ABD’ye artık kim güvenir
ABONE OL

ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve gelişinden bu yana giderek artan ABD-İran gerilimi, 2020’nin ilk haftasında yaşanan Kasım Süleymani saldırısı ile yeni bir aşamaya geçti. Daha önce İranlı yetkililere yaptırımlar uygulayan ABD’nin ilk kez doğrudan İran’dan üst düzey bir isme suikast düzenlemesi, iki ülke arasındaki ilişkilerde tarafların açık hedeflere saldırı aşamasına geçmesine neden oldu. Nitekim ABD’nin saldırısını izleyen günlerde İran yönetimi iç kamuoyunun da gösterdiği yoğun reaksiyonun etkisiyle Irak’ta bulunan ABD’ye ait hedeflere yönelik füze saldırıları düzenledi. 

Bu saldırılarda İran’ın temel argümanı misilleme olmuştur. Bu yönüyle Tahran yönetimi ABD’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde saldırı düzenlediğini buna karşın bağımsız bir devlet olarak kendilerine yönelik saldırıya karşı misilleme yapılmasının uluslararası hukukça tanınan bir hak olduğunu vurgulamıştır. Her ne kadar bölgesel politikalarda uluslararası hukuku gözeten bir tutum içerisinde olmasa da İran yönetimi ABD’nin Süleymani’ye yönelik saldırısı sonrasında sıklıkla uluslararası hukuka referans vermiş ve ABD karşısında bu söylemi ön plana çıkarmıştır. 

Meşrulaştırma çabaları 

Tahran’ın bu tutumu sonrası ABD tarafı da söylem düzeyinde bir değişikliğe giderek uluslararası hukuk açısından kendisini zor duruma düşürecek ifadelerden kaçınmaya başlamıştır. Saldırıyı meşrulaştırma çabası içerisinde olan Başkan Trump yaptığı bir açıklamada Süleymani ve beraberindeki Irak’taki Ketaib Hizbullah lideri Ebu Mehdi El-Mühendis’in ABD hedeflerine yönelik büyük bir saldırı planı içerisinde olduklarını iddia etmiş ve bu nedenle bu kişilere yönelik saldırının hukuki açıdan bir sorun teşkil etmeyeceğini belirtmiştir. 

Trump’ın saldırı sonrası uluslararası hukuk bağlamını dikkate aldığı bir başka husus da İran’da 52 hedef belirlendiğini ve gerek görülmesi durumunda bu hedeflere yönelik saldırılar düzenleneceği şeklinde yaptığı tehditle ilgilidir. Bu açıklamasında belirlenen 52 hedef arasında İran’ın kültürel anlamda önem taşıyan noktalarının da bulunduğunu belirten Trump’ın bu ifadesinin “savaş suçu” olarak kabul edilebileceği belirtilmesinin ardından ABD başkanı bu konuda geri adım atmak durumunda kalmıştır. Konuyla ilgili yeni bir açıklama yapan Trump, 1954’te kabul edilen ve ABD’nin imzacıları arasında olduğu Hague Sözleşmesi’ni kast ederek “bazı yasalara göre ABD’nin kültürel varlıklara saldırması uygun olmaz” ifadelerini kullanmış ve İran’la olan çekişmede uluslararası hukuk çerçevesinde hareket edileceği algısını oluşturmaya çalışmıştır. 

Trump’ın Süleymani saldırısını uluslararası hukuk bağlamına oturtma çabaları aslında hukuksuz bir eylemi meşrulaştırma girişimi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim Trump’ın argümanının temel noktası “meşru müdafaa” olarak görülmektedir. Uluslararası hukuk “meşru müdafaa” hakkının kullanılmasına salık vermekle birlikte, bunu “bir saldırının gerçekleşmiş olmasına” bağlamaktadır. Ancak bu noktadaki tanımlamada kısmi bir muğlaklık söz konusudur. Nitekim bazı hükümetler meşru müdafaayı “gelecekte yaşanabilecek saldırıları önleme” amacıyla işletilebileceğini iddia etmektedirler. Meşru müdafaanın farklı şekillerde yorumlanmasının giderek artması üzerine son yıllara gelişen uluslararası hukuk literatüründe gelecekte yaşanacak saldırılar karşısında meşru müdafaa hakkına ancak şu unsurların mevcudiyeti ile salık verilmektedir: Gerçek ve yaşanması an meselesi olmak; meşru müdafaa dışında bir araçla karşı konulması mümkün olmamak; ihtiyat imkanı bırakmamak. Dolayısıyla eğer tehdidin boyutları bu unsurları barındırıyorsa, gelecekte gerçekleşebileceğinden endişe edilen saldırılar veya bunları planlayanlara karşı meşru müdafaa hakkından söz edilebilmektedir. Ancak bu durum yine de uluslararası hukukta tam anlamıyla uzlaşılabilmiş bir ilke değildir. 

Meşru müdafaa ilkesi

Buradan hareketle, ABD yönetiminin Kasım Süleymani saldırısında öne sürdüğü meşru müdafaa ilkesinin uluslararası hukuka uygun kabul edilebilmesi, yukarıda sayılan üç unsura dair kanıtların ortaya koyulmasıyla mümkün olabilecektir. Yaptığı açıklamalarda ellerinde bu yönde deliller olduğunu iddia eden Trump’ın bu delilleri kamuoyu ile paylaşmamış olması saldırının uluslararası hukuka uygunluk çerçevesine oturtulamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla İran yönetiminin bu saldırıları bir meşru müdafaa hakkı kullanımı değil de, savaş sebebi sayılacak askeri bir eylem olarak değerlendirmesi anlaşılabilir bir durumdur. Nitekim bunun üzerine Tahran yönetimi, misilleme hakkını kullanarak ABD hedeflerine saldırılar düzenlemiştir. 

Bu noktada İran’ın misillemesinin beklenenden düşük düzeyde kaldığı da görülmektedir. Halbuki saldırının hemen ardından İranlı yetkililer yaptıkları açıklamalarda ABD’ye karşı ciddi bir saldırı planladıklarını ve hatta 100 hedef belirlediklerini ifade etmişlerdir. Ancak gelinen noktada hem İran’ın misillemesi beklenen düzeyde gerçekleşmemiş, hem de ABD başkanı Trump’ın 8 Ocak akşamı yaptığı açıklamayla tansiyonu düşürmeye çalıştığı gözlemlenmiştir. Buradan hareketle, ABD’nin saldırıyla amaçladığı hedeflere ulaştığı, İran’ın da bu yönde alması gereken mesajı aldığı yorumu yapılabilir. 

Seçim hazırlıkları 

Saldırının zamanlaması konusu da üzerinde düşünülmesi gereken hususlar arasındadır. Nitekim özellikle ABD iç siyaseti açısından değerlendirildiğinde saldırının zamanlamasının dikkatle seçildiği görülmektedir. Öncelikle saldırı Donald Trump’ın görevden azil soruşturmasıyla yüzleştiği bir dönemde gelmesi hasebiyle ABD iç kamuoyuna yönelik bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Nitekim, azil soruşturması ve diğer iddialar nedeniyle popülaritesi gerileyen Trump’ın bu durumu tersine çevirme amacına hizmet edebileceği düşüncesiyle saldırının talimatını verdiği düşünülebilir. Öte yandan bu derece üst düzey bir hedefe saldırı düzenleyerek Trump, 2020’de gerçekleşecek başkanlık seçiminin kampanyasını da başlatmıştır. Saldırı ile iç kamuoyuna güçlü bir mesaj vermeyi hedefleyen Trump’ın seçim öncesi süreçte daha aktif ve saldırgan bir dış politika çizgisi izleyerek taraftarlarını konsolide etmeye çalışacağı tahmin edilebilir. Benzer süreçlerin daha önceki bazı başkanlar döneminde de gerçekleşmiş olması bu durumu doğrular niteliktedir. Süleymani saldırısının zamanlamasının bir başka boyutu ise İran’la ilgilidir. ABD yönetimi saldırıyı İran’ın hem içeride hem de bölgesel politikalarda sıkıntılarla boğuştuğu bir dönemde gerçekleştirmiştir. Bu zamanlama tercihi, Washington’un İran’a yönelik hasarının daha büyük olmasını hedeflediği şeklinde yorumlanabilir. Ancak  sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde suikastla ilgili farklı değerlendirmeler de akıllara gelmektedir. 

İki olumlu sonuç 

Her ne kadar İran rejimi açısından hayati bir figürün kaybı olarak görülse ve toplumsal bir travmaya yol açtıysa da, Süleymani suikastı İran rejimi açısından iki önemli ve şaşırtıcı bir şekilde, olumlu sonuç doğurmuştur. Bunlardan ilki saldırı sonrası süreçte İran rejimi içerideki muhalif dalgayı savuşturma şansı yakalamış, ikinci olarak da Irak içerisinde İran nüfuzuna yönelen tepkiyi tersine çevirdiği bir ortam ortaya çıkmıştır.   

Şöyle ki, İran, 2019’un Kasım-Aralık aylarında 1979’dan bu yana gördüğü en kanlı protestolara sahne olmuştur. Rejim karşıtlarının geniş kitleler halinde düzenlediği protestolar nedeniyle en az 200 kişi hayatını kaybetmiştir. Rejime karşı yıllardır biriken öfke, belki de ilk kez bu kadar yoğun biçimde kitleselleşmiş ve rejimin devrilmesine yönelik ciddi bir tehdit oluşturmuştur.  

Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve sonrasında yaşanan travmatik hadiseler, ülkeyi bir taraftan matem havasına sokarken, diğer taraftan da İran’da rejime karşı protestoların bir anda unutulmasına yol açmıştır. Ahvaz, Tahran ve Kirman’da düzenlenen geniş katılımlı törenler özellikle rejimden beslenen toplumsal kesimleri kenetlerken, çıkan arbedede ve uçak kazasında onlarca kişinin hayatını kaybetmesi matem havasını daha da derinleştirmiştir. Sonuç olarak birkaç hafta önce rejime karşı sokaklara dökülen İranlılar, Süleymani’nin ölümünden duyulan hüzün ve ABD’ye duyulan öfke nedeniyle, rejimle olan hesaplaşmalarını bir anlamda ertelemişlerdir. Bu da rejimin varlığını devam ettirebilmesi adına önemli bir kazanım olarak görülebilir.    

Benzer bir durum İran’ın Irak’taki nüfuzu açısından da söylenebilir. İran’ın son dönemde giderek etkisini artırdığı Irak’ta Ekim ayında başlayan protestolar büyük oranda Tahran yönetiminin ülkedeki nüfuzuna yönelik duyulan tepki nedeniyle alevlenmişti. Protestolarda kimi zaman Hizbullah bayrakları yakılmış, kimi zaman İran’a ölüm sloganları atılmıştır. Yüzlerce protestocu, kim oldukları belli olmayan kişilerce öldürülmüş ve gelişmeler sonrasında İran’ın ülkedeki nüfuzunun sona ermesine yol açacak gelişmeler yaşanmıştır. Süleymani ve beraberinde üst düzey Iraklı Şii figürlerin öldürülmesi, Irak’ta ABD’ye yönelik tepkinin hızla artmasına neden olurken, Irak parlamentosu ABD askerlerinin ülkedeki varlığının sonlandırılması yönünde bir yasa kabul etmiştir. Öyle ki ABD’nin askerlerini ülkeden çekmesi konusu bile tartışılmaya başlanmıştır. Sonuç olarak suikast sonrasında hem ülkedeki İran karşıtlığı ile öne çıkan protestolar sona ermiş, hem de İran’ın nüfuzunun daha da konsolide olduğu bir sürece girilmiştir. 

Siyasi sonuçları itibariyle Kasım Süleymani’nin öldürülmesi hem İran rejimi hem de Trump yönetiminin, iç siyasetlerinde kendilerine yönelik farklı gerekçelerle oluşan tepkileri savuşturma vazifesi görmüştür. Bölgesel düzeyde ise İran rejiminin Irak’taki varlığı daha da konsolide olurken, ABD’nin güvenilmez bir aktör olduğu algısı daha da güçlenmiştir. Bunda ABD yönetiminin hukuki açıdan ikna edici gerekçeleri olmadan planlanan bir saldırıyı üçüncü bir ülkede, o ülkenin onayı olmadan gerçekleştirerek uluslararası hukuku net bir şekilde ihlal etmesi etkili olmuştur. Öyle ki bu durum Irak yönetimi tarafından “Irak’ın meşruiyetine açık bir saldırı” olarak tanımlanmış ve Washington’a sert tepki gösterilmiştir. 

@numanis