ABD zirve/çöküş noktasına ulaştı mı?

ABD’nin 1970’lerdeki meşhur Dışişleri Bakanı Henry Kissinger akademisyen olduğu dönemde ‘ABD’nin çöküşünün muhtemel bir gelişme olduğunu’ söylemişti. Paul Kennedy ise 1980’lerde kaleme aldığı Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabında ‘emperyal hedefler doğrultusunda aşırı gerilme’ diye nitelendirdiği durum sebebiyle 18. Yüzyılda Hollanda’nın, 19. Yüzyılda Portekiz’in, 20. Yüzyılda Büyük Britanya’nın bu aşırı yayılma tuzağının kurbanı olduğunu söylüyordu.

Kissinger insanlar gibi ulusların da tarihi alınyazısı olduğundan hareketle her çıkışın bir inişi var anlamında bu tespiti yaparken; Kennedy, büyük güçlerin gücünü korumak için geliştirdiği reflekslerin doğal olarak bir çözülmeyi beraberinde getirdiğinden bahsediyordu.

Avangard Kitap’ın son dönemde yayınladığı önemli strateji kitaplarından biri olan Büyük Güçler Hegemona Karşı-Rusya, Çin ve Hindistan’ın Yükselişi adlı kitap ABD’nin bugünlerine ve geleceğine ışık tutacak analizler içeriyor. Ehsan M. Ahrari’nin kaleme aldığı kitaba göre ABD’nin üstünlüğünü korumak için geliştirdiği yeni manevralar, ABD’nin üzerinde yükseldiği değerlerin altını oyan bir etki yapıyor.

ABD için eskiden ‘ittifak kurma, yumuşak denge ve seçici işbirliği’ ön plandayken Bush yönetimiyle birlikte ‘kimseye danışmadan, tek başına hareket etme’, BM ve uluslararası meşruiyeti hesaba katmama gibi bir tavır gelişiyor. ABD “kalıcı ve biçimsel ittifaklara daha az önem atfetmeye, geçici birlikteliklere ve koalisyonlara daha fazla ağırlık vermeye” (s. 260) başlıyor, soğuk savaş zamanında olduğu gibi ‘caydırma ve kuşatma’ yerine daha saldırgan/işgalci askeri pratiklere yöneliyor. BM ve NATO bağlamı dışında ‘maceracı bir yaklaşımla sorgusuz sualsiz onaylamaya hevesli ülkeleri bir araya getiren ve geçici gönüllüler koalisyonuna yönelen’ (s. 282) ABD işgalci tavrıyla uluslararası meşruiyeti hiçe sayan bir konuma geliyor.

Gerçekten de ABD’nin kadim dostu olan ülkelerle uzun vadeli stratejik ortaklıklar ve kalıcı işbirlikleri geliştirmek yerine PYD gibi terör örgütleriyle iş tutan böyle bir anlayışa yönelmesi, ciddi güven sarsılmalarına ve hayal kırıklıklarına sebep oluyor.

Bush’la başlayan ama bugünkü yönetimle devam eden bu ‘tek taraflılık, hukuk tanımamazlık, keyfilik hali’ ABD’yi dünya halkları nezdinde negatif bir konuma oturtuyor.

11 Eylül’de kendini koruma refleksiyle başlayan, zamanla tek süper güç olma pozisyonunu kaybetmeme kaygısına dönüşen bu psikolojik hal tehdit, tehlike, risk gibi kavramlar üzerinden bir travmatik durum üretiyor.

ABD’nin Ortadoğu’daki kimseyi (bölge halklarını, BM kararlarını ve uluslararası hukuku) umursamayan tavrı Kudüs kararını ortaya çıkardı. Saldırgan, müdahaleci tavrı ise politikalarıyla baş edemediği ülkelerin yönetimlerini devirme yöntemini öne çıkarıyor.

Bir yandan kendi ürettiği hukukla kurumları, şahısları, ülkeleri yargılıyor; kendince cezalar, yaptırımlar uyguluyor, adeta haraca bağlıyor. Diğer yandan mali yardımları keseceği tehditleriyle kendisiyle işbirliği yapan ülkeleri baskı altına alıyor, şantaja bağlıyor.

Hakan Atilla davasıyla Halk Bankası ve Türkiye’ye yönelen yargılama ve suçlamalar, ABD’nin bu halinin en son tezahürü...

Yasa koyucu da, savcı da, hâkim de kendisi… ‘Astığım astık, kestiğim kestik’ der gibi, ‘orman kanunlarını uygularım bu ormanın kralı benim’ der gibi, ‘bana yan bakanın gözünü oyarım’ der gibi bir edayla racon kesiyor.

Böyle bir ülke süper güç olsa ne olur, tek kutuplu dünyanın baş aktörü olsa ne olur? Haklı olmak ile güçlü olmak arasındaki uçurum derinleştikçe ne güç kalır, ne itibar...

Unutulmamalı ki, zirvenin doruk noktası çöküşün de başlayacağı noktadır...