinin toplum nezdinde de hissedilir şekilde artmasına sebep olmuştur. SETA’nın hazırlamış olduğu 2016 yılı Avrupa İslamofobi Raporu’na göre; Müslüman göçmenler başta olmak üzere yeni göç dalgaları engellenmeli” argümanına birçok Avrupa ülkesi yüksek oranda katılmıştır. Aynı raporda ilerleyen yıllarda Avrupa’daki Müslüman nüfusun gerçek rakam tahminlerinden çok daha yüksek olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, Avrupa İslam’ı ciddi bir tehdit olarak görerek, Müslümanlara karşı alınan tavrın ne kadar olumsuz olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa’nın 400 yıldan beri verdiği insan hakları, hürriyet, adalet, demokrasi ve 21 Yüzyılda bütün bunlara eklenen kültürel çoğulculuk ele alındığında Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı büyük çelişki ortaya çıkmaktadır. Sorun, Avrupa’nın dilemması ile uluslararası siyasetin pratik zemininin örtüşmemesidir. Kendi kıtasındaki çoğulculuğu dahi hazmedemeyen, milyonlarca insanın enkazıyla sonuçlanan 2. Dünya Savaşı düşünüldüğünde, Avrupa’nın genlerindeki faşist, fobik damarı görebiliriz. Geçmişten günümüze Avrupa’da ortaya çıkan teoriler sosyal hareketlenmelerden beslenmiştir. Bazı Avrupa ülkelerinde, özellikle Almanya’da ortaya çıkan sosyal ve siyasal hareketlenme beraberinde farklı kimliklere karşı fobikleşen bir zemini yansıtmaktadır. Bu fobikleşme ulusal bir içe kapanma ve son noktada faşist bir düzene doğru gitmektedir.  
 
İslamofobi ve kadın
 
Batı’nın İslam karşıtlığı propagandası, İslomofobik tutum ve davranışlar gerçek İslam dininin öğretisine göre değil bazı yaşam pratikleri ya da Müslüman kimliğinin dış görünüşe yansımaları üzerinden yapılmaktadır. Suudi Arabistan’ın bazı bölgelerinde kadınlara yönelik uygulanan araba kullanma yasağı, Afrika’daki kadın sünneti, erken yaş kız çocuk evlilikleri, DEAŞ’ın İslam’ı kullanarak yaptığı vahşi eylemler dünya siyasetinde Müslümanların tanımlanmasında kullanılan argümanlardır. Bu yanlış uygulamalar, Müslüman kimliği ile ilişkili imgeler olarak görülmektedir. Özellikle Müslüman kadınlar, taşıdıkları örtünden dolayı, Müslüman erkeklerden daha fazla toplumdan dışlanmakta ve nefret söylemlerine maruz kalmaktadırlar. Fransa’daki Burkini yasağı, Esma Bougnaouni’nin tesettürlü olması sebebiyle işine son verilmesi, yine aynı şekilde Belçika’da Samira Achbita’nın başörtüsünden dolayı işinden çıkarılması; İslamofobinin Müslüman kadınlar üzerinden nasıl tezahür ettiğinin kanıtlarıdır. Günümüzde Amerika ve Avrupa’da İslamofobi, ciddi derecede endişe verici bir hal almıştır. Amerika’da North Carolina eyaletinde 23 yaşında Deah Barakat, 21 yaşındaki karısı Yusor Abu Salah ve 19 yaşındaki kız kardeşi Razan Abu-Salah, Müslüman oldukları için komşuları tarafından evlerinde öldürülmüştür. İslamofobi insanların sadece günlük hayatı kısıtlayıcı uygulamalarla kalmayıp, cana kast edebilecek kadar büyük bir nefrete dönüşmüştür. Bu durumun sadece Müslümanlar için değil, tüm dünya için korkutucu olduğunu görmemiz gerekmektedir. Son zamanlarda Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı yürütülen akıl almaz söylemler Avrupa’nın İslamofobik tavrının Türkiye’ye karşı nasıl agresif, nefret dolu faşist bir hal aldığını göstermektedir. 15 Temmuz darbe girişiminde ise Avrupa basınının, toplumun demokrasiye, özgür iradesine sahip çıkmasını anti-demokratik bir tutum olarak göstermesi, Batı’nın tahakküm kurmak istediği devlet üzerinde, yeri geldiğinde demokrasiyi yeri geldiğinde darbeyi savunabilecek kadar tutarsız ve davranabildiğinin kanıtıdır. Kolonyal Batı kültürünün siyasal ve kültürel baskısı, İslamofobi adıyla devam etmektedir. Gerek terör örgütleri tarafından gerekse Batı medyası tarafından İslam’ın yansıtılış şekli indirgemeci yalandan ibarettir. Bu kültürel emperyalist yalanla mücadele etmenin ilk yolu İslamofobinin nefret suçu kapsamına alınması için uluslararası kamuoyunun oluşturulmasıdır.