Bilim her şeyi bilir mi?
ABONE OL

Evrenin determinist bir işleyişe sahip olup olmadığı meselesi, düşünce tarihi boyunca tartışılagelmiştir. Nedensellik ya da onun daha katı bir yorumu olarak determinizm farklı inanç, kültür ve felsefelerde benzeşik ya da apayrı veçheleriyle vücut bulmuş bir ontolojik bakış açısıdır. Determinizm; insan hayatından tüm canlılara, doğa felsefesinden kozmolojiye kadar geniş bir düşünce ekseninde tayin edici rol oynamıştır. Bu felsefi düşüncenin izlerini Eski Yunan'a -Leucippus, ardından Democritos ve Stoa okulu gibi ekollere- kadar sürmek mümkündür.

Dünya döndükçe mevzu, gelişen bilimsel bilgi ve tefekküre bağlı olarak fizik ve metafizik boyutlarıyla çeşitlenmiştir. Böylece atomculuktan tanrıcılığa, kültürden psikolojiye, genetikten davranışçılığa, nörobiyolojiden nöropsikolojiye varıncaya kadar geniş bir yelpazede teşekkül etmiştir. Fakat hepsinin temel orijinini irade özgürlüğünü yok sayma; insanın davranışları üzerindeki faillik yetkinliğini reddetme ve onu tabiatın doğal nedenselliğinden ibaret görme anlayışı oluşturmuştur. Bu yüzden determinizmi çağrıştıran tüm fikirlere karşı en güçlü tepki, ahlakçılar, hukukçular ve ilahiyatçılardan gelmiştir. Tartışma zaman zaman nazari düzeyde seyrederken bazen de bilimsel hipotezlerin lojistik desteğinde ilerlemiştir. Bugünlerde konu zamanın ruhuna uygun olarak bilimsel bulguların karaltısında tartışılmaktadır. "Karaltı" diyoruz zira ne yazık ki kullanma biçimimizdeki hatalardan dolayı bilim, aydınlatmaktan çok karartmaktadır. Sözgelimi bilim "Tanrı geni"ni bulduğunu iddia ettiğinde problem, nöroteolojik determinizm boyutuyla ele alınmaktadır. Ya da homoseksüellik geni bulunduğuna dair bilimsel -koşulları şeklen taşıyan- bir makale yayımlandığında genetik determinizmin varlığı ileri sürülerek arzulara dayalı bireysel tercihler, legalize edilmeye çalışılabilmektedir. İşin garip tarafıysa bu buluşlar (!) ilk ortaya çıktığında adeta dünyanın yuvarlak olduğunun keşfi gibi büyük sansasyon yaratılmakta, medyanın rüzgarıyla kitlelerin zihinlerinde hakikatmiş gibi yer etmesi sağlanmaktadır. Oysa çok geçmeden bu savların, araştırmanın yöntemsel ya da niyetsel sorunlarından kaynaklı hatalarla dolu olduğu ve yanlışlığı anlaşılmaktadır. Fakat iddianın ilk zuhurundaki tanıtım gücünden yoksun kalan hakikat, evrensel gerçekliğe ulaşmak bir yana sahtelik kadar bile sesini duyuramamaktadır. Kısaca yeni bir "Mozart etkisi" yalanı daha bilimsel bir hurafe olarak dolaşımda kalmaktadır.

Bilginin epistemik değeri

Bu nedenle teorik ya da metafizik oluşundan maada bilimsel muhteva taşıyan hipotezler cevaplanırken öncelikle bilimsel bilginin epistemolojik değerini sorgulamak gerekmektedir. Haddizatında deneysel araştırmalar; amaç, yöntem, kapsam ve incelenen konu bakımından kognitif bir çerçeve çizerek sonuç elde etmeyi amaçlamaktadır. Soruşturmanın sonunda ulaşılan veriler ise çoğu zaman araştırmacının yola çıkarken varsaydığı ön kabullerine ya da kişisel dünya görüşüne bağlı olarak tevil edilmektedir. Nitekim gözlem ya da araştırmayı yapan öznenin, indî görüşünden/dünyasından bağımsız bir sonuç raporu oluşması olanaksızdır. Bilim ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojik aygıtları kullanma oranı ne kadar artarsa artsın nesnellik sorunu bilimsel araştırmaların temel handikaplarından birini teşkil etmeye devam edecektir.

Bir başka ve daha tehlikeli açmaz ise bilim ve teknolojinin insan türünün hayatına getirdiği konfor sayesinde tek meşrulaştırıcı güç olma özelliğini elde etmiş olmasıdır. Bilim bir zamanlar kutsal otoriteler tarafından kutsandıkça geçer akçe sayılırken şimdi kutsalın değerini dahi belirleme yetkisini uhdesine almış görünmektedir.

Tüm dünyayı etkileme gücünü elde eden Batı biliminin yaşadığı bu dönüşümde, Yahudi-Hristiyan kurumsallığının bilimsel düşünceyle sorunlu ilişkisinin hikayesi yatmaktadır. Çok dramatik hadiselerin yaşandığı din-bilim mücadelesinin sonunda bu dinler, zamanla teorik ve pratik düzeyde ciddi bir erozyona uğramıştır. Çünkü Ruhu'l-Kudüs eliyle tashih ve tasrih edilmiş ilahî bilgi, adeta insan ona her dokunduğunda kirlenmiştir. İnsanın gözü gibi sakınması gereken Tanrısal buyruk, aylakların maharetiyle uylukların dar ağacında asırlarca sallanıp durmuştur. Yaratıcıyı onun işleri üzerinden tanımaya; dolayısıyla akletmeye ve bilim yapmaya çağıran çağlar ötesi çağrının sesi kısılmış ve nihayet sessizliğe bürünmüştür. Bilim, felsefe ve özgür düşünceye yönelik kilise baskısı kurumsal bir hâl alınca, düşüncenin dumura/inkıtaya uğraması kaçınılmazlaşmıştır.

Batı'ya taşınan bilgelik

Ancak İber yarımadasındaki Müslüman varlığı ve onların Doğu'dan taşıdıkları bilgelik, Avrupalılar için bu fetret döneminin uzamamasına yardımcı oldu. Özellikle bilimsel düşüncenin olmazsa olmaz prensibi kabul edilen şüpheciliği yeniden Batı mantalitesine sokan İbn Rüşd, Avrupalı kadirşinas bilim tarihçilerinin hâlâ şükranla andığı bir isim olarak hatırlanır. Öyle ki Orta Çağ'ın zihinsel durgunluğu, İbn Rüşd sayesinde XII. yüzyıldan sonra yerini bir dalgalanmaya bırakmış; Aristoteles şarihi olarak bilinen mütefekkirin metinleri üzerine coşkuyla eğilenler, bunu zaman zaman gizlice zaman zaman da aleni bir şekilde yapmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu isimlerden biri "Doktor Universalis" diye bilinen ve Orta Çağ'ın en iyi eğitim almış piskoposlarından biri sayılan Albertos Magnus'tur. Aynı zamanda Dominikan rahip ve filozof olan Magnus, Thomas Aquinas'ın hocasıdır. Doğanın işleyişini Hristiyan geleneği içerisinde meşru bir bilim haline gelecek şekilde tesis ettiği için papalık kararnamesiyle herkesin koruyucu azizi ilan edilen Magnus'a göre hakikat tektir. Vahiy ve bilim ise kendi yöntemleriyle ona ulaşmaya çalışan iki yolu temsil etmektedir. O bunu söylerken açıkça İbn Rüşd'ün bilim ve vahyi "aynı anneden süt emen ikiz kardeşler" şeklinde vasfetmesine atıf yapmaktadır. Thomas Aquinas ise Tanrının varlığını "ispat gerektirmeyecek kadar aşikâr" kabul ettiği için skolastiklerle birlikte anılsa da şu vecizeyi söyleyecek kadar açık fikirli ve zamanının ötesinde liberal düşüncelere sahipti: "Timeo hominem unius libri." Tek kitaplı insandan korkarım. 13. yüzyılda bu sözü serdetmek ancak gerçek bir düşün insanı cesaretiyle açıklanabilirdi. Çünkü onun fikirlerinde de Averroes'un yansımalarını gözlemlemek mümkündü.

Batı düşünce tarihinde İbn Rüşd'den Albert Magnus'a, Aziz Aquinas'dan Descartes hattına kadar her türden bilgiye; Tanrı'nın harikulade işlerini anlamaya yarayan bir araç olarak bakıldığı bir dönem vardı. Bir anlamda varlığa, onu var edeni daha iyi anlamak için yaklaşılıyordu. Bu yaklaşım, bilim yapmaya bugünkünden bambaşka bir amaç ve çerçeve veriyordu.

Bahusus geleneksel müminler için bilgi, modern Batılı zihindekinden çok farklı bir anlam dünyasına tekabül ediyordu/etmeliydi. Mümin, salt pragmatist niyetlerle ya da Bacon'ın değer skalasındaki gibi doğaya hükmetmek adına değil, elde edilen her bilgiyi birer işaret kabul ederek alametten hakikate ulaşmada kullanırdı. Bilgiden istifade etmekle bilgiyi istimal etmek arasında çok temel hermenötik farklılık vardı. İslami epistemolojide de bilginin nihai amacı; hayatın anlamını yakalamak, Allah'ı, onun şaheseri üzerinden daha iyi tanıyarak kulluğu layık-ı veçhiyle ifade ve ifa etmekti.

İnsanın mahiyeti

Bugün çeşitli biyolojik indirgemecilik türlerinde karşımıza çıktığı gibi varlığı bütünüyle maddi evrene hapsetmenin kavramsal darlığı, varlığın gerisindeki hakikate erişmenin önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Bunun için önce ruh demode olmuş, sonra zihnin hatta bilincin varlığı reddedilme noktasına gelinmiştir. İnsanı sıradan bir hayvana indirgeme girişimleri, bilimsellikten öte ideolojik kasıtlar taşımaktadır. Temel ayrışmanın materyalist felsefenin kabulüyle ilgili olduğu açıktır. Varlığı sadece maddeye indirgeyen paradigmaların asıl amacı; metafizik açıklamalara kapıları kapamaktır. Entropi yasasının keşfi, big bang teorisi, kuantum fiziği gibi pek çok yeni gelişme materyalist felsefeyi sarsmış olmasına rağmen modern bilim; epistemolojik bir revizyona gitmeye direnmektedir. Oysa mevcut epistemoloji ile gerek evrenin gerekse varlığın bir bütün olarak kavranması mümkün görünmemektedir. Biyoloji ve fiziğin kavramsal sınırlarından çıkmayarak insan gibi "kim zübde-i âlem" olan bir varlığı tarifte ısrar etmek beyhudedir. Özellikle son yıllarda beyin araştırmalarından yola çıkarak insanın mahiyetini ve manevi tarafını anlamaya yönelik her teşebbüsün akim kalmasının en önemli nedeni, bu epistemolojik düğümün çözülememiş olmasıdır.

Baki selam...

[email protected]

Not: Okuduğunuz yazı, Kader'in (Kelam Araştırmaları Dergisi) 19/1 sayısında yayımlanan "Determinizmin Yeni Savunması: Nörobiyolojik İndirgemecilik" adlı makaleden yola çıkarak kaleme alınmıştır.