Yahya Kemal Türkçesi O’nunla bir eksildi
ABONE OL

Değişen ve daha fenası kötüye giderek değişen dünyadan, bozulan tabiattan, insanların yalnızlaşmasından şikâyetimizi elimizdeki ekranın dokunmatik fonksiyonunu kullanarak yaparken rastladım böylesi bir yakınmaya; 

“Tiyatroda izlemek nasip olmadı. Gerçi tiyatroya da en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum.” Yani şimdi… Vefat eden bir aktörün ardından bu nasıl bir hayıflanma? Tabii ki konforlu… Günümüzün yaygın hali… Bu da böyle bir zaman.

Geçen hafta vefat eden Toron Karacaoğlu, tecrübeli oyunculuğu ile beraber çok geniş bir kesim için “ses”tir şüphesiz. Kendine has rengine İstanbul ağzını giydirmiş, üstelik bu kisveyi de çok yakıştırmış hem yumuşak hem de güçlü bir ses. Bu güçlü sesin vefatı, kıymeti ölçüsünde ses getirmedi, gündem olmadı diye üzülenler var. Belki bazı yönlerden haklı, ama belki de biraz yersiz bir üzüntü. Yerin üstünde farkına varmadıklarımızı, dünyalarını değiştirince bulmamız ne kadar mümkün olur? Bu soru kimseye değil, kendimize sorulmuş olsun, bir köşede dursun.

Haberi alan kendi bildiği ucundan hatırladı. Kimi Cüneyt Arkın’ı seslendirdiği filmleri andı. Kimi sahnede, kimi sinemada ayağa kaldırdığı karakterleri düşündü, anlattı. Doksan yıla yaklaşan, mesleki olarak da verimli bir ömürde mutlaka hatırlanacak çok şey olduğu gibi, bu berekette unutulan emekler de olur. Usta’nın ardından söylenenleri biraz da yap-boz tamamlar gibi bir çabayla okumak, takip etmek gerek. Benim hafıza havuzumda oltama takılansa 2011’de vefat eden Sönmez Atasoy’un yazdığı, Yahya Kemal’i tek kişilik bir oyunla sahneye taşıyan  Kendi Gök Kubbemiz oldu. İki saat boyunca, yaşadığı dönemin çalkantılarını, fizikî ve fikrî yolculuklarını adeta Yahya Kemal’in kendi ağzından dinlediğime emin olduğum oyun. Çakıldığım yerden ışıklar yandıktan hayli sonra kalkabildiğim oyun. Zaman yolculuğundan gelmişliğin yorgunluğu ile salondan ayrıldığım oyun. Toron Karacaoğlu’nu Yahya Kemal’dir diye seyrettiğim oyun. Hatırlayınca bir kere daha şaşırdım. Nasıl da tesirliydi. Nasıl da inandırmıştı. Canlanan resim başka bir konuyu anımsattı…

Yıllar evvel tarih dizilerinin yeni ve güçlü bir dalgayla ekranı kapladığı sıralarda tartışma programlarında konuşulmaya başlanmıştı ki, hâlâ zaman zaman güncellenir; tarihi olay ve karakterlerin gerçekliği nerede biter, kurgu nerede başlar? İkisini birbirine nasıl ekler, nasıl birbirinden ayırırız? Bir dönem filmi veya dizisinde karakterleri gündelik, sıradan halleriyle nasıl yansıtırız? Gerçekliği nasıl yakalarız? Bir tarihçi dostum işin açmazlarına işaretle dönem işlerinin çok titizlenilmesi gereken şeyler olduğunu anlatmıştı. Özellikle kaynaklar varsa, öğretici misyon yüklenememekle beraber gerçeğe sadakat icabı hassas davranılması gerektiğini söylemişti. Ama bir yandan da bunun imkansıza yakın zorluğunu anlatarak; “Bir kere geçmiş dönemde insanların kullandığı kelimeler bir yana, konuşmalarındaki vurgularının, beden dilini kullanışlarının nasıl olduğunu pek bilmiyoruz. Küresellik etkisiyle yerel tavır ve beden dillerinde bir belirsizleşme oldu. Jest ve mimiklerin ayırt edici özellikleri geçmişe oranla azaldı. Bırak yüz yıllar öncesini, 40’lı, 50’li yılların konuşma şeklini, hal ve tavrını, jest ve mimiklerini bir ölçüde kaybettik aslında…” dedi. Haklılığına ve nasıl da ufak ufak gözden kaçırdığımıza çok şaşırmıştım. 

Karacaoğlu’nun vefatı bu tespitleri hatırlattı. O’na nasıl ve neden inandığımı, ölümünün aklıma getirdiği bu konuşma izah etti. Yahya Kemâl’in olsa olsa böyle konuşabileceğini, böyle oturup kalkacağını, kederini böyle göstereceğini, böyle heyecanlanacağını göstermişti Toron Karacaoğlu galiba. Ama garip bir endişe ve keder de duydum içimde bulduğum bu cevaplardan. Toron Karacaoğlu’nun sesi ve üslubunda, yaşayan bir varlık olduğunu gördüğüm İstanbul ağzının, Yahya Kemal Türkçesi’nin bugünü var mı? Mesela vefat eden Usta’nın genç meslektaşları Yahya Kemal’i sahneye taşısalar, onlara da inanabilecek miyiz? Yoksa biri şiirini, bir diğeri konuşma üslubunu da alarak mı terk etti buraları… 

Karamsar değiliz. Sadece inandırılmayı isteriz…

“Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler”