Suavi Kemal Yazgıç / Yazar
12 Eylül, Glasnost, 28 Şubat, 11 Eylül, 15 Temmuz. 48 yıllık ömrümde bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ısrarla vurgulanan büyük olaylardan bir kaçı. Nasıl bir fetret dönemine denk düşmüşsem ömrüm “hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağı” sözünün yankılanmasıyla geçti sanki. Elbette liste bunlardan ibaret değil. Mesela Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi Kadıköy’de yenebilmiş olmasını da bu listeye ekleyebilirdik. Ancak Covid-19 listeye öyle bir hızla yerleşti ki ister istemez yazının başköşesine yerleştirmek durumunda kaldık. Teknolojiyi kullanma alışkanlıklarımızdan selamlaşma adetlerimize her şey bir şekilde etkilendi bu salgın dolayısıyla. Bu noktada haklı olarak “Logolar değişmiş çok mu?” sorusunu yöneltebilirsiniz bana. Bu yazının konusu da tam olarak o zaten.
Gerçeğin tahtı
Virüs viral yollarla insandan insana, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya ulaşırken benzer yöntemler kullanıp kârlarını maksimize eden markaların tedarik, üretim ve satış zincirlerinde kırılmalara yol açıyor. Ancak yaşanan kırılmalar bundan da ibaret değil.
Alışılmış medyanın ve hatta çok kullanılsa da alışılmaya başlanmış sosyal medyanın kurallarının -hem de oyunun ortasında- değiştiği bir zaman dilimine sürükledi bizi bu salgın. Sahte haberlerin, dedikoduların, sorgulanmamış malumatın bir bombardıman gibi üzerimize yağdığı, gerçeğin tahtını algıya bıraktığı bir zaman dilimi. Evet, “Ye kürküm ye” diyen Nasrettin Hoca yüzyıllar öncesinden algı yönetiminin önemine işaret etmişti ama algı yönetimi enstrümanları bu denli zenginleşmemiş ve etkili olmamıştı daha önce.
Logo mesaj panosu mu?
Dolayısıyla sadece insanların değil kurumların da bu bombardımanı dikkate alması, mümkünse yönlendirmesi ve muhtemel tehlikelere karşı kurumsal kimliklerini korumaları şart oldu elbette.
Geleneksel medya araçlarında “ürün yerleştirme” kavramı devreye girerken sosyal medya ise “influencer’ mesleğini armağan ettiler bizlere. Sadece satış ve üretim değil pazarlama da bambaşka bir kılığa büründü. Bu büyük değişim bazı şeylerin değişmemesini sağlamak adına yapıldı elbette.
Logolar mesela. Değişmeyenlerden, en azından zor değişenlerden biri oldu logolar. Çok köklü markalardan bahsediyoruz. Logoları onca zaman içinde ufak tefek rötuşlar haricinde değişmemiş markalar. Büyük markaların çocuklarımıza daha okuma yazma öğrenmeden ezberlettikleri logolardı bunlar. Ancak markalar o kadar duyarlılar ki bu müthiş özelliklerinden, kurumsal kimliklerinden taviz vermeyi göze alabiliyorlar. Sırf bu küresel felakete karşı bir şey yapabilmek için logolarını birer mesaj panosuna dönüştürebiliyorlar. Her şeyi markasını duyurma vesilesi olarak gören markaların bir virüsün adının kendilerinden daha çok duyulmasından rahatsız olmalarını ve söz konusu virüsü de bir reklam panosuna dönüştürmelerini başka nasıl izah edebiliriz ki?
Bir salgın hastalığın kurumsal kimlik mevzuu haline dönüştürüldüğü bir dönemde virüsten yeni bir kitle iletişim aracı diye bahsetmek hiç de abes olmasa gerek.
Hedef kitlenin önemi
Peki, insanlık olarak başımıza gelen ilk facia mı? Onca salgın hastalık, savaş, afet yaşadık. On milyonlarca insan mülteci olmak zorunda kaldı. Siviller nice savaşta askerlerin, milislerin, teröristlerin hedefi oldu. Suriye, Afganistan, Irak, Afrika… Uzayıp giden bir liste yazıp metni bir facia listesine çevirebilirim. Onların hiçbiri duyarlılık göstermeye layık değildi de bu büyük salgının farkı ne oldu? Evet, başımızda çok feci bir salgın var. Hafife almıyorum yaşananları. Ancak yine de sormak istiyorum. Logoları değiştiren güç durumun vahameti mi yoksa bu vahametten etkilenen kişilerin söz konusu logonun hedef müşteri kitlesinde yer alması mı? Benim cevabını merak ettiğim soru tam olarak bu?