AB-Türkiye zirvesi: En kötünün iyisi, iyinin kötüsü

Varna’da düzenlenen Türkiye-AB zirvesi öncesinde Brüksel’de AB Zirvesi yapılmıştı. AB Komisyonu Başkanı, Türkiye ile ilişkileri normalleştirme isteğine vurgu yapmış, ancak Almanya ve Kıbrıs bu havayı dağıtacak iki konuyu gündeme taşımıştı. 

Kabul edilemez olarak açıklanan iki konu, Akdeniz’deki enerji alanı ile Suriye’de Türkiye’nin varoluşu ile ilgiliydi. Böylece Almanya Afrin, Kıbrıs da Ege üzerinden Türkiye-AB ilişkilerindeki sorunların aslında “ilkeler” değil, stratejik konular olduğunu itiraf etmişlerdi. Almanya, Türkiye’yi by-pass ederek Ortadoğu’ya açılamadığından, Kıbrıs da muhtemelen yine Almanya’nın, hatta belki Kıbrıs’ı yedekte tutmayı amaçlayan Rusya’nın Akdeniz’e yine inmesini sağlayamadığından kızgın. 

Stratejik hamlelerin Türkiye’yi atlayarak yapılmak istenmesinin ise nedeni açık... AB Türkiye ile birlikte dış politika oluşturduğunda üyeliğini ret etmekte zorlanır. Türkiye’yi üye yapmadan Türkiye ile yakınlaşmak amaçlanıyor ise, o zaman da bundan Türkiye’nin kazancı ne olur sorusuna yanıt bulmak gerekiyor. 

 

AB’nin ortak görüşünü Almanya mı oluşturuyor?

AB, Türkiye’nin üye olmadan ortaklık sürdürmek için ne gibi bir nedeni olabilir sorusuna yanıt vermediği sürece, krizlerin devam edeceği öngörülebilir. Ancak bu konuda AB’nin esas olarak düşünmek zorunda olduğu konu, söz konusu politikanın esasen Almanya politikası olması ile ilgili. Diğer bir ifadeyle Türkiye konusunu Almanya’nın ellerine bırakmak tüm AB üyelerinin işine gelen bir durum mu, bu soru yaşamsal önemde. 

İngiltere’nin AB’den ayrılmak istemesi boşuna değil. İngiltere, Almanya’nın AB’yi Avrupa’ya mahkum eden bir siyaset güttüğünü ve büyük Avrupa piyasasının Almanya’ya yaramasını stratejik öncelik olarak gördüğünü anlıyor. Ukrayna kriziyle Rusya, Türkiye kriziyle Ortadoğu kapıları kapandıysa, bunun sorumlusu muhakkak ki İngiltere değil ve AB’nin çok sayıdaki ülkesinin yararına da değil. 

 

Aday ülke stratejik ortak olur mu?

Varna’da AB adına açıklama yapılırken iki önemli vurgu yapıldı. İlki, ilişkilerdeki olumsuzluklardan değil, olumlu yönlerden konuşmak gerek hatırlatmasıydı. Normalleşmenin şifresi olan bu cümle, gelecek için umut vaat ediyordu. Ancak Juncker “farklılıklara rağmen” diye devam ettiği cümlesinde, normalleşmenin de bir yere kadar olabileceğini ima etti. 

AB ile normalleşme sınırı ise, Juncker tarafından “Türkiye, AB’nin stratejik ortağıdır” denerek, yani Türkiye’ye bir pozisyon vererek çizildi. Üyelik sürecinde olan bir ülke stratejik ortak olarak tanımlanıyor ise, bu “üye olma, yanımızda dur” demek olur. 

İçinde ortaklık geçen her cümleye şükür demek, ama stratejik ortaklık kapsamında Rusya’ya işaret ediliyor olmasına da dikkat etmek gerekebilir. Ortak basın açıklamasında AB tarafının sorunlardan söz etmemesi ile onlarca Rus diplomatın Avrupa’dan sınır dışı ilan edileceğinin açıklanması arasında ilinti bulunuyor. Anlaşılan o ki, AB stratejik ortaklık diyerek Türkiye’nin Rusya ile arasına mesafe koymasını öneriyor. Sorun şu ki, Türkiye’nin neden bunu yapmak zorunda kaldığı sorusu sorulmuyor. Eğer AB-Türkiye stratejik ortaklığı varsa, o zaman “düşman” konusunda uzlaşmış olunması beklenir; bugün bu koşullar mevcut değil. 

Demek ki AB şimdilik Türkiye’yi müzakere pozisyonunda tutmayı, yani sürecin dışına çıkarma konusunu dondurmayı bir stratejik karar olarak görmüş. Kötünün iyisi olan bu durum, yeni adımların atılmasına olanak tanıması bakımından olumlu karşılanabilir. Ancak AB stratejik bir karar aldıysa, bunu Türkiye’den de bekleyeceğini unutmamak gerekir.