AB, Türkiyesiz genişleme hatasını telafi edebilecek mi?
ABONE OL

AB’nin başında kara bulutların toplandığını bir süredir hepimiz biliyoruz. AB üye ülkelerinin başkentlerinde bir süredir kimse Avrupa’yı “güvenli ve refah dolu” hissetmiyor. Doksanlar boyunca AB değerleriyle ilgili uzun tartışmaların yapıldığı akademi koridorlarında artık “sınırlarımızda imparatorluklar doğuyor” lakırdısı duyuluyor.

Yeni Moğol akınları

Avrupalı akademisyenler ellerinde haritalar adeta Roma’yı yıkacak yeni Moğol akınlarını bekliyor. Bu yeni jeopolitik oryantalizmin hedefinde Avrupa’nın aşamadığı ötekileri var elbette. Kimine göre bu ötekiler mülteciler, kimine göre -kim oldukları belirtilmeyen- teröristler, kimine göre günümüz Sparta’sını temsil eden liderler Xi, Putin ve Erdoğan. Tarih kitaplarından hatırladığımız kadarıyla Roma imparatorluğunu yıkacak barbar akınları Avrupa’nın merkezine doğru ilerlerken Romalı ileri gelenler şölenler ve festivaller düzenleyip bol bol felsefe üzerinde konuşmaya devam ederler sanki değişimin kıyısında değilmiş, bir mevsim sonra yıkılmayacakmış gibi davranırlarmış. Günümüz Avrupalıları da sanki yaşlı kıta değişen jeopolitik gerçekliğin kıyısında değilmiş gibi aynı eski hikayelere sığınmaya, aynı korku tonuyla politika yapmaya devam ediyorlar. Çünkü Avrupa’da kimse Avrupa’nın günümüz jeopolitiğini şekillendirmeye aday bir proje olarak başarısız olduğunu görmek istemiyor.

Başarısız Avrupa

AB’nin başarısızlığının farklı nedenleri var. Sonuçta yıllar önce karşılaştığımız Amerikalı akademisyenlerin “çikolata üreten ülkelerin birliğinden” ne olacak diye burun kıvırdığı bir projeden bahsediyoruz. Dolayısıyla bölgeye Washington semalarından bakanlar için büyük laflarla Doğu Akdeniz’e “Türkleri caydırmak“ için açılan Charles de Gaulle gemisinin açıldığı gibi limana geri dönmesi hiç şaşırtıcı değil. AB ve Avrupalıların arzuları ve yapabilecekleri arasında derin bir uçurum, bir güç uçurumu var. Ancak Avrupa’nın yanı başında olduğumuzdan biz, AB başkentlerinin sadece çikolata üretmediğini de biliyoruz.

Eski sömürgeci projeler

Uçak, tank, silah da üretebiliyorlar. Bu nedenle Amerikan akademisinin “capacity gap” (güç yetersizliği) deyip geçtiği meselenin daha dallı budaklı bir sorun olduğunu tahmin ediyoruz. AB ve Avrupalı ülkeler, jeopolitik değişimin getirdiği sorunları çözmekte yetersizler, hatta odağımıza günlük pazar alışverişinden ziyade bu sorunları alırsak göreceğimiz üzere fakirler ve zenginleşme umutları da kısır siyasetin içerisinde yitip gitmiş ya da eski sömürgeci projelere bağlanmış durumda.

Bu ortamda AB/Avrupalılar radikalizme (üstelik demokrasinin radikalleşmesine değil doğrudan radikalizme) kapı açan Batılı memnuniyetsizlerin yarattığı sorunları da çözebilmiş değil. Dünden bugüne fark sadece şu: Dün bu memnuniyetsizlik Avrupalıları DEAŞ’a katılmaya teşvik ediyordu, bugün çözüm olarak önlerine koyulan yarı milliyetçi yarı emperyalist kısmen ırkçı söylemi yutup kendilerini fakirleştiren, koronavirüs salgını sırasında unutan liderlere oy vermeye teşvik ediyor. Oylarının boşa gittiğini görenler sarı yeleklerini de giyebilirler, sonuçta ne yaparlarsa yapsınlar Le Pen’in Macron’u onayladığı bir dünyada yaşayacaklar.

Türkiyesiz genişleme yanlıştı

Küresel İngiltere ve Trump Amerika’sı AB’nin jeopolitik beceriksizliklerine katlanamadıklarını çoktan açıklayıp, kendi başlarına stratejik hamleler yapmaya başladılar. Sözün özü Brexit sonrası çıkarları NATO’dan bağımsızlaşan ya da çeşitli sebeplerle NATO’yu işlemez hale getirebilecek krizler yaratan AB’nin ne işe yarayacağı bilinmiyor. Üstüne üstük ortak bir güvenlik ve dış politika gündemi ve pratiği geliştiremeyen sadece üyelerine destek açıklaması yapan AB kurumlarının inisiyatifi akıllıca ya da akılsızca hırslı politikalar benimseyen liderlere kaptırma ihtimali artıkça bu tür krizlere yakalanma ihtimali de artıyor Brüksel için. Sonuçta tüm sorun yumağının farkında olan, kapıya Moğolların değil sorunların dayandığını bilen Almanya’nın elinde de sihirli bir değnek yok. Daha önemlisi bu sorunlar yumağının uç veren başlıkları, terörizmle mücadele, mülteciler ve enerji işbirliği ile refahın artması meseleleri, bugünün jeopolitik düzeni ve güçler dengesinde Türkiyesiz çözümlenemez. Berlin’in sadece akılcılık ve arabuluculuk ile çok fazla yol alamayacağı hem Libya hem de Yunanistan-Türkiye anlaşmazlığında görüldü zaten. Zamanında AB ve Avrupa’nın Türkiyesiz genişleme tercihin (bu tercihi AB, Annan referandumu sonrası KKTC’yi dışlayıp GKRY’ni içine alarak perçinlemişti) yol açmış olduğu jeopolitik yanılgı bedel ödetmeye devam ediyor. Avrupa’nın bu yanılgıyı düzeltecek yeni, alternatif, cesur bir jeopolitik anlayışa ve bu konuda Türkiye’yi kendisine inandırmaya ihtiyacı var. Bu açıdan Doğu Akdeniz krizinin tartışılacağı 24-25 Eylül AB Konseyi Liderler Zirvesi, Doğu Akdeniz krizinden bağımsız bir önem de taşıyor.

Bölünmüş Avrupa

Yukarıda da altını çizdiğimiz gibi AB/Avrupa kendi kendini jeopolitik bir hapishaneye Türkiyesiz genişlemeyi tercih ederek soktu. Elbette ki AB/Avrupa’nın bu tercihi Türkiye odaklı bir yanılgıdan çok Avrupa’nın gücünün Karadeniz kıyıları-Balkanlar ve Doğu Akdeniz’i ehlîleştirmeye yeteceğini düşünmekten kaynaklanan bir yanılgıydı. Avrupalılar sadece Türkiye’yi dışlamayı başarabileceklerini düşünmediler. ABD’yi kendilerine ait bir çıkar alanına ikna edip, Rusya’yı ölümü gösterip sıtma ile oyalayabileceklerini düşündüler. Sonuçta Ukrayna da, İran da, Kıbrıs da ellerinde patladı. Ancak bu üç başarısızlık hanesi içerisinde Avrupa içerisindeki bölünmeyi en açık biçimde gösteren Doğu Akdeniz’de Birliğin bir politika geliştirme konusunda felce uğramasıdır. Hatırlanacaktır, geçtiğimiz ay, Türkiye’nin, TC ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki meşru haklarını savunmak için deniz alanlarında Navtext yayınlaması ile Ankara ve Atina arasında bir kriz patlak vermişti. Önce Oruç Reis’in araştırma faaliyetleri krizin odağındayken zamanla deniz yetki alanlarının sınırlandırma ilkeleri, Adalar denizinde bu ilkenin ne olacağı ve Ege Adalarının gayri askeri statüsü gibi meseleleri de içerecek şekilde kriz farklı meseleleri kapsar hale geldi. Aslında krizin tetikleyicisi yıllara yayılan GKRY ve Yunanistan’ın Adalar denizi ve Akdeniz’deki tek taraflı maksimalist politikaları idi. Ancak son krizin görünüşte maksimalist bile olsa gerçek amacının bu maksimalist talepler üzerinden Ankara’yı caydırıp, son yıllarda kazandığı alanlarda tereddütlü politikalara sevk ettirmek olduğu da anlaşılıyor. Bu yüzden kriz Atina-Ankara krizinden ziyade Türkiye’nin Akdeniz-Afrika’daki varlığından rahatsız olan Macron’un bir hamlesi olarak görüldü. Krizle Türkiye’nin caydırılması sağlanamayınca da Atina-Paris hattı, Ankara’ya ceza kesebilmek için AB’yi devreye sokma yolunu seçti. Sonuçta başarısız bir strateji başarısız AB’ye hediye ediliyordu.

Kucağına Yunanistan, GKRY ve Fransa’nın bıraktığı paketten pasta değil bomba çıkacağını fark eden AB ülkeleri Ankara’ya karşı nasıl bir tutum içine girilmesi gerektiği konusunda ikiye bölündüler. Bir tarafta sertlik yanlısı grup, dolayısıyla Yunanistan, GKRY ve Fransa yer alıyordu. Bu grubun amacı Birlik içinde Türkiye’ye yönelik sert yaptırımlar uygulanmasını sağlamak, yani caydırılamayan Ankara’yı AB eliyle cezalandırmaktı.

Fransa neyin peşinde?

Yunanistan ve GKRY’nin Türkiye’ye karşı ceza peşinde koşması, bu cezayı da Ankara’yı ne kadar yoracağı belli olmayan ama karşılıklı bağımlılık dolayısıyla Ankara kadar AB üyesi bazı ülkeleri de zarara uğratacak yaptırımlar aracılığıyla aramaları çok yatırım yaptıkları Akdeniz hattında kaybetme korkularına bağlanabilir. Ancak Fransız politikası kaybetme korkusu kadar kazanma hırsı ile de motive oluyor. Fransa Ankara’nın Akdeniz-Afrika hattında artan varlığından çok rahatsız. Ankara bu hatta hem devletlere hem de sokaklara seslenerek ümit veren bir aktör. Soğuk Savaş esnasında varlığı olmayan bu coğrafi hatta bu tür bir kaynak olabilmek hiç de mütevazi bir başarı sayılmaz. Üstelik ümit veren bir aktör olarak Türkiye insan kaynağının önünü donanma ve harp kabiliyetleriyle açabiliyor. Eğer Ankara caydırılmaz ve caydırılamadığı için başka bazı AB ülkelerinin, örneğin İtalya’nın dikkatini çeker ve ortaklıklar oluşturabilirse, Fransa sömürgeci geçmişine rağmen çok ciddi bir rekabet ile karşılaşabilir. Avrupa’nın sorunları daha çok para harcamayı gerektirirken kazanç sağlanacak coğrafyaları Fransa aslında başkalarına kaptırmayı, bu başkaları Avrupa’dan olsa dahi istemiyor. Bu nedenle AB üyelerinin Türkiye ile kurabilecekleri potansiyel işbirliğini Ankara’yı/Erdoğan’ı/Türkiye’yi ötekileştirip, radikalleştirerek engellemek istiyor. Ancak 10 Eylül tarihli Med7 Korsika toplantısı Fransa için bu stratejinin çok başarısız bir provası oldu. Ankara’ya karşı yaptırım kararları İtalya, İspanya, Malta ve Portekiz’in itirazlarına takıldı.

Türkiye’ye ihtiyaç var

Daha öncesinde de Yunanistan’ın benzer bir çağrısı sadece güney ülkeleri tarafından değil, Almanya, Romanya, Bulgaristan, Polonya gibi Karadeniz-Orta Avrupa aksındaki bir grup ülke tarafından da reddedilmişti. Kısaca AB içerisindeki uzlaşmacı kampta yer alan İspanya, İtalya, Portekiz, Almanya gibi ülkeler Doğu Akdeniz’de istikrar talep etmekle beraber Ankara ile sorunların diyalog ve müzakere aracılığıyla çözülmesi gerektiğini söylüyor. Hatta uzlaşmacı kamp, Türkiye’nin 2000’lerin başında AB’ye tam üye olarak alınmamasının gerçek bir hata olduğunu kamuoyu ile paylaşmaktan çekinmeyen siyasetçileri de barındırıyor. En son Marton Gyöngyösi’nden bu yönde açıklamalar geldi. Dememiz o ki, Avrupa Parlamentosu’nda Türk Bayrağının yıldızlarını kafaya takanlar olduğu kadar, AB başarısızlığının Türkiye ile birlikte kazanma imkanlarını engellemesinden endişe duyanlar da var. Paris sokakları zaten karışık ve Almanya’da koronavirüs gösterileri sürüyor olabilir ama Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya sokaklarında AB’den duyulan hayal kırıklığı memnuniyetsizliğe dönüşürse, üstüne üstük AB’nin fonlamaya/borç vermeye doymadığı Yunanistan ve GKRY yüzünden dönüşürse Rusya’nın baskısını da hisseden bu ülkeler için AB’yi sorgulamanın zamanı gelmiş demektir. Soğuk Savaş sonrası dünyalarını değiştiren bu başkentler ise bu sorgulamayı istemiyor, hatta mümkünse AB’nin başarılı olmasını istiyor, bu yüzden de Türkiye’ye göz kırpıyorlar.

AB içerisindeki sertlik yanlıları ve uzlaşmacılar arasındaki bölünme bize üç şeyi anlatıyor:

1)- AB Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek konusunda sınıfta kalmış olabilir ama AB üyesi bazı ülkeler Birliğin görünür başarısızlığı neticesinde Türkiye ile daha pragmatik ilişkiler geliştirmenin zemini bulmaya çalıştılar. Kimi bu imkânı Almanya gibi yüksek ticaret hacmi, barındırdığı Türkiye kökenli nüfus ve soyunduğu arabuluculuk rolü nedeniyle yakaladı. Kimi İspanya, Portekiz, İtalya gibi Akdeniz’de Türkiye’nin de içerisinde yer alabileceği bir güney kuşağı işbirliğinin sağlayabileceği getirilerin cazibesi dolayısıyla, kimi de Malta gibi mülteci sorunu ve terörle mücadele stratejisi Türkiye ile işbirliğini zorunlu kıldığından. AB’nin, kendi kurumlarının yarattığı zorluk nedeniyle üye ülkeler üzerinden ikili ilişkiler yoluyla hatta tutmaya çalıştığı tek ülke Türkiye değil. Ancak Türkiye Avrupa’ya o kadar yakın, AB coğrafyasında o kadar etkili ki Ankara ile ilişkilerin kötü olması İrini Operasyonu gibi Birlik politikalarının bile gücünü kısıtlıyor.

2)- Fransa; art arda bölgede yaptığı tatbikatlarla, Macron’un Türkiye ve Erdoğan’a yönelik hadsiz ve içi boş söylemi ile, Lübnan ve GKRY’ne sağladıkları veya engel olduklarıyla Doğu Akdeniz’de görünürlük kazanmış olabilir fakat AB içerisinde henüz Almanya’yı aşabilmiş değil. Akdeniz Paktı kurma arzusu Med7 Zirvesi öncesi resmen dillendirildiyse de Fransa AB’nin güney ülkelerini dahi ikna edemedi. Elindeki sopanın sınırları yani Fransa’nın askeri kabiliyetlerinin sınırları demek ki iyi biliniyor ve demek ki 2011 Libya operasyonunun yarattığı fatura başta İtalya olmak üzere kimse tarafından unutulmamış. Zaten Paris bu olumsuzlukları bildiğinden daha kazanamadığı Lübnan pastasını dağıtmaya çalışıyor. Oysa ortalıkta fol yok, yumurta yok.

Şu anda dağıtılabilecek yegâne pasta enerji nakil hatları ve günümüzün Pazar koşullarında Akdeniz’de çıkartılıp Akdeniz’de satılacak doğal gaz kaynakları. Korsika Zirvesi’nde Fransa’nın elindeki havuç, aslında, Akdeniz enerji pastasıydı. Fakat masaya oturanlar Paris’in enerji nakil yolları üzerindeki kontrolünden emin olamadı ki Akdeniz Paktı önerisi masada kaldı.

3)- AB ülkelerinin bir kısmı enerji nakil hatları meselesinde ya da bölgede oluşabilecek doğal gaz pazarında Türkiye’nin elinin güçlendiğinin farkında. Türkiye büyük bir tüketici, bulduğu ve bulabileceğini düşündüğü gaz yataklarıyla geliştirebileceği kabiliyetleri (sondaj, spot piyasa, depolama alanları vb) Ankara’yı oluşacak bölgesel gaz pazarının en değerli üyesi yapıyor. Üstelik son 10 yıl gösterdi ki Türkiye’yi dışlayarak oluşturulan ve deniz yetki alanları anlaşmazlıkları çözülmeden ortaya konulan projeler başarısız oluyor. Projeler başarısız oldukça başarısız aktörlerin enerji nakil yolları üzerindeki kontrolü azalıyor. Yunanistan’ı ele alalım: TürkAkımı’nın ikinci hattını Bulgaristan’a kaptırdığı yetmezmiş gibi henüz EastMed’de de bir arpa boyu yol kat etmedi. GKRY ve İsrail Fransa kanalıyla BAE’ni Akdeniz’e getirmiş olabilirler ama daha gazlarını Avrupa pazarına getirmeyi başaramadılar. Eğer bu aktörler ve anlaştıkları çoğu Avrupalı şirket su yerine gaz içmeyeceklerse pazarın yeni üretici adayı, gazı gazla pazarlık edebilecek tüketicisi Türkiye’yi hesaba katmak zorundalar. Öyleyse Fransa’nın fazla vakti kalmadı.

Kendi ortaçağına yuvarlanacak

Fazla vakti kalmadığını hisseden Paris’in kendisine yapılan tüm telkinlere rağmen sertlik yanlısı tavrını terk etmesini beklemiyoruz. Gerçi Macron bile Med7 başarısızlığı sonrası Ankara ile diyalog kurulmalı dedi, ancak Fransa, Libya-Afrika hattında Ankara’dan hiçbir teminat almadan sahadan çekilmeyi göze alamıyor. Fransa’nın içine düştüğü kendi stratejisizliğinin tuzağı. Artık sadece tırmandırma için tırmandırma yapan bir aktör konumunda. 25 Eylül’de ne karar çıkarsa çıksın AB içerisinde uzlaşmacı kanat da yaşayacaktır, çünkü AB içerisinde Macron’un pakt hayalleri ve radikalleşme üzerinden satacağı silahlar yüzünden Türkiye ile iş yapma fırsatını tepmenin yaratacağı ekonomik yükü sırtlanmak istemeyenler var. Sonuçta bugünün Türkiye’si geçmişin Roma’sının kapısına dayanan Moğol atlıları değil. AB’yi gölge imparatorluklar filan çevrelemiyor. Buna rağmen AB başarısız ve bölünmüş durumda. Eğer uzun vadede Türkiye ile ilişkilerini rayına oturtmazsa bugünün Moğollarını ya da barbarlarını beklemesine de gerek kalmayacak; uzun vadede Türkiyesiz AB kendi ortaçağına yuvarlanacak.

[email protected]