Cive* Pakistan!
ABONE OL

Türkiye kamuoyu belli aralıklarla bir ülkenin kendisine olan sevgisinin tekrar tekrar farkına varır ve her seferinde bu tutumu yeniden keşfetmenin heyecanını yaşar. Aslında duruma siyasal bilimlerin soğuk gözleriyle baktığımızda bir ülkenin diğerini sevmesinin mantıklı bir açıklaması yoktur. Gelgelelim var olan bu durum, insanın var olduğu yerde sonsuz ihtimallerin de var olduğunu gözden kaçıran indirgeyen ve genelleyen bilimsel formüllerin öyle hayata dair her şeyi çözemeyeceğini de bize öğretmektedir.

Peki bilimin soğuk gözlerini kör eden, gönül gözüyle Türkiye’ye samimi bir sevgi besleyen ve Türkiye’nin en kritik anlarında yanında bulduğu bu ülke hangisidir? Elbette Pakistan’dan bahsediyoruz. Şimdi Pakistan’ın ruhunu tanımak ve Türkiye’ye olan sevgisini anlamak için akıl projektörümüzü tarihte gezdirelim:

Pakistan’ın derin kökleri

Temiz ülke anlamına gelen Pâkistan, Hindistan’dan ayrılarak 1947’de kurulmuştur. Bu tarihten önce Hint Müslümanları olarak bilinen Pakistan milletinin oluşumu ise çok daha derin köklere sahiptir. Geçmişte Hinduizm ve Budizm’in merkezlerinden olan bugünkü Pakistan topraklarının İslam’la tanışması Emeviler döneminde gerçekleşti. Fakat bu bölgenin İslam beldesi haline gelmesinin mimarı büyük Türk hükümdar Gazneli Mahmud idi. Hint yarımadasına on yedi sefer düzenleyen Gazneli Mahmud, bölge haklının Müslüman olmasında başrolü oynadı. 20. asırda Pakistan diye bir devlet varsa bunun kurucu babası olarak Gazneli Mahmut’u görmek abartı olmayacaktır. Bunun yanında Hindistan’da İslam’ın kökleşmesini sağlayan Babürlü Devleti’nin yaklaşık üç yüz yıl süren egemenliğinin de Pakistan’ın oluşumundaki rolü de çok büyük oldu.

Fakat bu muazzam İslam devletinin gücünü kaybetmesiyle Hindistan’da dengeler değişti. Okyanuslara açılmaya başlayan Batılı sömürgeci güçler bu güç kaybının getirdiği zaaftan yararlanarak bölgeye uzanmaya ve yerleşmeye başladı. Kapıyı ilk çalan Portekizliler oldu. Portekizlilerin açtığı kapıdan gelen İngilizler, Babür Devleti’nin zayıflığından faydalanarak 1757 yılından itibaren Hint yarımadasında yavaş yavaş koloniler kurmaya başladı.

İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East Indian Company) ülkeye ilk geldiğinde ticaret amacı güdüyordu. Ama zaman içinde şirket güçlenerek bir devlet gibi hareket etmeye başladı. Hem ekonomik hem de askeri güç olan şirket, özel ordusuyla Hindistan’daki irili ufaklı yönetimlerle savaşarak bazı bölgeleri hâkimiyeti altına aldı. Böylece Hindistan Müslümanları için karanlık günler de başlamış oldu. Ama asıl darbe sonradan geldi.

İngiltere’nin Hindistan’da kurduğu sömürge düzeninin işleyişinde ön planda Hindu bir prens perde arkasında ise İngiliz lordlar vardı. Asırlarca bu ülkeyi yöneten Müslümanlar ise azınlık durumuna düşmüşlerdi. Müslümanlara bu sistemin kapıları da kapanmıştı.

İngiliz yumruğu altında

İngilizlerin Hindistan’daki sömürge faaliyetlerinden bunalan halk, bazı cılız tepkiler gösterse de öfkenin bir çığa dönüşmesi ve kitlesel bir patlama haline gelmesi 1857’de gerçekleşmiştir.

Hindistan, Türk idarecilerin yüzyıllar süren egemenliği sırasında ülkedeki farklı etnik köken ve inanca mensup toplulukların barış içinde yaşatılmasına şahit olmuş ve bunu benimsemişti. Fakat sömürgeci İngilizlerin Hindistan halkına adaletsiz davranması ve Hindistan halkının değerlerini tahrip etmesi bu öfkenin bir patlamaya dönüşmesinin zeminini oluşturdu. Ama kıvılcımı çakan, İngilizlerin kurduğu orduda askerlere verilen tüfeklerin domuz ve inek yağı ile yağlamasıydı. Durumdan hem Müslümanlar hem de Hindular rahatsız oldu. Askerlerin başlattığı ayaklanmaya ahali de destek verdi. Ama sert bir şekilde bastırıldı. İngilizler ayaklanmayı bastırdıktan sonra Doğu Hindistan Şirketi kapatıldı ve Hindistan doğrudan kraliyet hükümetine bağlandı. Ayrıca Babür Devleti’ne de son verildi ve Babür Padişahı Bahadır Şah ve ailesi sürgüne yollandı. 1858 yılında bölgenin kontrolünü tamamen eline geçiren İngilizler, bugünkü Pakistan Hindistan ve Bangladeş sınırlarını da içine alan sömürge krallığını kurdu. Bu krallıkta yönetimin başında Hindu bir prens olsa da sahne arkasında İngiliz lordlar vardı ve ülke yönetimi onların elindeydi. Bu yeni krallıkta nüfusun yüzde 25’ini oluşturan Müslümanlar azınlıktaydı.

Pakistan ve Türkiye

Henüz bağımsız olup Pakistan olarak anılmadan önce Hint Müslümanları olarak bildiğimiz bu samimi milletin belki de tarihteki en önemli özelliği İstanbul’daki halifelik makamına gönülden bağlı olmasıydı. Bunun en bariz örneği I. Dünya Savaşı’nda ve Millî Mücadele yıllarında görüldü. Takvimler 11 Kasım 1914’ü gösterirken İstanbul’da Şeyhülislâmlık makamı tarafından bütün Müslümanlara hitaben hazırlanan cihad fetvası Fatih Camii avlusunda Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından halka okundu. Bu fetvanın Hint Müslümanlarında oluşturacağı etkiyi bilen İngilizler, Hindistan’da âdeta kuş uçurtmadı. Hem denizden hem karadan Hint Müslümanlarını cihada davet için gelen Teşkilat-ı Mahsusacılar sıkı takibe alındı.

Savaşmayı reddettiler

Bu arada İngiliz ordusunda hem Hindu hem de Hintli Müslümanlar görev yapmaktadır. Müslüman askerler yavaş yavaş huzursuzluk yapmaya başlar. Örneğin; Irak Cephesi’nde Türkler üzerine yürümeyi reddederler. Kendilerini bile bile yaralayıp savaş dışı kalırlar ya da Türk ordusuna firar ederler. Hatta bu şekilde Türklerle savaşmayı reddeden 15. süvari alayı toptan sürgün bile edilir.

İngilizler bu durumda Hindistan’dan yüklü bir kuvveti Türk cephelerine sevk edemez olurlar. Ama dört tümenle bölgedeki Müslüman mücahitlerine karşı çok acımasız bir savaş sürdürürler. Sadece bunlarla kalmaz. Hindistan’daki İngiliz Yönetimi’ni devirme harekâtından, İngiliz ordusundaki Müslüman askerleri topluca ayaklandırmaya kadar her hamle yapılır. İngiltere en korktuğu yer olan Hindistan’da cidden bunalmıştır. Halife’nin Cihad-ı Ekber fetvasına belki en cân-ı gönülden karşılık veren Hint Müslümanları İngilizlere ecel terleri döktürmektedirler. 1915 Şubatı’nda Lahor’daki talebeler mücahidin teşkilatına katılma kararı alırlar. Osmanlı ordusu Çanakkale’de sömürgecilere karşı mücadele ederken binlerce kilometre ötede Lahor meydanında altı bin kişinin katılımıyla gerçekleşen mitingde Hint Müslümanları bu mücadeleye destek vermişlerdir. Ayrıca tarihi kayıtlar Hindistan’da Halifenin çağrısına karşılık olarak 1915’te 36 ve 1916’nin ilk altı ayında ise 25 ayaklanma çıktığını bildirmektedir.

I.Dünya Savaşı bitip Anadolu’da Millî Mücadele başladığında da Hint Müslümanlarının yani bizim bildiğimiz adıyla Pakistanlıların tavrı değişmez. Anadolu’daki Millî Mücadele’ye destek için Hindistan’da İngilizlere karşı grevler, okul ve ürün boykotları, Türkiye için para toplama kampanyaları birbirini izler. Olanlar karşısında Hindistan’daki İngiliz Valisi öyle bunalır ki, Londra’daki hükümete, “İstanbul’un boşaltılması, kutsal yerler üzerinde Halifenin egemenliğinin tanınması, Trakya ve İzmir’in geri verilmesi” çağrısında bulunur ve ekler : “Aksi halde Hindistan’ı kaybedeceğiz.”

Ama Hint Müslümanları sadece bununla da kalmayacaklardı. Hint Müslümanlarını temsil eden Hindistan Hilafet Hareketi aracılığıyla büyük bir yoklukla verilen Millî Mücadele’ye nakdi yardım da yapacaklardı. Toplanan yardımlar Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti aracılığı ile Ankara’daki TBMM’ye ulaştırılacaktı. Hint Müslümanları tarafından toplanan paralar, savaşın kazanılmasında önemli rol oynarken savaş sonrası İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanılacaktı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz sömürge yönetimi sona erdi. Fakat bu kez de İngiliz sömürgeciliğine karşı omuz omuza mücadele eden Hindular ve Müslümanlar birbirlerine düştü. Bu bunalımlı ortamda ilk kez 1930 tarihinde şair ve düşünür Muhammed İkbal tarafından bağımsız bir Müslüman devlet kurma fikri ortaya atıldı. Hindu lider Nehru, her ne kadar bu tezi saçma ve imkansız diye nitelese de bu fikir Mevlana Muhammed Ali ve Kaid-i Azam olarak bilinen Muhammed Ali Cinnah gibi isimlerin yürüttüğü politik mücadeleyle başarıya ulaştı ve 14 Ağustos 1947’de Pakistan bağımsızlığını ilan etti.

Fakat bağımsızlık kolay olmadı. Bağımsızlığı takip eden zamanda yeni kurulan devlet pek çok sorunla yüzleşmek durumunda kaldı. Tüm yapı yeni baştan kuruldu. Hindistan ve Pakistan arasında gerçekleşen Hindu ve Müslüman mübadelesi sebebiyle on milyon civarında farklı etnik kökenden oluşan Müslümanın Pakistan’a gelmesi ciddi bir sosyal sorunu da beraberinde getirdi. 1971 yılında Doğu ve Batı Pakistan arasında çıkan iç savaş, birbirini kovalayan askerî darbeler istikrarsızlığı arttırsa da Pakistan kendine özgü modeli ısrarla ayakta tutmaya çalıştı. Bu model, İslam ülkeleri içinde İslam ile demokrasiyi pratikte bir araya getirmeye çalışan gayret olarak görülmektedir.

Hep Türkiye’nin yanında

Türkiye, 1974’te Yunanistan ve Kıbrıslı fanatik Rum milliyetçilerin işbirliği yaparak bir oldu bitti ile Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama hamlelerine göz yummadı. Her ne kadar o yıllarda politik şiddet ve ekonomik bunalımlarla boğuşuyor olsa da “Kıbrıs Barış Harekatı” olarak bildiğimiz askerî hamleyi gerçekleştirdi. Bu hamle ile dünyayı karşısına aldı ve adeta yalnızlaştırıldı. İşte bu kritik anda Türkiye’nin yanında duran birkaç ülkeden birisi yine Pakistan oldu.

Pakistan Ordusu, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Türk askerlerinin tedavisine yardımcı olması için Türkiye’ye bir sağlık ekibi gönderdi. Bu ekip tarafından Mersin’in Tarsus ilçesinde kurulan Sahra Hastanesi yüzlerce Türk askerinin tedavisini gerçekleştirdi. Yine harekattan sonraki süreçte Rum teröründen kurtulan Kıbrıslı Türklerin Türkiye himayesinde kurdukları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Batı baskısıyla resmi olarak görmezden gelinirken bağımsızlık ilanından sonra Pakistan KKTC’yi tanıdığını ilan etti. Pakistan Türkiye’ye karşı bu olumlu tavrını tarihsel süreçte hiç bozmadı. Bunun en son örneğini Türkiye’nin 2016 yılından bu yana Suriye’nin kuzeyine terörle mücadele için gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı, Zeytindalı ve Barış Pınarı harekatlarına da resmi olarak destek vererek bir kez daha gösterdi. Kısacası yazının başında da ifade edildiği gibi Türkiye ve Pakistan’ın ezeli kardeşliği uzmanların soğuk siyasal bilimler formüllerine sığmayacak bir gönül bağından gelmekte. Türkiye ve Pakistan dostluğu, menfaati değil muhabbeti esas alan, birbirlerinin acısını acı, sevincini sevinci, başarısını da kendi başarısı olarak gören sosyal bir mucize örneği olarak karşımızda durmaktadır.

*Çok Yaşa

@koray_serbetci