Bir kitabın getirdiği 'yeni' bakışlar
ABONE OL

Günümüzün ahlak, felsefe, din, sosyalizm tartışmalarında üzerinde sıklıkla durulan simalardan biri merhum Nurettin Topçu; fakat bu ilgi daha çok onun 1990’ların ikinci yarısından sonra yeniden hatırlanması, kitaplarının tamamına yakınının basılmasıyla gelişmiştir. Kitaplıklarımızdaki kıymetli isimlerin, ona biçtiği değerle birlikte millet, isyan ahlakı, Anadolu sosyalizmi, tasavvuf, siyaset, var olmak konusundaki görüş ve kavramları düşünce tarihi çalışmalarının olmazsa olmazları arasına girdi. 

Hayat ve hatırlama 

Merhum Emin Işık’ın Hareket dergisi çizgisindeki müellifler geleneğinin önemli isimleri arasında bulunduğu konusunda hemen herkes hemfikir olsa gerek. Tohum, İslâm’ın İlk Emri Oku, Nesil ve Keşkül dergilerdeki makaleleriyle Hareket’tekilerin sayısını karşılaştırmak iyi bir başlangıç olabilir. Kanaatlerinin farklı boyutlarını etkili bir şekilde sunduğu Hareket dergisindeki elli küsur yazısına karşın diğer dergilerde yayımlananların ancak bunun yarısı kadar olması elbette sebepsiz değil.  Bununla beraber Işık’ın hakkında bir kitap yazdığı Nurettin Topçu’yu düşüncelerine sadık kalacak biçimde yeniden anlamlandırması ömrünün son yıllarına denk düşer.  Hazırlanıp yayımlanması uzun zaman alan Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası (2019) kitabını müntesipliğin, gündelik hayatın, hatıraların ve düşüncenin mezcedildiği ender çalışmalar arasına koyabiliriz. Hemen söylemek gerekir ki,  eserin adı yazarın alışkanlıkları ve kişiliği ile doğrudan bağlantılıdır. Dikkatle okunduğu takdirde bu kitap, müellifin düşünce dünyasının düğüm noktaları üzerine kurulu bir zaman çizgisi oluşturarak, vefatının ardından yaygın dolaşıma giren anlatılardan bir nebze de olsa uzaklaşmayı dahası etkileşimle şekillenen hayatların bütünlüklü bir çerçevede görünmesini sağlayabilir. 

Müstakil bir önsözün bulunmadığı eserin sunuşunun ilk paragrafı kendinden pek bahsetmeyen, şahsıyla ilgili konularda çok konuşmayan Nurettin Topçu ile ilgili hatıraların önemini belirginleştirmek bakımından dikkate alınmalıdır. Güçlü bir öznellik döneminde yaşadığımızı gösteren sunuş, birtakım eksikliklerin ancak hatırlama yoluyla giderilebileceği fikrine dayanmaktadır: “Bir muallim, bir ahlâk filozofu, bir fikir ve mücadele adamı olarak Nurettin Topçu’nun biyografisindeki boşlukların doldurulması, fikir-ahlâk mücadelesinin tavır ve tahlili için, uzun yıllar yakınında bulunmuş talebelerinin hatıraları ve intibaları ile bizzat kendisinden duydukları bilgilerin yazıya geçirilmesi büyük önem arzediyor. Çünkü Hoca, hayatı ve şahsi tecrübeleri hakkında geriye yazılı olarak çok az şey bırakan mütefekkirlerden biridir. Ayrıca kütüphanesi ve şahsi evrakı-arşivi de bütünüyle intikal etmemiştir.” 

Türkiye meseleleri 

Emin Işık’ın niçin Nurettin Topçu üzerine bir kitap yazdığı da böylece anlaşılmış olur aslında.  Kendisi zaten öteden beri gerek radyo ve televizyon programlarında gerekse gazete ve dergi söyleşilerinde Topçu’yu her vesileyle anlatırdı.  Bu bağlamda Yeni Şafak’ta ve Lacivert’te çıkan iki röportajı kendi hayatı merkezinde hocasını hatırlama biçimini özetliyordu. Son derece akıcı bir üsluba sahip olan Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası’nda Topçu’nun ailesi, okul yılları, Fransa dönemi, doktora çalışması, öğretmenliği, çıkardığı dergi, Denizli sürgünlüğü,   İstanbul’a tayin edilmesi, Celalettin Ökten ve Abdülaziz Bekkine ile tanışması,  Hilmi Ziya Ülken’in yanında hazırladığı doçentlik tezi,  sosyal ve kültürel faaliyetleri çeşitli yönleriyle anlatılır. Bu yönüyle eser Topçu’nun hayatına ve temel görüşlerine kuşbakışı giriş sağlamak suretiyle önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Elbette kitap, Topçu ile sınırlı değildir;  Işık, Türkiye’nin temel meseleleri, dönemin fikri tartışmaları üzerine ucundan kıyısından az çok demeden birtakım yorumlarda bulunmayı da ihmal etmez. 

Sorunlar ve süreklilikler

Bir bütün olarak ele alındığında Emin Işık’ın uzun bir serüven içerisinde şekillenen Nurettin Topçu odaklı metinlerinin birbiriyle yakından ilişkili iki temel hedefi olduğu söylenebilir. Birincisi, Topçu’yu, yaşadığı dünyayı, çalışmalarını ve mücadelesini fikri tüm boyutlarıyla ortaya koyabilmek. İkincisi de, sınırlı ve kısmi de olsa Türkiye’nin yirminci yüzyılına damgasını vurmuş çeşitli gelişmelere dair hatırladıklarını paylaşmak. Bu dönemler Işık’ın hem kişisel tarihi hem de olayları anlama biçimi açısından dönüm noktası sayabileceğimiz İkinci Dünya Savaşı sonrasını, 27 Mayıs darbesini, Milliyetçiler Derneği çalışmalarını, ayrışmaları, uyuşmazlıkları, dergilerin serencamını ve siyasi tartışmaları kapsar. Işık, Topçu’nun Fransa yıllarından ve İtalya seyahatinden hareketle Türkiye’de felsefe yapmanın imkânına değinmekte dahası bunun ancak çok boyutlu bir okumayla anlaşılabileceğini göstermektedir.  Ne ki, bu konuların tarihçilerin ve genel olarak kamunun meraksızlığından dolayı birer muamma olarak kaldığı da başka bir gerçektir. Bazen olup bitenleri başkalarının anlayacağı şekilde açıklamak güçtür, kelimeler kifayetsiz kalır. Hocasının üniversiteye alınmamasıyla neticelenen olaylara değinen Emin Işık, Nurettin Topçu’nun bazı çevrelerce takibata alındığını örneklerle izah eder. Böylece Topçu’nun niçin okullarda okuttuğu derslerden ziyade, tüm insanlara hitap ettiği konferanslar, dergilerde yazdığı makaleler ve yayımladığı kitaplarla sesini duyurmaya çalıştığını net bir şekilde kavrama imkânı elde edilir. Emin Işık’ın Nurettin Topçu’ya yönelik muhabbeti tarif edilemeyecek denli büyüktür. Belki bu yüzden kitabın ilk kısımları hatırat ve intibaların ötesine geçer; bir biyografi yazarının keşiflerini sunarak yoluna devam eder. Dolayısıyla Işık’ın eserinde hatıraların beklendiği kadar geniş yer tutmamasına şaşırmamak gerekiyor. Hatıralar ancak iki ya da daha çok kişi ve mesele arasındaki gerilim ve polemik anlarında, sınırlarda, bölünmelerde ve değişim anlarında okuyucuyu karşılar; “istikrar” ve “sükûnet” dönemlerinde biyografik akış alıntılarla bezenerek sürdürülür. 

Nurettin Topçu, 1940’ların ikinci yarısından sonraki belli başlı yazılarında, şarlatan din adamlarını, cahil şeyhlerin öteden beri taşıyageldikleri yanlış kanaat ve tavırları, açıkça ve cesurca eleştirir. Gösterişten ve çıkar ilişkilerinden azade bir yaklaşım geliştirir. Dahası 1960’larda “yaşanan şekliyle Müslümanlığın, Müslüman Şark’ı bitirdiğini” tartışmaya mahal bırakmayacak netlikte ifade eder. Emin Işık, vefatına kadar bu tutumunu hep sürdüren Topçu’nun “Bolu Vaizler Semineri”ndeki konuşmasından kesitler sunduğu bölümde meseleyi tüm boyutlarıyla aksettirir: 

Yaban’a cevap

“Dün cahil ve yobaz din adamlarının, halkı hakikate yönlendirecek yerde,  hurafelerle aldatıp oyaladılar diye şikâyet ediliyordu. Günümüzde güya hurafenin elinden kurtardığımızı zannettiğimiz halk yığınlarını, sahte şeyh ve mürşitlerin, yalancı büyücülerin, şarlatan vaizlerin ve istismarcı politikacıların kucağına terk edilmiş görüyoruz. Bu da en basit deyimi ile yağmurdan kaçarken doluya yakalanmaktan başka bir şey değildir.” Her yeni durumun bir öncekinin esaslı eleştirisi ile mümkün olduğunu kavrayan Nurettin Topçu’nun, Cumhuriyet devrinin ilerleme odaklı politikalarından neşet eden din telakkisiyle pratikte kendini bundan epey uzakta konumlandıran dini hayatın egemen formlarını aynı ölçüde eleştirdiği açık bir biçimde görülüyor. Emin Işık, hayatı boyunca dinine bağlı yaşamış Topçu’nun sahte şeyhlere, şarlatan vaiz ve mevlithanlara kızan yazılarından dolayı uğradığı haksızlıklara değinir. İçinde bulunulan krizi kritik edecek ölçütlerin altını çizen Işık,  Topçu’nun Anadolu köylüsünün çektiği acıları, uğradığı haksızlığı, yaşadığı sefaleti dile getiren hikâyeler yazdığını hatırlatır. 

Ona göre Taşralı, bize kendimizi anlatan güçlü bir edebiyat eseridir. Yeni bir ufka doğru yelken açmak için bu kitabı uzun uzadıya tahlil eden Işık, okuma serüveninden bahsederken de hikâyelerdeki din adamlarına dönük eleştirileri öne çıkarmayı sürdürür: 

“Hoca, bir sohbet sırasında Taşralı’yı, sırf Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanına bir cevap olsun diye yazdığını söylemişti. 

Hoca söz konusu hikâyelerde en fazla köyün ağa denilen zorbasına, imamına ve muhtarına yüklenir. Bu üçlünün köylüyü nasıl ezdiğini ve istismar ettiğini dile getirir. Cahil halkın sahte şeyhlerin, şarlatan din adamlarının elinde nasıl perişan edildiğini gözler önüne sermeye çalışır. Zira köyde kaba kuvvetin, maddi ve manevi otoritenin temsilcisi bunlardır. Bu zorbalar bir de nahiye müdürü ile jandarma çavuşunu yanlarına aldılar mı, o zaman sen seyret olacakları!...” 

Türk siyasi ve fikri hayatına dini neşriyat açısından bakıldığında, genel anlamda 1940’lı yıllardan itibaren çıkan süreli yayınların siyasi ve kültürel sınırları zorladığı söylenebilir, zira beklenmedik şeylerin vuku bulabileceğini, dönüşümün mümkün olduğunu ortaya koydular.  İçeriği, şekli, çizgisi farklı olsa da gayesi müşterek dergilerin yelpazesi epey geniştir.  Şubat 1939’da yayın hayatına başlayan Hareket dergisinden Büyük Doğu’ya oradan Sebîlürreşad ve Serdengeçti’ye uzanan varkalım mücadelesi bu zaviyeden ele alınabilir. 

Uyuşmazlık ve ayrılıklar

Düşünceyle, edebiyatla, yayın mecralarıyla hasbihal içerisine giren Emin Işık,  dergiler düzleminde genel bir tasvir yaptıktan sonra 1950’lerde devrin muhafazakârlarının dilini ve düzeyini risk alarak çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Bunun iç sızlatan bir örneği olarak akla kapağı ve içeriğiyle heyecanı hatırlatan bir kıpırdanmaya yol açan İslâm’ın Nûru dergisi etrafındaki tartışmalar geliyor. Onun aktardıkları kendini üst düzey dindar sanan bazı muhafazakârların nasıl olup da fikri yönü zayıf dergilere yol verebildiklerine dair bazı dikkatler edinmeyi, hassasiyetler kesbetmeyi sağlar. “Hacı”, “hoca” oldukları varsayılanların imtiyazları ile hakiki bir düşünce dergisi için verilecek uzun soluklu mücadelenin arasındaki uyuşmazlıktır söz konusu olan. Işık, dergilere dair yürüttüğü tartışmayla, özellikle kişi merkezlilikten kaynaklanan yayıncılığın son derece ciddi eksikliklerini ortaya koymaya çalışır. Geleneksel statükonun farklı bir yönünün etkili bir şekilde eleştirilmesine imkân tanıyan bu kısım, günümüzde dahi içinden çıkılamayan bazı önemli meselelerin yol açtığı durumları fark etmek için olmazsa olmaz bir kılavuz niteliğindedir. 

Emin Işık, emeğin hakkının teslim edilmesiyle solun enstrümanlarının elinden alınabileceğini ileri süren Nurettin Topçu’nun sosyalizm tartışmalarına katılmasını özet bir biçimde aktarır. Daha yakından bakıldığında ise Topçu’nun kendi dönemindeki hasımlarına karşı geliştirdiği sosyalizm yorumuyla dikkat çekmek istediği mesele özelinde hem birlikte olabilirliğin asgari şartlarını düşünmeyi hem de karşılaşılan güçlüklerle yüzleşmeyi sağlar. Zira Topçu, Stalinci ve Maocu Marksizm’in hüküm sürdüğü 1960’larda başka bir sosyalizmin imkânlarını yoklamıştı. Işık, Topçu’nun milliyetçi yahut ruhçu sosyalizminin hem komünizmden hem de 1950’ler Suriye’sindeki tartışmalara cevap sadedinde ileri sürülen “İslâm sosyalizmi” fikrinden farklı olduğunu özellikle belirtir. Hocasının İslâm’daki sadaka ve zekâtın sosyalist sistemin en gelişmiş şekli olarak görülmesine itiraz ettiğini şöyle özetler: 

“Nurettin Topçu’nun istediği ve öngördüğü sosyalizm, hâlihazırda halk tarafından yürütülen bu amatör yardımlaşma şekli değildi. O, bizzat devlet tarafından yasalarla organize edilen ve yürütülen bir sistemi kast ediyordu.” Bu şekilde belirginlik kazanan sosyalizm yorumu, o yıllarda gerek Milliyetçiler Derneği’nde gerekse başka mahfillerde hayli sert tartışmaları beraberinde getirmiştir. Ardından milliyetçilerin gruplara ayrılmasına dikkat kesilen Işık, Necip Fazıl’dan Nevzat Yalçıntaş’a kadar Topçu karşıtlarının argümanlarını genel hatlarıyla özetler. 

Gelgelelim kitabın “Ölüm acısını ölenler değil, geride kalanlar çekermiş.” cümlesiyle nihayete eren son bölümü ise ayrıca değerlendirilmeli. Zira Emin Işık’ın hocasına bağlılığının gücü ve diriliği aynı zamanda başka isimleri de gündemine almasına engel değil. Geçmiş manzaralarına belli bir ton katan Işık’ın eserinin Nurettin Topçu ile Necip Fazıl’ı barıştırarak sonlanması ancak bu husus dikkate alınırsa anlamlandırılabilir. Fakat geçmişte kimi zaman bir arada bulunmuş fakat bir süre sonra ciddi uyuşmazlık yaşayan iki farklı kişilik arasında kolay bir anlaşma sağlanabileceğini düşünmek iyimser bir istektir.  Kaldı ki böylesi bir olayın vuku bulup bulmadığı, bulduysa olaya şahit olanların anlattıkların ne ölçüde tutarlı olduğu epey şüphelidir. Aksi takdirde Hareket dergisinin 1976’daki “Nurettin Topçu Özel Sayısı”ndaki yargılayan eleştirel dokümanda yazılanlarla, Necip Fazıl’ın tartışmanın ocağına yeni bir ateş sürdüğü Babıali kitabındaki satırların izahı mümkün olmaz. Ayrıca Işık’ın 1940’lı yıllara damgasını vuran Hasan Âli Yücel ile 27 Mayıs 1960 darbesini yapan Millî Birlik Komitesindeki bazı subaylar bahsinde anlattıkları yeniden inşanın sorunlarını görmeyi sağlıyor. Öyle ki, geçmiş kadar geçmişi hatırlamanın da her zaman tartışmalı olduğunu, dolayısıyla kişiler ve olaylar düzleminde mutlaka farklı kaynaklara bakılması gerektiğini bir kere daha fark ettiriyor. Anladığım kadarıyla meselenin tüm boyutları henüz birinci cildi yayımlanan ayrıntılı monografik çalışma tamamlandığında gözler önüne serilebilecektir. İkna edicilikten uzak buna benzer birkaç noktayla belirli retoriklere şüpheyle yaklaşmak Emin Işık’ın çalışmasının Nurettin Topçu biyografisi konusunda önemli bir boşluğu doldurduğu tespitini yapmaya mani değildir. Düşünce tarihini yakından ilgilendiren olaylara yer veren kitapta, uzak/yakın zaman içinde olup bitenler kadar hususi kişi, kurum ve olayların ayrıntılarını kavramak üzere yola çıkanların göz ardı edemeyeceği pasajlar söz konusudur. Işık’ın kitabını aynı zamanda eğitimcilerin, felsefe ve matbuat tarihçilerinin Topçu ile ilgilenmesini sağlayabilecek bir davet olarak değerlendirmek de mümkündür. 

[email protected]