Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Türkiye'de son dönemde 1990'lı yıllara hak ettiğinden çok daha fazla övgü var. Özellikle 2002'nin 3 Kasım'ında başlayan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının öncesini hatırlamayan gençlere '90'lar özgürlük, mutluluk ve refah dolu yıllar gibi gösteriliyor. Oysa o dönemleri hatırlayanlar, gerçeklerin hiç de şimdilerde anlatıldığı gibi olmadığını gayet iyi biliyorlar.
En karanlık yıllar
1990'lar belki de Türkiye'nin en karanlık yıllarıydı. Ardı ardına yaşanan faili meçhul cinayetler ve tırmanan terör ülkenin her geçen gün daha da güvensiz bir yer hâline gelmesine neden oluyordu. Enflasyon üç haneli rakamlara çıkmış, ekonomik sorunlar dar gelirli kesimler için baş edilmesi imkânsız hâle gelmişti. Uğur Mumcu suikastından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in şaibeli uçak kazasına, Madımak olaylarından Başbağlar katliamına bugün bile esrarı çözülemeyen bir dizi olay aslında o dönemin kötü mirasının yalnızca bazı örnekleri. Bunlara çok sayıda başka benzerlerini de eklemek mümkün. Mesela Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın 1993 yılında ani vefatı da aydınlatılamamış soru işaretleriyle dolu bir olay. Bu dönemde kurulan kısa süreli koalisyon hükümetleri, ülkenin karşı karşıya olduğu sorunları çözmek açısından hiç de umut vermiyorlardı. 12 Eylül darbesiyle varlığını bir kez daha hatırlatan askerî vesayet ise sistem içindeki gücünü göstermek için eline geçen her aracı kullanıyordu.
1983 yılında yapılan seçimlerle başlayan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı, sistem üzerindeki vesayetin azalması için dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda önemli sayılabilecek adımlar atmıştı. Özal, ülkenin önüne özgürleşme ve demokratikleşme yönünde bir perspektif koydu. Ancak 1991 seçimleriyle başlayan koalisyon hükümetleri dönemi ülke içindeki güç dengelerini yeniden değiştirdi. Vesayet kurumları, demokratik siyasetin boşalttığı alanı kısa sürede doldurmakta zorluk çekmediler. Zaten 12 Eylül Anayasası bu konuda hazırlıkları en baştan yapmıştı. Bu şekilde, 1990'lı yıllar boyunca bir kısmı hâlâ aydınlatılmayan çok sayıda şaibeli olay ve suikastla karşılaşıldı. Tüm bu sürecin mütemmim cüzü ise adını 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu toplantısından alan bir süreç oldu.
Hikaye 94 seçimleriyle başladı
Tüm hikâye, aslında 27 Mart 1994 günü yapılan yerel seçimlerle başladı. Bu seçimlerde Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını Refah Partili (RP) adaylar kazandılar. Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek'in İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanmaları, RP'nin 1995 genel seçimlerinde elde edeceği başarının da habercisiydi. Özellikle Erdoğan'ın göreve gelir gelmez İstanbul'un su, toplu taşım ve çevre kirliliği sorunlarını çözmek için attığı adımlar, halk nezdinde RP'nin kredisini önemli ölçüde artırdı. 1995 yılında yapılan genel seçimlerde RP ilk sırada yer aldı. Ancak müesses nizamın, içinde RP'nin bulunduğu bir hükümete sıcak bakmadığı hemen anlaşılıyordu. Nitekim RP'nin dışarıda bırakıldığı tüm formüller denendi, arandı. Ancak tüm zorlama çabaların sonuç vermeyeceği anlaşıldı ve seçimlerden altı ay sonra RP ile Doğru Yol Partisi (DYP) hükümeti kuruldu. 28 Şubat Süreci de aslında fiilen daha bu hükümetin kurulduğu 1996 yılının Haziran ayı sonlarında başladı.
Siyaset dışı aktörlerin RP'nin içinde olacağı bir hükümet formülüne daha en baştan karşı oldukları bilinir. Bu nedenle, daha seçim sonuçları alınır alınmaz RP'nin nasıl hükümetin dışında bırakılacağı tartışılmaya başlanmıştı.
Alternatifler tükenince...
Tüm alternatiflerin tüketilmesi üzerine kurulan Refahyol hükümeti kendini en baştan itibaren bir çatışma ikliminin içinde buldu. Daha hükümetin ilk günlerinden itibaren RP'nin kamuoyu nezdinde sağladığı olumlu algı, vesayetçi sistemin koalisyona yönelik bakışını olumlu yönde değiştirmedi. Tam tersine, hiçbir gerçekçi zemini olmayan irtica korkusunu iyice tetikledi. Bunun sonucunda, Refahyol hükümetini işbaşından uzaklaştırma yönündeki gayrı meşru çabalar hız kazandı. Hükümetin ekonomi başta olmak üzere farklı alanlarda yakaladığı başarı, bir an önce işbaşından uzaklaştırılması yönündeki düşünceleri de güçlendirdi.
Dönemi yaşayan herkes, henüz internetin ve dolayısıyla sosyal medyanın olmadığı o günlerde, televizyon haberlerinde karşılaşılan sıradan bir akıl yürütmeyle dahi ne kadar saçma oldukları anlaşılabilecek haberleri hatırlar. Gündelik hayatta karşılaşılmayacak birtakım figürler, irtica tehdidinin somut göstergeleri olarak insanların karşısına çıkarılıyordu.
Siyaseti itibarsızlaştırma çabası
Tüm darbe dönemlerinde olduğu gibi siyaseti itibarsızlaştırma çabaları, olanca hızıyla sürüyordu. Gazete haberlerinden televizyon dizilerine kadar dönemin pek çok iletişim kanalında algı operasyonları aracılığıyla hükümetin altına dinamit yerleştiriyordu.
28 Şubat Sürecinin en önemli özelliği belirli bir toplumsal kesimi hedef almasıdır. Bu bakımdan, süreç doğrudan dindarların kamusal görünürlüğünün ortadan kalkmasına yöneldi. Dönemin başlıca uygulamalarını hatırlayalım: Üniversitelere başörtülü olarak girmek yasaklandı, katsayı uygulaması aracılığıyla İmam-Hatiplilerin üniversitelere girmeleri neredeyse imkânsız hâle getirildi. Başörtülü şekilde üniversite sınavına giren ve yasaklanana kadar o şekilde okuyan bir genç kızın yaşadığı travmanın tahmin edilemeyeceği açıktır. Aynı şekilde okudukları liseden ötürü aynı sınava girecekleri akranlarından daha düşük puan almaları kararlaştırılan gençlerin ruh hallerini anlayacak hiçbir araç yoktur. Bu dönemin tek mağdurları bir şekilde dindar oldukları anlaşılan kamu görevlilerine baskı uygulandı, ordudan ihraçlar arttı. Önce Refah, ardından da Fazilet Partisinin kapatılmasıyla çok sayıda siyasetçi de demokratik mücadele alanının dışında bırakıldı.
'Muhtar bile olamaz'
O dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Erdoğan, Siirt'teki mitinginde okuduğu iki mısra yüzünden siyaset dışı bırakıldı; "artık muhtar bile olamayacağı" yönünde başlıklar atıldı.
Bunun sonucunda iktidarının üzerinden henüz bir yıl geçmişken hükümet başbakan değişikliği yapmaya mecbur bırakıldı. Açıkçası Refahyol koalisyonu yaklaşan sonunu görüp başbakanı değiştirerek hükümetin ömrünü uzatmaya çalıştı. Dönüşümlü başbakanlık modeli görevi, bir sene sonra başbakanlık koltuğuna oturacak olan Tansu Çiller'in süresi öne çekilerek kriz aşılmaya çalışılsa da Refahyol koalisyonun sonu çoktan gelmişti.
28 Şubat Süreci, yaşandığı dönemin popüler ifadesiyle postmodern darbe nitelemesiyle olarak anıldı. Burada postmodern ifadesiyle alışılagelenden farklı bir durumun kastedildiği anlaşılıyor. Kasıt ise darbeci askerlerin iktidarı doğrudan kendi ellerine almayı güdümlerinde bir siyasî iktidarın ortaya çıkmasına rıza göstermeleriydi. Nitekim 28 Şubat Sürecinde tam da istedikleri gibi oldu. Demokratik yollarla işbaşına gelen hükümet, bir şekilde görevi bırakmak zorunda kaldı. Görevden ayrılan hükümetin yerine siyaset dışı aktörlerin devreye girmesiyle başka bir hükümet geldi. Ardından da 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında kararlaştıran kararlar ardı ardına uygulanmaya başlandı.
Aslında o dönemde hayata geçirilen her bir kararın ardında çalınan insan hayatları vardı. Başörtüsü yasağıyla birlikte on binlerce genç kızın eğitim hakları ellerinden alındı. Katsayı uygulamasıyla beraber çok daha fazla sayıda gencin gelecek idealleri yok edildi. Mezun oldukları liseler, annelerin başındaki örtü, babalarını sakalları, hatta adları bile insanların karşılarına çıkarılan engeller oldu. Kamuda belirli görevlere gelmede, askerî okullara alınmada kişinin kendi liyakat ve yetenekleri değil, içinden çıktığı ailenin siyasî ve dinî kimliği etkili oldu. Ancak yaşanan mağduriyetler yalnızca bununla da sınırlı kalmadı. 28 Şubat sürecinde tüm evrensel hukuk ilkeleri çiğnenerek yapılan mahkemeler ve verilen cezalar çok sayıda insanın hayatını ellerinden aldı.
'Tedbir' ve 'takiyye'
Diğer taraftan, 28 Şubat Sürecinin FETÖ gibi ikiyüzlü yapıların önünü açtığı söylenebilir. Zira bu dönemde insanlar oldukları gibi görünmemeye, düşündüklerini söylememeye, inandıkları gibi yaşamamaya zorlandılar. Bu durumdan en çok zaten tüm varlığını "tedbir" ifadesiyle takiyyeye bağlamış olan FETÖ yararlandı. Kendilerini gizleyen FETÖ militanları, sivil ve askerî bürokraside hızla yükselirken dindar kimlikleri aşikâr olan kamu görevlileri hızla tasfiye edildi. Başlı başına bu durum bile 28 Şubat'ın ülke için zararlarını göstermesi bakımından anlam taşıyor. Buradan çıkarılması gereken bir diğer ders, toplum mühendisliği projelerinin her şartta başarısızlığa mahkûm oldukları.
Aradan geçen çeyrek asırlık sürede 28 Şubat Sürecinin izlerinin belirli ölçüde kapandığı söylenebilir. Geri bıraktığımız yıllarda 28 Şubat döneminin mağduriyetlerinin giderilmesi için önemli bir çaba harcandı. Kendisi de bizatihi bir 28 Şubat mağduru olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, o dönem yaşananların etkilerini silinmesi, uğranan hak kayıplarının telafisi için önemli çaba harcadı. Ancak o dönemde açılan bazı yaraların asla kapanamayacağı da açık. Darbecilerin bin yıl sürmesini umdukları, etkili olduğu birkaç yılda bile on binlerce hayatı çalan 28 Şubat uğranan zararları telafi edecek hiçbir güç yok.
Vicdanların tatmini için en önemli araç hukuk. 28 Şubat'ın sorumlularını yargı önüne çıkarılması o dönemin mağdurlarının yüreklerine bir nebze su serpti. Ancak milletin iradesini çalma amacıyla hareket eden darbeci zihniyet karşısında sürekli teyakkuz halinde bulunmak gerekiyor. En son örneğini, 15 Temmuz gecesi yaşadığımız üzere darbeci zihniyet toplum üzerindeki kontrol çabalarını hiçbir şekilde bırakmıyor. Vesayetçiler, her buldukları boşluğu milletin iradesinin yerine kendi toplum mühendisliği projeleriyle doldurmak için hareket ediyorlar. Anlaşılan o ki ne onların toplum üzerinde vesayet kurma arayışları bitecek ne de milletin kendi iradesine sahip çıkma çabası.
@heberis