Bir kıyamet provası olarak veba
ABONE OL

Jüstinyen Vebası diye bilinen ilk dalga, 540’ta Etiyopya’da başlamış, Mısır-Gazze-Kudüs-Akdeniz üstünden 542 baharında Bizans’ın başkentine ulaştığında pik yapmış, günde 5-10 bin can almış; Avrupa’yı dolaştıktan sonra yeniden Afrika’ya ve Asya’ya yönelerek 4 yılda dünya nüfusunun yarısını kırmıştı.

Üçüncüsü, 1855’te Çin’in Yunnan eyaletinde peydahlanmış, 1894’te Hong Kong’tan tüm kıtalara yayılmış; 10 milyonu Hindistan’da olmak üzere 15 milyon cana mal olmuştu.

İlk kimyasal saldırı

En ölümcül ve unutulmaz olanı ise ikinci dalgaydı. Gene Çin’de peyda olan maraz, Tibet Platosu’ndan İpek Yolu’nu izleyerek Kırım’a kadar gelmişti. 1346’da Altınorda’nın son hükümdarı Cani Bey liman kenti Kefe’yi kuşattığında ordusu vebadan dökülmekteydi. Ölü asker cesetlerini mancınıkla kaleden içeri attığında tarihin ilk kimyasal saldırısını gerçekleştirdiğini muhtemelen bilmiyordu. Muhasara altındaki Cenevizliler, gemilere binip Karadeniz’den kaçışmaya başladığında ise dünyaya ölüm taşıyan kargolar olduklarını umursayacak durumda değillerdi.

Bir Ceneviz kadırgası, virüsü İstanbul’a ve Akdeniz’e taşıdı. 1347 Ekim ayında Sicilya’nın Messina limanına demirleyen 12 geminin güvertesi irin ve yarayla kaplı cesetlerle doluydu. Çok geçmeden diğer kalabalık limanlar da ölüm kargolarını alacak ve iç kısımlara –Londra’ya, İskoçya ve İskandinavya’ya- kürkler, sandıklar içinde nakledeceklerdi.

Çin nüfusunun üçte biri zaten telef olmuştu. Kahire’de günde 7 bin kişi gömülmeyi bekliyordu; 500 binlik nüfusu 200 bine düşmüştü. Şam’da 80 binden 50 bine. Afrika’nın hemen her şehrinin tek işi ölü defnetmek olmuştu. Kefen ve mezar kazıcılığın fahiş fiyatları yüzünden cesetler kokuşmuş; namaz kıldıracak imam ve müezzin kalmadığından camiler kapanır olmuştu.

Niçin Avrupa?

Yine de veba en feci biçimde Avrupa’yı vurmuştu. Bunun genetik bir boyutu var mıdır tartışması bir yana, zahirî boyutları aşikârdır. Şöyle ki, orta çağın uzun ve sıcak yazları, çiftçileri daha fazla ekip biçmeye ve üremeye yöneltmişti. 700 yılında semiz 25 milyon kişilik nüfus, 1250’de yerini 75 milyon aç insana bırakmıştı.

Tarım arazisi açmak için ormanlar yok edilmiş, bataklıklar kurutulmuş, toprak verimsizleştiğinden hasat yine de artırılamamıştı. Ekolojik dengenin bozulmasını hızlandıran başka etkenlerle birlikte aniden gelen iklim değişikliği şartları iyice zorlaştırmıştı. Küçük Buzul Çağı, yüksek meraları buzullarla kaplamış, nehirleri donduran soğuklar ürünleri de vurmuştu. 1300’lerin ilk çeyreğindeki kıtlık Avrupa’yı zaten viraneye çevirmiş, toplu ölümlerle kentler hayalet kasabalar hâlini almıştı.

Kuşatmalara karşı yüksek surlarla kaplı, dar sokaklı kentlerde tüm çöpler pencerelerden dışarı atılıyordu. Ne kanalizasyon vardı ne çöpleri toplayan görevliler. Tahta perdeli, ışık almayan evlerde insanlar ısılarından yararlanmak için kümes hayvanları ve diğer evcillerle birlikte yaşıyordu. Odun ve kille yapılmış evlerin saman damları, kara fareler ve pireler için ideal birer yuvaydı.

İnsan istifi için temizlik kavramının özel bir anlamı yoktu, “bir erdem olarak da görülmüyordu.” Bilakis kirlenmek güzeldir şeklinde bir telakki kilise tarafından halka aşılanıyor, rahiplerce bizatihi örnekleniyordu da. Ömrü boyunca bir kez bile yıkanmamış azizlerin menkıbeleri soru işaretlerine pek yer bırakmıyordu.

Geçimlerini sağlamak için her yolu deneyen insanlar kalabalık limanlar ile ücra dağ köyleri arasında sıkı bağlar kurmuş, hastalığın yayılmadık bir yer bırakmaması için gerekli altyapıyı önceden sağlamışlardı. Aşırı nüfusu seyreltmeye başlayan kıtlığın zaten epeyce hırpaladığı kitlelerin veba karşısında hiçbir şansları yoktu.

Kimi havaya bağladı, kimi kuyruklu yıldıza, kimi cinlere. Sadece adını koyabildiler: Kıran. Künhüne kimseler varamadı. Doğrusu bugün de mesele ihtilaflıdır. Veba 1894’teki salgınla birlikte bilginlerce çözüldü fakat bu çözülen hastalığın şu fenalıklarını okuduğumuz maraz olup olmadığı kuşkuludur. Çünkü hastalığın aniden görülüp, muazzam bir hızla yayılarak aniden kayboluşu mevcut bilgilerce dahi izahı güçtür.

Yine de çoğunluğun görüşüne göre, köken itibarıyla bir kemirgen hastalığıdır. Taşıyıcılar ise pirelerdir. Kanlarını emecek fare bulamadıklarında evcil hayvanlara ve insanlara sıçramışlardır. (Nitekim Japonlar 2. Dünya Savaşı’nda Çin’in 11 şehrine veba bakterisi taşıyan fare kanıyla beslenmiş 15 milyon pire salacaklardır.) Bu tezi doğrulayan olgu, bilinen tüm veba salgınlarının sıcak mevsimlerde cereyan etmesidir. Kışın yayılma durma noktasına gelmiş, yeni atılım için baharı beklemiştir.

İki türü vardı: Hıyarcıklı Veba, Akciğer Vebası. İlki iri urlar hâlinde beliriyor, kurbanlarının yarısını bir hafta içinde öldürüyordu. İkincisiyse burundan kan gelmesi şeklinde kendini dışa vuruyor ve 24 saat içinde işini bitiriyordu.

Ahşap gemilerle taşınan, ahşap binalarda gönlünce barınan pireler neye uğradığını şaşırmış panik hâlindeki kitleler üzerinden kanlarını emecekleri başka kitlelere kavuştu. Şayet halk sağlığı zihniyeti ve tecrübesi yerleşmiş olsaydı uygun karantina şartlarında salgın bloke edilebilirdi. Kilise, salgını günahlara bağlayıp ölü bedenleri teşhir edince, mikrobun yayılmasına mütevazı bir katkıda bulunmuş oldu. Daha fecisi salgının sebebi sanılan kedi ve köpeklerin itlafıydı. Fare ve pirelere daha büyük bir kıyak yapılamazdı.

Hekimler çaresizdi. Rahiplerden bile daha hızlı itibarlarını kaybedenler onlar oldu. Ellerinde tek reçete vardı: “Fugo cito, vade longe, rede tarde! (Çabuk kaç, uzağa git, hemen dönme!)”

Paris’te kurtlar

Fırtına gibi ansızın başlıyor; önüne çıkanı, genç-yaşlı, kadın-erkek demeksizin kırıp geçiriyordu. Terk edilmiş gemiler kıyılara vuruyordu. Kuzgun ve akbaba sürülerinden mavi gök siyaha dönmüştü. Tarlalarda ekinler hasat edilemiyor, inekler, koyunlar başıboş dolaşıyordu. Paris gibi şehirlerin içinde bile kurtlar fink atıyor; sokakları dolduran insan cesetleri için köpekler domuzlarla boğuşuyordu.

Salgın, medeniyet ve nizam namına ne vardıysa çökertmişti; bunu ahlakî ve manevî çöküş takip ediyordu. Toplum, hatta aile diye bir şey kalmamıştı. Döneme tanıklık eden metinlerin tamamında bu tasviri bulmak mümkündür: “Babalar, oğullarını, anneler, bebeklerini terk ediyor; hizmetçiler hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor; doktorlar, rahipler ve rahibeler, hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hıristiyan usullerine göre gömülemiyordu; evler birer mezarlığa dönüşmüştü.”

Birbirlerinin mezarlarını dahi eşmiyorlardı. Sahipsiz ölüler yüzer yüzer derin çukurlara atılıyordu. Mezar kazıcılar yetmeyince köle kalyonlarından boşaltılmış zenciler görevi devralıyordu. Ne var ki sokaklarda bezgin bezgin dolaşmaları çok uzun sürmüyordu çünkü ölülerin kıyafetlerini ganimet alma huyları yüzünden kısa sürede bölük bölük kırılıyorlardı. Zengin müşterilerinden rüşvet istiyor, umduklarını alamayınca işlerini çabuklaştırmak için hastaları gırtlaklıyorlardı.

Salgının sınıfsal görünümü

Veba, oldukça eşitlikçi olsa da, zengin-fakir ayrımı yapmaktan o da kendini alamıyordu. Salgının bile sınıfsal bir görünümü vardı. Miskin yoksullar, kötü beslenmeden ötürü fazla dirençsizdi. Toprak damlarında fareler cirit atıyordu. Zenginlerin taş binalarıysa farelere karşı daha korunaklıydı. Veba gelince şehri veya ülkeyi terk etmek onlar için imkânsız değildi. Şehir dışındaki villalarında ölümden saklanabiliyorlardı. Ortalık sakinleştiğinde, dönmeden önce, evlerini bir güzel sülfürle dezenfekte ettiriyorlar, sonra da yoksul bir kadını eve yerleştirip bir müddet bekliyorlardı. Kadın mevta olursa villalarında oturmaya devam ediyorlardı.

Vebalı ve şüpheli yoksullar, ayak bileklerine zil takıp dolaşan zabıtaların kapıp götüreceği veba evlerine düşmemek için ölümüne bir mücadeleye girmek zorundaydı. Buralara sağlıklı giren ölü çıkardı. Cinnet geçirip etrafa saldıran, canına kıyanların çoğu da şu durumda yoksullar olmalıydı.

İnanç buhranı

Toplu çıldırma alametleri her yerdeydi. Daha fazla dine yönelip aklına mukayyet olmaya çalışanlara karşılık Tanrı’nın kendilerine sırtını döndüğünü düşünüp ona sırtını dönenler de çoktu. Ölümü hiçe sayıp kendilerini sefahata vurdular. Pagan ruhları hortladı, büyüye, satanizme kapıldılar. Bu kasvet, devrin tüm sanat dallarına yansıdı. Veba, yabancılaşma ve karamsarlıkla birlikte, inanç buhranına vesile oldu. Reform’a giden yol, vebanın kanlı durağından geçti.

Kilise her bakımdan en çok hasara uğrayan kurumdu. Hastalarla en çok temas kuranlardan olmaları hasebiyle rahiplerin yarısı kurbanlar arasına katıldı. Konuşanı azalınca Latince bilim dili olmaktan çıktı. Vasıflı kadrolarını kaybedince sosyal, siyasi, kültürel iktidarı laikler lehine geriledi. Aczi sebebiyle uğradığı itibar kaybı da cabası.

İlk dalgasıyla Roma İmparatorluğu’nu çöküşe sürükleyen veba, ikinci dalgasıyla orta çağın feodal düzenini temelinden sarstı. Geride metrûk kiliseler ve harap şatolar bırakarak çekilen, tarihin bu en gaddar ve gizemli öznesinin kötü şöhreti asla hak edilmemiş değildi.

[email protected]