Artık ‘o çocuklar’ı da, sizi de iyi tanıyoruz...

O yıllarda biz Anadolu gençleri için üniversite, büyük şehirlere kapak atma fırsatıydı.

Ben de kimseye çaktırmadan bütün formu İstanbul’daki okullarla doldurmuştum. (O zaman okullar, imtihandan önce seçilirdi.)

Meslek lisesi mezunu olarak mühendislik kazanamazmışım, İstanbul’un en belalı okulunu yazmışım kimin umurunda...

Nitekim sonuçlar açıklandığında İstanbul beni çağırıyordu.

Hevesle kaydımızı yaptırdık. Hatta aynı binada kimya mühendisliği de olduğunu duyunca, bu okulu seçtiğimize sevindik.

Kısa süre sonra eğitim başladı ve gerçekle yüzleştik.

Aman Allah’ım... Biz nereye gelmiştik...

Çok ısrar etmeyip, “hayırlısını” istemek gerektiğini o zaman öğrenmiştim.

Okulu tanıdıkça şaşkınlığım arttı.

Kantin ve koridor duvarları, bize “küfür” gibi gelen sloganlarla ve 70x100 “devrim şehitleri”yle doluydu.

Sağcı mıyım, solcu mu?

Binlerce genç gibi, ülkeyi kurtarmak için sağ veya solda çatışmak yerine, bir an evvel okulu bitirip millete hizmet etmek gerektiğine inanıyordum.

Ama nasıl?..

Kucak dolusu sopalarla sınıfımıza gelen militanlar arka sıralarda öğrenci gibi oturup hocadan sonra öbür derse kadar “devrim dersi” vermeye kalkıyorlar.

“Sınıfımızı terk edin, biz okumak istiyoruz”dediğimizde derhal masa altındaki sopalar ortaya çıkıyordu. Ve çok ilginçtir; bu “vatansever”lerin(!) ilk hedefi, cam-çerçeve oluyor, hatta tavandaki lambaları bile kırıyorlardı...

Birkaç günde bir, “Forum var, herkes konferans salonuna” diyor ve saatlerce kafamızı şişiriyorlardı…

Bu işkenceyi sadece bizim kuşak bilir.

Her an patlayacak bir kavgayı beklerken ne öğrenebilirsiniz?

Sadece okulda değil, yolda, durakta, otobüste hatta kaldığınız yurtta her an saldırıya uğrayabilirsiniz. Nitekim çok arkadaşımız bu hain saldırıların hedefi oldu.

Cam bitti, muşamba gerdik

Dört yıl boyunca, kesintisiz eğitimle geçen bir hafta hatırlamıyorum.

Bir sabah okula gidersiniz, bütün camları yerde görür; geri dönersiniz.

Bu artık bizim için sıradan bir durum haline gelmişti.

Hatta, okulumuz haber konusu olmuş ve “Okulda para, fabrikada cam kalmadı” şeklinde trajikomik bir açıklama yayınlanmıştı.

Ama sonra başımıza gelenler hiç de komik değildi.

Camsız kalan bütün pencereler naylonla kapatıldı.

Üstelik de İstanbul sert bir kış yaşıyordu.

“Sert kış” ifadesi durumu tam izah etmemiş olabilir, “Ecevit kışı” dersem daha iyi anlaşılır.

Hani şu, fuel oil olmadığı için kaloriferlerin buz gibi demir yığınlarına dönüştüğü, duvardan fırlamış soba borusundan duman tüten evlere imrenerek baktığımız yıllar...

Sınıfta parkalarla oturuyoruz ama yine de tir tir titriyoruz...

Sert rüzgara karşı koyamayan muşambanın sinir bozucu patırtıları, ders anlatmaya çalışan hocanın titrek sesini bastırıyor ve sanki; “Ben, sizin geleceğinizi uçuran poyrazım” diyordu.

Kanlı 1 Mayıs’ta Taksim’de yoklama

Okulu sanki Maocu militanlar yönetiyordu. Canları ne isterse onu yapıyorlardı. 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de yoklama yapmaya kalktılar.

Dört yıl aynen böyle geçti.

79-80 dönemi, okul bitti ama bitirme imtihanları yapılamadığı için mezun olamıyorduk.

12 Eylül “hızır” gibi imdadımıza yetişmişti! Hemen imtihanlara girdik ve 30 Eylül’de mezun olduk!

Anarşi ve terörden bağrı yanan bütün Türkiye’de böyle düşünmüştü, Evren ve arkadaşlarına teşekkür etmişti.

Ama meğer hepsi “kontrollü anarşi” imiş, bütün bu işkenceler “darbenin olgunlaşması” için çekilmiş.

***

Ve bugün görüyorum ki, 12 Eylül çabuk unutulmuş...

Sanki “11 Eylül” ile “12 Eylül” birbirine karıştı.

Herkes New York’taki 11 Eylül saldırısını konuştu.

Hâlâ kimin neden yaptığı belli olmayan ama Amerika’nın nasıl kullandığı ortada olan terör saldırısı kadar ehemmiyeti yok muydu 12 Eylül’ün?

Kimse kusura bakmasın, bu mukayeseyi yapacağım; acaba 12 Eylül, kaç tane 11 Eylül eder, hiç merak ettiniz mi?

12 Eylül, gerilerde kalmış kötü bir hatıradan ibaret değil, asla unutmamalıyız.

12 Eylül’ü unutursak daha çok ‘15 Temmuz’lar yaşarız...

12 Eylül / 15 Temmuz çocukları

12 Eylül 1980’de darbeciler yönetimi ele geçince, Başkan Carter’a “Bizim çocuklar başardı” diye müjde veren CIA ajanı (Paul Henze) ölmüş olabilir ama “bizim çocuklar yöntemi” aynen devam ediyor.

Sadece “çocukları” değişiyor.

Nitekim 15 Temmuz’da da Başkan Obama’ya “Bizimkiler yine başardı” diyebilmek için İstanbul’da kamp kuran eski ve yeni CIA şefleri gece geç saate kadar “kontrollü darbe”yi izlediler ama bu sefer o müjdeyi(!) veremediler.

Ama yine bitmedi…

Amerika, kendisine uşaklık eden “o çocuklar”ı bulduğu sürece de 12 Eylül’ler bitmeyecek.

Şimdi yine kendilerine sığınan “o çocuklar”ın kumpaslarını kullanarak, uzaktan kumanda ile Ankara’da darbe yapma peşindeler.

Ama unuttukları bir şey var.

Artık onları da “o çocuklarını” da çok iyi tanıyoruz...