Anti-felsefenin yoksul ve tartışılmaz kralı
ABONE OL

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında yaşamış Friedrich Nietzsche, gerek hayatı gerekse ileri sürdüğü düşünce ve görüşlerle Martin Heidegger’den Michel Foucault, Gilles Deleuze, Georges Bataille, Sarah Kofman, Pierre Klossowski, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Luce Irigaray’a kadar bir dizi düşünürü uğraştıran bir meydan okuyucu figürdür. Çağdaş kültürde birçok Nietzscheizm türü olduğu gibi bir o kadar da anti- Nietzscheizmlerin olduğunu söylemek mümkün bu bakımdan. Nietzsche’nin meydan okuyuşuna verilebilecek cevapların çeşitliliğini yansıtan Nietzscheizmler ve anti-Nietzscheizmlerin tamamının sahtekârlık olduğunu düşünmek de mümkün.

Platon hastalığı

Çağdaş kültüre egemen birçok kavram ve düşünceye bir şekilde rengini veren, nihilizmden sanat ve trajediye, tarih ve dinden değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiği tezine kadar birçok meydan okuyucu düşünce ileri süren Nietzsche’nin karmaşık görüşlerini tek bir başlık altında toparlamak handiyse mümkün değildir. Onun eseri sorgulamaya son derece dirençli, her türlü yorumlamayı kolayca yoldan saptıracak kadar girift, dolambaçlı ve bir o kadar da kışkırtıcıdır. Bildik anlamıyla bir filozof değildir Nietzsche, bunu biliyoruz. Peki ama hangi anlamda ona filozof diyeceğiz; ya da o bunu ne kadar hak edecek, üstüne alınacak yahut bu tanımlamaya ne kadar sığacak? Nietzsche söz konusu olduğunda bütün bu nitelemelerin bir müddet sonra anlamını yitirdiğini de görüyoruz.

Avrupa’nın Platon hastalığından kurtulması gerektiğini, filozofun suçluların suçlusu olduğu ileri süren Nietzsche’nin ürettiği metinlerin bir tür “anti-felsefe” olarak anlaşılması mümkün. Nietzsche’nin hangi anlamda bir filozof ve anti-filozof sayılabileceğine ilişkin söz söylemek de pek kolay değil.

Bir mutlak kırılış

Nietzsche’yi ve düşüncesini 1888 yılı ve sonrasında yazdıklarıyla yorumlayan Fransız felsefeci Alain Badiou, Nietzschecil felsefi edimin “bir mutlak kırılış, bir katıksız olay” olduğunu ileri sürüyor. Badiou’ya göre bu olay, insanlık tarihini kırıp ikiye bölmeyi ve eski değerlerin karşısına eksiksiz bir olumlayıcı yeniliğin gelişini sağlamayı içeriyor. Heidegger’in Nietzsche’nin nihilizmin üstesinden gelmeye çalıştığı yolundaki yorumunu kabullenmeyen Badiou, Nietzsche’nin hazırladığı bu olayı Fransız devrimiyle mimetik bir rekabet boyutuna sahip bir felsefe kurma tasarısı olarak yorumluyor. Bu anlamda özellikle Platon’la simgelenebilecek klasik felsefeyi yerle bir ederek yepyeni bir felsefe kurmaya çalışan Nietzsche’nin ne kadarıyla bir filozof ve ne kadarıyla bir anti-filozof olarak belirlenebileceğine ilişkin bir okuma Badiou’nun gerçekleştirmeye uğraştığı.

1992 ila 1993 yıllarında verdiği Nietzsche seminerlerinin kitaplaştırılmış hali olan eserinde Badiou, araştırmasının merkezine ömrünün son yıllarını yaşayan Nietzsche’yi, onun Ecce Homo, Nietzsche Wagner’e Karşı, Putların Alacakaranlığı gibi eserleriyle, Dionysos, Çarmıha Gerilen, Ariadne diye imzalanmış pusulalarını koyarak Nietzsche’nin “mütevazı tümel devrimi”ni irdeliyor. “Tanrı olmaktansa Basel’de profesör olmayı” tercih ettiğini itiraf eden Nietzsche için “anti-felsefenin yoksul ve tartışılmaz kralı” unvanını layık gören Badiou, eserlerine olmasa bile Nietzsche’nin kişiliğine hayran olduğunu da itiraf etmekten çekinmiyor.

@uzakkoku

Sekülerleşme anlatılarına farklı bir yorum

Öteden beri sekülerleşme etrafında sürdürülen bir tartışma vardır. Bu tartışmalardaki genel eğilimlerin süreci din-dışı etkenlerle açıklamak şeklinde olduğu düşüncesiyle Avrupa sekülerleşmesinde Hıristiyanlığın, özellikle Katolikliğin özgül kavramlarının, kurumlarının ve din adamlarının bu süreçte oynadıkları aktif rolü kendine çıkış noktası seçen Taceddin Kutay’ın çalışması, sekülerleşme sürecinin teolojik bir arka planı bulunduğunu iddia ediyor. Öyle ki Katolikliğin kendi iç dinamikleri söz konusu sürece din-dışı faktörlerden yer yer daha fazla bir etkiye sebep olmuştur. Batı Hıristiyanlığına kendi kavramsal alet çantasıyla yaklaşan Kutay’ın çözümlemeleri bu bakımdan son derece ilgi çekici.

Sekülerleşmenin Hristiyan Kökleri, Taceddin Kutay, İz, 2020

İflah olmaz oryantalistin kıyaslamaları

Hemen hepimizin kendimize sorduğumuz bir sorudur bu: Yüzyıllar boyunca hem askerî ve ekonomik anlamda hem de uygarlık sanatları ve bilim gibi alanlarda öncü rolde olan İslam dünyası neler oldu da “barbarlığın” ve “dinsizliğin” karanlığına batan, öğrenilecek ve korkulacak hiçbir şey barındırmayan yer olarak gösterilen Hıristiyan Avrupa karşısında geri kaldı? Her şey nasıl ve niye bu kadar çabuk değişti? İslam dünyasının yaşananlara karşı hissettiği acılar eşliğinde gösterdiği tepkiyi kışkırtıcı bir şekilde irdeleyen Bernard Lewis’in kitabını 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının hemen akabinde yayınladığını da hatırlatmalı. Lewis kitabında 18 ile 20. yüzyıllar arasında Batı ve Ortadoğu kültürleri arasındaki çarpıcı farklılıkları da inceliyor.

Hata Neredeydi?, Bernard Lewis, çev. M. Murtaza Özeren, Kronik, 2020