Adalet hakkı
ABONE OL

Adalet kavramını tarihsel, kültürel, -Rorty'nin ifadesiyle söylemek gerekirse olumsal- içeriğiyle tedavüle sokan kullanımlardaki muğlaklığa ilişkin bir rezerve sahip olduğumuzu öncelikle belirtmekte fayda var. Her şeyin yerini bulması, herkese hak ettiğinin verilmesi gibi dolaylı ve ucu açık tanımlamalar, adalete ilişkin sorunları tevzih etmede epeyce klişe ve hatta retorik düzeyde kalmaktadır. Dahası toplumsal, cinsel, etnik, dini eşitsizlikleri neredeyse doğallaştıran adalet anlayışlarının tarih boyunca ve halen var olduğunu biliyoruz. Eşitlik kavramıyla birlikte bu ele avuca gelmeyen kavramın forsunu yavaş yavaş kaybetmeye başladığını, en azından ciddi bir anlam değişmesine maruz kaldığını görüyoruz. Eşitlik parametresi adalet kavramlaştırması için artık etkin bir şekilde devreye sokulmakta, kavram böylece daha somut bir mahiyet kazanabilmektedir. Hatta muamele ve fırsat eşitliği gibi parametrelerin giderek daha yetersiz kaldığı bir dönemin eşiğinde olduğumuz da doğrudur. Reel problemlere verilen toplumsal ve entelektüel reaksiyonlar günden güne fiili eşitlik veya sonuç eşitliği kavramlarını daha anlamlı ve ilgi odağı haline getiriyor. John Rawls gibi liberal entelektüellerde bile bunun bariz işaretlerine şahit oluyoruz. Yine önde gelen liberal akademisyenlerimizden Mustafa Erdoğan'ın altını çizdiği üzere, "Bir adalet ilkesi olarak eşitliğin muamele eşitliğinden ibaret olmadığı ve toplumda değerlerin eşitlikçi bir şekilde dağıtılmasının da adaletin bir gereği olduğu düşüncesi bir hayli yaygındır" (Muhafazakar Düşünce, sayı: 15, 2008). Büyük ölçüde modernitenin insanlığa bir armağanı olan eşitlik düşüncesi, beraberinde adalet diskurunun gücünü artırırken onu aynı zamanda dönüşüme uğratmaktadır. Yine de söz konusu dönüşümün henüz alacakaranlık günlerinde olduğumuz muhakkak. Reel siyasetin dünyasında/tasarrufunda ise kavram mültecilik, açlık ve yoksulluk sorunları odağında çok daha daraltılmış bir anlama ve içeriğe matuf olabiliyor.

Sorunsallaştırma biçimi

Adalet tasavvuru ve talebinin dünyada var olan, yer yer daha fazla öne çıkmaya başlayan eşitsizliklere ve insanlık trajedilerine karşı bir reaksiyon şeklinde ortaya konulması, pragmatik yaklaşımın sanıyorum en tipik tezahürlerinden biridir. Daha güvenli, istikrarlı bir dünya ile beraber yoksulluk ve zenginlikleri daha makul bir seviye getirme arzusuyla dillenmektedir. Dolayısıyla daha iyi ve tahammül edilebilir, vicdanen bizi daha huzurlu kılacak bir dünyayı hedefliyor diyebiliriz. Reel dünyanın ve siyasetin perspektifinden bakıldığında pekala buna şükür denebilir, daha fazlası içinse daha yeni ve ileri momentleri beklemek icap edebilir. Ancak bunu neo-liberal hegemonyanın süregiden politikalarından ve güçlerinden beklemek ciddi bir paradoks olmalı. Oysa neo-liberal dünyanın hakim aktörleri, sistemin sürdürülebilirliği adına bu kabil paradokslarla baş etme konusunda eminiz ki büyük efor sarf etmektedirler. En azından çeşitli toplumsal ve siyasal dinamikler, sistemin rehabilitasyonuna yönelik girişimleriyle belli bir etki alanını az veya çok oluşturmaktadır. Burada düşünmeye değer asıl mesele ise, adalet talebinin tam da böylesi bir rehabilitasyona müteallik olarak öne çıkması, dolayısıyla neo-liberal sistemin (kapitalizmin) paradokslarını tahfif edecek bir pragmatizmle kendisini göstermiş olmasıdır. Bu pragmatizmi aşabilmek için adalet talebini "Başka bir dünya mümkün (mü?)" mottosu/sözcesi ile sistem dışı yeni ufuklara doğru açımlama ve tahkim etmeye ihtiyaç vardır. Sistem içi arayış ve reaksiyonların pragmatizme hapsolması kaçınılmaz olduğu kadar, giderek sistemle bütünleşmeyi beraberinde getirmesi işten değil. O yüzden, adalet tasavvurumuzun reel sistemi kuşatacak bir zaviyeye doğru çekilmesi kolay olmayabilir ama asıl meselemiz olarak tespit edilmelidir.

Sistemin iki yüzlü doğası

Dolayısıyla adalet kavramının sahici bir zeminde bütün ahlaki ve siyasi içerimleriyle ikmal edilmesi büyük önem taşıyor. Neo-liberal ideolojiyle ciddi bir hesaplaşmayı yapmadan bunu başarabileceğimizi ise pek sanmam. Yaşadığımız ideolojik hegemonya, vicdanımızın sesiyle şekillenen adalet tasavvurumuzu baskılayarak sistem dışına çıkma enerjimizi sürekli kayba uğratmakta. Sistemin tabir caizse ikiyüzlü doğası, bizim ahlaki ve siyasi plandaki değerler hiyerarşimizi alt üst ederek son kertede reel dünyaya ram olmamıza yol açıyor. Wendy Brown, toplumsal değerlere dahası "toplumsal sözleşmeye" rağmen liberal demokrasinin adalet ufkumuz üzerindeki ketleyici etkisini, sermaye kavramına yaptığı göndermeyle çok anlamlı bir şekilde dile getirir: "Yaptığımız her şeyde, bulunduğumuz her ortamda insan sermayesi şeklinde göründüğümüzde, başkalarıyla aramızdaki doğal varsayılan ilişki eşit olmaktan çıkar. Dolayısıyla eşitlik, neoliberalleşmiş demokrasi için bir a priori veya asli unsur olmaktan çıkmaktadır... İnsan sermayesinden oluşan bir demokraside eşit muamele veya eşit koruma değil, kazananlar ve kaybedenler vardır. Bu bakımdan da toplumsal sözleşme tersyüz olmaktadır" (Halkın Çözülüşü, sh: 46, Metis Y.). Kapitalist-liberal realite, ortak değerlere dayalı bir toplumsallaşma ve siyasallaşma imkanını berhava etmekte, daha önemlisi bu değerlerin yozlaştırılarak hakim iktisadi aklın ve normatiflerin kontrolü altına girmesini dayatmaktadır. Sistemi daha kabul edilebilir, makul bir çizgiye taşımak adına yapılan düzenleme, düzeltme, iyileştirme girişimleriyle temin edilebilecek bir adalet belki hiç yoktan iyidir, gerçekçi bir adım olarak son derece elzemdir de, zira burada söz konusu olan tek tek insan hayatlarıdır, sistemde radikal bir değişimi bekleyecek kadarsa ne lüksümüz ne de kısa vadede böyle bir umudumuz vardır. Pragmatik politikalar bir aciliyet ve sorumluluk olarak kendisini icbar ediyor. İdeolojik dogmatizm/püritenizm ve mücadele stratejisi açısından yapılabilecek itirazları bir kenara koyarak buna yetmez ama evet diyebiliriz rahatlıkla. Ancak adaleti ve onun bir olmazsa olmazı olan özgürlüğü gerçekten de siyasetimizin birinci meselesi haline getirme konusunda güçlü, kararlı ve tutarlı bir duruşu göstermeye devam etmediğimiz takdirde, bunun sistemi sorunsallaştıracak bir zemine kavuşmasını bekleyemeyiz.

Küresel bölünme

Açlık ve yoksullukla mücadele etmeye, aynı zamanda eşitsizlikleri daha kabul edilebilir hale getirmeye dayalı politik bir hedef, yetkin, ileri bir adalet tasavvurunu hayata geçirmeye yetmeyecektir. Adil bir dünya hedefi için pragmatik ihtiyaçları aşan çok daha geniş ufuklu bir perspektifin peşine düşmek gerekir. İnsan hakları kavramının üst değer olduğu bir çağda, adaletin en temel ve en koşulsuz insan hakkı olarak temyiz edilmesi, bununsa tabii ki pozitif bir eşitlik anlayışı doğrultusunda toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel olmak üzere bütün boyutlarıyla tezahür ettirilmesi, insanlığı bekleyen büyük dönüşümün muhtemelen en önemli hareket noktasını teşkil edecektir. Başka bir dünyaya giden yol, büyük ölçüde buradan geçecek gözüküyor. Neo-liberal hegemonyayı, güçlü, sahici bir adalet perspektifiyle yapı-bozuma uğratılabilir.

Küresel dünya, başka ifadeyle küresel kapitalizm, bütün o gücüne rağmen kendi çıkmazına giden yolun taşlarını da bir taraftan döşüyor. Kompleks, çok faktörlü bir süreç olmasına rağmen küreselleşmenin neo-liberal sistem açısından tekinsiz bir geleceğe doğru yol aldığını söylemek en azından absürt bir öngörü olmayacaktır. Pandemi vakıasının süreci ne şekilde etkileyeceği hala bir muamma olmakla beraber, eşitsizliğin küresel göstergelerini daha bariz, kabul edilemez şekillerde açığa çıkardığını ve insanlık vicdanında negatif aksülameller meydana getirdiğini fark edebiliyoruz. Oysa küresel eşitsizlik, sanayileşme devriminden bu tarafa gelişmekte olan ve Wallerstein'in ifadesiyle dünyayı merkez ve çevre şeklinde ikiye bölen konvansiyonel bir realite. Uluslararası örgütlerin görünürdeki iyileştirici çalışmalarına rağmen değişmeyen bu realite, Z. Bauman'ın Eriz le Boucher'den aktararak ifade ettiği gibi 11 Eylül olaylarından sonra neredeyse meşru ve tam anlamıyla olağan bir hal aldı. Ancak bu şekilde "Dünya biri zengin, modern anti-balistik füze sistemlerinin arasında güvende olan, diğeriyse kendi savaşlarına ve arkaizmlerine terk edilmiş iki dünyaya bölünemez. 11 Eylül'den sonra zenginler ve sözde güvende olanlar zenginliklerini koruyup güvende olmayı istiyorlarsa, uzaklardaki ülkelerin artık kendi anarşilerine terk edilmeyeceğini anlamalılar" (Kuşatılmış Toplum, sh: 129-130, Ayrıntı Y.).

Değişen trendin vecibeleri

Küresel adaletsizlik sadece sistemi tehdit etmekle kalmayıp kendini güvende hisseden herkes için daha fazla tekinsiz hale gelmektedir. Gerek gelir adaletsizliği gerekse iyi, güvenli hayat konusundaki eşitsizliklerin, periferideki toplumları bundan sonraki süreçte daha fazla harekete geçireceğini beklemek hiç de ucuz bir kehanet sayılamaz. Büyüyen mülteci vakıası bunun semptomlarından belki de sadece birisi. Eşitsizliklerdeki görece iyileşmelerin süreci ne yönde etkileyeceği ise artan küresel farkındalıklar dolayısıyla epey müşkül görünüyor. Diğer taraftan Bauman'ın ifade ettiğine, eşitsizlik vakıasının karakteristiğinde bugün önemli bir değişimi de yaşıyoruz, şöyle ki eşitsizlik bir yön ve yer değiştirme trendine girmiş durumda: "Uluslar arasında artıp uluların kendi içinde sabit kalan veya azalan eşitsizlikten, uluslar arasında azalıp ulusların kendi içinde artan eşitsizliğe geçiş trendi" (Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?, sh: 15, Ayrıntı Y.). Değer, coğrafya, insan gözetmeyen sermaye, sonunda doğduğu toprakların insanlarını da vurmaya başlamış gibidir. Gerçi söz konusu trendin ne kadar gerçekçi ve uzun vadeli olacağından emin olamayız, olmamak lazım, ancak neo-liberal politikaların beyaz ve mavi yakalı olmak üzere emekçi sınıfların nerdeyse tamamını prekaryalaştırdığı bir süreci yaşadığımız ortada. Vahşi kapitalizmin başka formlarda bile olsa bugün yeniden hortlamış olduğunu söylemenin kuru bir hamaset olmadığını idrak etmek için ekonomiye ve çalışma hayatındaki değişimlere hassasiyetle bakmamız yeterli ve şarttır. "Tuzu kuru olanlar"la geniş anlamda "ayakta kalma mücadelesi verenler"den oluşan bölünmüş bir toplumsal yapı, adalet meselesini nereden, nasıl ele almamız gerektiği konusunda önemli bir uyaran kabul edilmeli. Prekaryalaşmanın güven ve istikrar ortamının yanı sıra toplumsal, ahlaki değerlerimizin de iyice altını oyduğu bir süreçte, adaletin kırmızı kartını kime, nereye göstermek gerektiği konusunda artık daha cesur olmaya ve yüksek bir idrake ihtiyacımız var.

Adalet meselesine ne şekilde ve ne kadar sahip çıkacağımız, başka bir dünyaya dair ufkumuzun da göstergelerini oluşturacaktır. Adalet hakkı, eşitlikçi koşullarıyla birlikte küresel dünyayı belki de giderek trajik bir sürece doğru sürükleyecek en başat, en tartışılmaz değerlerden biri olarak öne çıkma ihtimalini koruyor.

[email protected]