Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
Terör devleti İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah üyelerine çağrı cihazları üzerinden gerçekleştirdiği saldırıdan sonra yerli ve milli teknoloji tartışmaları yeniden gündeme gelmeye başladı. Her ne kadar artık dünyanın hiçbir yerinde Batı tekniğine "gavur icadı" deyip karşı çıkan "gelenek takipçisi ilkeli" birisi kalmadıysa da bu olay konunun önemini tekrar hatırlattı. Sanayi devrimi, teknolojik gelişimle taçlanınca Batı Avrupa, dünyanın geri kalanına karşı çok kritik hiyerarşik üstünlük ve konum elde etti. Onun bu başarısı diğerlerinin gözünde sorgulanmaz bir hal aldı. Gelişmek isteyen, ilerlemek için çabalayan, zenginleşmek isteyen ve güçlenmek isteyen her devletin gideceği yol artık bellidir. Buna karşı çıkmanın bir manası kalmadı artık. Karşı çıkmak yerine ya taklit etmek ya da oradaki üretim biçimini transfer etmekten başka yol kalmamıştı. Nitekim öyle de oldu. Batı'dan aldıkları teknolojiyi kendi kültürüne uydurup (arabaları bile çekik gözlü yapıp) geliştirmek isteyenlerin tipik örneği Japonya'dır ki bugün Japonya'da kadınların neredeyse yüzde altmıştan daha fazlası Batılılar gibi görünmek için gözlerine estetik operasyon yaptırıyor.
Batı'yı taklit ve transfer konusunda dünyadaki en tipik ülkelerden birisi de bizim ülkemizdir. Kör bir taklit ve şekilci bir özentiden öteye geçmeyen bir Batılılaşma serüvenidir bizimki. Halen bu konunun konuşulup tartışılması ancak dar akademik çevrelerde ve dost meclislerinde mümkündür. Zira konu halihazırda bile içinde gericiliğin, yobazlığın, geri kalmışlığın, Araplığın, Ortadoğu bataklığının mevzilendiği yaşamsal bir mevzidir. Osmanlı'nın dağılma sürecinde maceracı İttihatçıların ve Cumhuriyetin kurucu elitlerinin halka zorla dayattıkları "İlerlemek için Batı'nın tekniğini alalım ama kültürü kalsın" formülü ile şekillenen resmi ideoloji, ilk kez Milli Görüş sayesinde Kıbrıs Barış Harekatı'nda uygulanan ambargoyla ve daha sonra da AK Parti sayesinde PKK terörü ile mücadelede sorgulanmaya başlandı. Türkiye başkasının ulağı ile yolculuk yapılamayacağını acı tecrübelerle öğrenmiş oldu.
İsrail'in bu saldırısı sadece ülkemizde değil bütün İslam dünyasında bu konuya ilişkin temel ezberleri bozacak niteliktedir. Konuyu özetleyen geleneksel ifade olan "gavur icadının" içinden gavurluk çıktıktan sonra bunu fark etmiş olmak yüksek maliyetli bir bilgi oldu ama çok kıymetli bir bilgidir artık.
Zira ta baştan beri bu taklitçiliğe itiraz edenlerin temel tezi, her mucidin kendi icadına kendi niyet ve ideolojisini, kendi fikir ve metodolojisini, kendi kültürel ve tarihsel kodlarını bilerek veya bilmeyerek yerleştireceği yönündeydi.
Nitekim öyle de oldu. Teknoloji ile ideoloji arasındaki ilişki esasında hem çok yönlüdür hem de çok kadim bir tartışmadır. Buhar makinasının icadı ile birlikte gerçekleşen yeni seri üretim biçimi, dünyadaki diğer tüm üretim tarzlarını bitirdi. Çünkü her medeniyet havzası, "sanayi devrimi niçin İngiltere'de doğdu" sorusunu sorduğunda karşısında "zira orada hesaplanabilir bir rasyonalite vardır" cevabını bulunca kendi rasyonalitesini bırakıp onlarınkine (İngiltere'ninkine) teslim oldu.
Bu savurucu fırtınaya direnebilecek olan biricik medeniyet ise İslam medeniyetidir ama Müslümanlar İslam'ın bu özelliğinin uzağına düştükleri için onlar da aynı değişim karşısında rüzgarın önündeki yaprak gibi buradan oraya savruldular.
İleride ola ki bir gün Müslüman dünya, bu Batılı seri üretim tarzının mantığına itiraz edip kendi tarihsel kültürüne referansta bulunan alternatif bir yol üzerinde çalışabilir diye de tepelerinde sürekli "İslam terakkiye manidir" diye telkinde bulunan oryantalist tipler belirdi. İslam'ın gericiliğine ilişkin sürekli ve daimi olarak bir kara propaganda yapıldı yapılmaya devam ediyor. Özellikle de bu propaganda yerli işbirlikçiler üzerinden yürütüldü ki daha etkili olsun. Bizimkiler başörtüsü ve namazla uğraşırken elin gavuru uzaya çıktı zevzekliğini her bir Batı işbirlikçisi defalarca dile getirmiştir. Ve hemen devamında da cehaletlerini izhar eden o meşhur cümle gelir; "Müslümanlara ait ilmi bir çalışma var mı ki İslam biliminden bahsedilsin."
Oysa Müslümanların tarihine çok kısa bir göz attığımızda İslam medeniyetinin son derece kuşatıcı ve eklektik bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Zira Kuran-ı Kerim, kendinden önceki ve kendisinden sonraki bütün doğruları tasdik eden ilahi bir kelamdır ve dünyaya da böyle bakılmasını her bir Müslümana emreder. İslam dininde "ilim" kavramının çok farklı bir anlam ve içeriği vardır. İlim kavramı, bilmeye eşlik eden bir ibadettir aynı zamanda. Keza kitap da öyledir. İslam medeniyeti aynı zamanda bir "kitap" medeniyetidir. Müslümanlarda kitaba karşı oluşan sevgi ve saygı başka hiçbir kültürde yoktur. Müslümanların kitaba karşı tutumunda vahyin bir "Kitab" olarak adlandırılmış ve tavsif edilmiş olmasının da etkisi vardır. Müslümanların hayatında ve dünyasında "kitabın" bambaşka bir yeri vardır. Bundan dolayı da İslam, üzerine kurulduğu bütün coğrafyalardaki ve medeniyet havzalarındaki tüm iyilikleri ve güzellikleri içine alan ve onları ihata eden bir dindir. Müslümanlar karşılaştıkları kadim kültür ve medeniyetlerin birikimlerini alarak yeni bir terkibe kavuşturdular. Hatta onu daha da ileriye taşımayı başardılar ki bunun en tipik örneği Yunan felsefesidir. Ortaçağ İslam dünyası Yunan felsefesini onlardan alıp birkaç level yukarıya taşımıştır. Müslümanların hayatı, "kaybettikleri yitik" malları olan "hikmeti aramakla" geçti. Bağdat'ta Şam'da Endülüs'te İstanbul'da Hindistan'da ve dahi Çin'de binbir icat gerçekleştirdiler. Bunu temasta bulundukları medeniyetlerin birikimini sahiplenmek suretiyle gerçekleştirdiler. İslam medeniyeti, Yunanlılardan felsefe ve tıp, Farslardan sanat, Hintlilerden matematik, Mısırlılardan astronomi gibi birikimlerini almış ancak bu basit bir taklit veya kopya şeklinde olmamıştır. Onu geliştirip tüm insanlığın hizmetine sunmuşlardır. Galip geldikleri bölgelerde Müslümanlar, karşılaştıkları kültürleri yok etmeksizin bunları, vahiyle ters düşmeden öz değerlerinin ışığında kendi bilgi, deneyim ve birikimleri ile geliştirerek yeni ve özgün bir medeniyet kurmuşlardır.
Batılı üretim biçimi esasında temel insani ihtiyaçları karşılamayı birinci derecede hedefleyen bir teknoloji değildir, ilk amacı kar elde etmeye matuf ideolojik içerikli bir dönüşüm projesidir ki bu söz konusu sanayileşmenin doğduğu anda da gündem olmuş ve en çok da bizim ülkemizde bu konu tartışılmıştı.
Cumhuriyetin ilk ideologlarından ve ilk resmi sosyoloğumuz olan Ziya Gökalp'ın formüle ettiği "Batı'nın tekniğini alalım kültürü orada kalsın" ifadesi sosyolojik bir realiteye değil ideolojik bir propagandaya işaret eder. Nitekim hiçbir teknoloji, ideoloji bağımsız seyahat etmedi bugüne kadar ve bundan sonra da etmeyecektir.
Her yeni teknolojinin kendi ideolojisini içinde barındırması gerçeğini gölgede bırakan ideolojik baskı tek bir tekniğin yaşamasına imkan tanıdı. Dahası bu durum hem geleneksel teknolojiyi bertaraf etti hem de doğaya karşı aklımızı kullanarak elde ettiğimiz becerilerimizin metodolojisini, yani tekniğin mantalitesini yok etti.
Rivayete göre Çinli bir bilgin seyahat ederken kol gücüyle kuyudan su çekip tarlasını sulayan bir çiftçiye rastlar. Ona der ki "Gel ben sana bir düzenek kurayım. Onunla 12 saatte kuyudan çektiğin kadar suyu bir saatte çıkarabilirim". Çiftçi de der ki "Ben o düzeneği biliyorum fakat geri kalan 11 saati bu işten daha hayırlı bir işle nasıl değerlendireceğimi bilemediğim için yapmadım".
Bugünün teknolojisi hem insanı hem de insanın temel değerlerini paranteze alan bir mantıkla inşa edilmiştir. Zira esas amacı kar elde etmek, insanların yaşamını kontrol etmek ve nihayetinde kendisinden başka hiçbir kutsal tanımamasını sağlamaktır.
Bu teknolojinin alternatifi ise insanlığın menfaatini kazancın önünde gören bir niyetle inşa edilendir. Böyle bir teknoloji ise ancak dini bir saikle yapılabilir ki geçmişteki dindar toplumların icatları da bize bunu göstermektedir.
Özellikle klasik dönem İslam toplumunun geliştirdiği teknolojinin içerdiği anlam ve estetik tam da bahse konu ettiğimiz bir çerçeve sunmaktadır. İslam dünyasındaki icatlar ile diğer kültürlerin icatları arasındaki temel fark mucitlerinin sahip oldukları niyetlerdir. Müslümanlar herhangi bir şeyi icat ederken evvela onun insanların hayatına sağlayacağı kolaylığı ve işlevi düşünürlerdi. Onların çalışmaları ve fikirleri hala da insanlığa hizmet etmeye devam ediyor.
İbn-i Firnas'ın, El Zerkavi'nin, EL Cezeri'nin, Fatıma El Fihri'nin, İbn-ül Heysem'in, El Harezmi'nin icatları günümüz dünyasındaki teknolojiye ilham oldu. Buna rağmen onların adının bile anılmasına tahammül edemeyen bir dünyadayız. Mekanı Cennet olsun, Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca, ciltlerle kitap yazdı İslam bilim tarihine karşı var olan bu pervasızlığı bertaraf etmek için.
Nihayetinde teknik insanın akıl sanatıdır. İnsana bahşedilmiş olan en kıymetli yeteneğinin ürünü olan alet edevatlar onun hayatını anlamlı kılmak ve kolaylaştırmak içindir. İşin içine insan dışı unsurların dahil edilmesiyle işin rengi değişti.
Bugün modern dünyada teknoloji niçin üretiliyor ya da geliştiriliyor? Ya insanların hayatını kontrol etmek ya değiştirmek ya da yok etmek için. Bu teknolojinin bunun dışında bir işlev görmesini beklemek fazla saflık değil midir?
Kendi teknolojimizi üretmemizin gerekliliğini acı ve dramatik bir tecrübeyle öğrenmiş olmamız bizim kusurumuzdur, rakiplerimizin başarısı değildir. Mucidin niyeti icattan bağımsız olamaz. Hangi niyetle teknik geliştirilirse o alet ve edevat o niyete hizmet edecektir. Günümüzün iletişim teknolojisi sahiden insanlar arası iletişim ve diyaloğun daha içtenlikle olması için midir yoksa askeri muhaberat için midir?
Tabii ki askeri muhaberat için keşfedildiler. Nihayetinde de en "sivil olan alet" en kanlı ölüm silahına dönüştü.