Demografik göstergeler bakımından üçüncü dünya savaşı olası mı?
ABONE OL

Son yıllarda yaşanan gerilimler, çatışmalar ve bölgesel savaşlar, bir üçüncü dünya savaşının başlayacağına ilişkin tedirginlik yarattı. Bu tedirginliğin görünürde elbette haklı gerekçeleri de var. Böyle bir savaşın başlaması durumunda yaşanacak trajedilerin neler olabileceğini kestirmek de elbette çok zor değildir. Peki endişelenmekte haklı mıyız? Gerçekten de bir üçüncü dünya savaşının yaşanması mümkün müdür? Bu sorulara çok uzak bir geçmişten yola çıkarak cevap aramak ve fetihçi devletleri doğuran şartlarla günümüzdeki şartların örtüşüp örtüşmediğine öncelikli olarak bakmak gerekir. Geçmişe bakıldığında, Avrupa ve Asya'da benzer süreçlerin defalarca gerçekleştiğini görmekteyiz. Söz konusu süreçlerin benzer özelliklerinin başında yüksek oranlarda nüfus artışı gelmektedir. Peki, nüfus artışlarını neden başat faktörlerden biri olarak görmeliyiz?

Fransız filozof Jean Bodin'in (1530-1596) devletin yegâne sermayesinin sahip olduğu insan sayısı olduğunu belirtmesinden bir buçuk asır önce İbn Haldun (1332-1406), salgın hastalıkların etkisi ile oluşan insan kıtlığının devletler için ne denli yıkıcı veya dönüştürücü etkisinin olduğunu fark etmiştir. Nüfus artışları yeni sorunlar ve eşitsizlikler veya imkânlar doğururken, nüfus daralmaları ise vergi ve asker rezervlerinin azalmasına neden olabilmektedir. Örneğin Osmanlı'nın yıkılma sürecinde Avrupa ve Rus Çarlığı karşısında dramatik bir nüfus daralması yaşaması, imparatorluğun sonunu getiren en temel faktörlerden biridir.

Fetihçi dönemler ve karar alma süreçleri

Uzun vadeli tarihe baktığımızda fetihçi toplumların ortaya çıkmasından bir önceki aşamada, iki veya üç kata varan bir nüfus artışı yaşanmakta ve bu artış sonrasında doğan fetihçi ruh ve davalar sayesinde bazı milletler nüfus ve toprak oranı bakımından çok düşük oldukları toplumları ve devletleri hükümranlık altına alabilmektedirler. Bu demografik genişlemelerin yaşandığı dönemlerde önce iç çekişmeler ve gerilimlerin yaşandığını ve ardından da eğer bütün şartlar uygunsa yeni devletler veya imparatorlukların doğduğunu görüyoruz. Fetihçi dönemlerde, her zaman halkın siyasal karar alma süreçlerine katılımı kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Halk fethetmek için savaşıyordur ve bu yüzden de iradesini empoze edebilecek durumdadır. Bu süreç Büyük İskender'den önceki Yunan kentlerinde demokrasi (MÖ 490-323), Roma'da 264'teki Kartaca'ya karşı savaşlardan, 48'deki Sezar'ın zaferine kadar süren cumhuriyet rejimi, Arap fetihleri sırasında (7 ve 9. yüzyıllar arasında) Yunan tipi bir demokrasi olmasa da katılımcılığı (örneğin halifelerin seçim süreçleri) veya Çin'deki Savaşan Krallıklar döneminde (MÖ 480-220) katılımcılığa meyilli halk kitleleri ile karşılaşıyoruz. Savaşmak aynı zamanda söz söylemek için meşruiyet yaratabiliyor. Fransız tarihçi Gabriel Martinez-Gros bu süreçleri özgün bir şekilde sorunsallaştırmıştır.

Coğrafi Keşiflerden sonra Yenidünya'dan gelen gıdalar sayesinde Avrupa'da gözlemlenmeye başlanan nüfus artışı olgusu, devletleri güçlendiren ve yayılmacı politikalara yönlendiren temel faktörlerden birisidir. Haçlı Seferleri öncesinde de bir nüfus artışı olmuş ve bu seferler adeta bu artışın doğurduğu gerilimlerin bir dışa vurumu olmuştur. Türklerin anayurtlarından kopuş süreçleri ve Moğol istilası öncesinde de belirgin nüfus artışları olduğu anlaşılmaktadır. Fakat birinci ve ikinci dünya savaşlarına geldiğimizde, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir nüfus artışının sonrasında yaşanmış olmaları ilk göze çarpan farklılıktır. Eğer Aristoteles'in (hyle) madde/form (eidos) ilişkisinden yola çıkarsak, madde yani nüfus genişlemesi formları, yani devletleri tabir caizse genleşmeye zorlamaktadır. Toplumsal seferberlikler ise Avrupa'da nihayetinde kitlesel hareketlere dönüşen Faşizm ve Nazizm gibi popülist söylemleri doğurmuş ve Batı hegemonyası bazen otoriteryan bir biçimde, bazen de demokrasi bayraktarlığı ile yayılmıştır. Napolyon, Bismarck, Mussolini ve Hitler için her şey yolunda gitseydi, yani önceki imparatorlukları doğuran diğer faktörler nüfus patlaması ile birleşseydi, Avrupa'nın bütününü kucaklayan Roma tipi bir imparatorluk görebilirdik. Fakat Avrupa'da olmasa da, onun yayılmacılığının bir sonucu olan Amerika Birleşik Devletleri'nde nüfusun hızlı büyümesi (İç savaşa kadar (1861-1865) her on yılda bir yüzde 35, daha sonra 19. yüzyılın ikinci yarısında yüzde 25 ve bugün yüzde 10 oranlarında), uzun vadede Avrupa ve Asya'yı da kuşatan hegemonik bir modern imparatorluğun doğması ile sonuçlandı. Şimdilerde ise ABD'nin nüfus arıtış hızının daha durağan seyretmesi yönünde öngörüler var. Demografik zayıflama, elbette süper güç olarak tanımlanan ABD'nin hegemonyasının zayıflamasına yol açacak önemli faktörlerden biri olarak görülüyor.

Genel olarak güney yarımkürenin nüfus artış oranları bakımından kuzey yarımküreye göre daha avantajlı olması, iç çatışmaların küçük çaplı savaşların, darbelerin, ekonomik ve siyasal istikrarsızlıkların doğmasına neden olmaktadır. Bunlar nihayetinde nüfus artışlarının doğal sonuçları olarak görülebilir. Mübeccel Kray'ın ifadesiyle Neolitik Çağ'dan beri en büyük nüfus artışını yaşayan Türkiye'nin, 1950'lerden sonra yaşadığı olağanüstü kriz ve dönüşümleri de bu kapsam içine alabiliriz. Son 20 yılda göçmen akını ile birlikte 25 milyona yakın bir nüfus artışı olmasının topluma ve devlete yüklediği yük, elbette diğer faktörlerle birlikte kaynakların paylaşımında yeni sıkıntıların doğmasına da neden olmaktadır. Türkiye'nin içinden geçtiği son ekonomik bunalımda ve sınır dışı operasyonların çoğalmasında elbette bu artışın payını da aramak gerekir.

24 Şubat 2022'de başlayan Ukrayna'ya yönelik Rus işgali, güney ve kuzey Kore gerilimleri, İsrail'in Gazze'yi işgali ve en yakın dönemdeki İran-İsrail gerilimi şimdilik bölgesel düzeyde kaldılar. Söz konusu ülkelerin büyük ölçekli savaşlara girecek kadar asker rezervleri ve yıkıcı bir savaşın yol açacağı insani kaybı telafi edecek düzeyde bir nüfus artış hızlarının olmadığını görüyoruz. Ukrayna'da 50 bini aşkın askerini kaybeden Rusya'nın (resmi olmayan kaynaklar bu sayının 100 bin olduğunu ifade ediyor), bir o kadar daha kayıp yaşaması durumunda ortaya çıkacak sorunları tam olarak kestirmesi bile oldukça zordur. Zira günümüz Rusya'sı 1700'lerin sonundan, 1900'lü yılların başına kadar yıllık 1 milyonu aşkın nüfus artışı yaşayan Rusya değildir. İsrail ise müttefiklerinden aldığı bütün desteklere rağmen Gazze'de yedi aya yakın bir süredir adeta bir çıkmazın içine girmiştir. İsrail'in İran veya diğer devlet dışı aktörlerle gireceği bir savaşın bedelini demografik olarak kaldıramayacağı aşikârdır. Tüm göstergelerle birlikte bakacak olursak, çevremizdeki gerilimlerin düşük yoğunluklu savaşların ötesine geçip, daha büyük savaşlara evrilmesi şimdilik imkânsız olmasa da, oldukça zor görünüyor.

Amorf bir imparatorluk modeli

Küresel ölçekli savaşlar ayrıca bir veya iki asırlık çok uzun erimli ve karmaşık bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Savaşlar önce belli bir bölgede yoğunlaşıp dağınık ve küçük siyasi yapılanmaların birkaç devlet tarafından yutulması ile sonuçlanmakta ve ardından geriye kalan devletlerden birinin diğerlerini yutarak büyük bir devlet veya imparatorluğa dönüşmesi ile sonuçlanabilmektedir. Modern Avrupa tarihi de benzer süreçlerden geçmiş, fakat yukarıda adları zikredilen liderlerin imparatorluk hayalleri akamete uğramıştır. Ardından Avrupa içi çekişmelerin bir son bulması adına, amorf bir imparatorluk modeli olarak tanımlanabilecek olan Avrupa Birliği kurulmuştur.

Sonuç olarak günümüz dünyasındaki devletler, yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığım süreçlerin içerisinden geçmediği gibi, büyük devletlerin periferilerindeki yeni aktörleri engelleyebildiğini görüyoruz. Örneğin 2014'te İngiltere büyüklüğünde bir alanda güçlenen DEAŞ'ın, başta ABD ve Rusya olmak üzere diğer bölgesel güçlerin de desteği ile çökertilmesi gibi. Günümüzde adeta birer imparatorluk olarak hüküm süren ABD, Rusya, Çin, Hindistan gibi devletler, büyük savaşlara girecekleri ve fetihçi vizyonlarla hareket edecekleri başlangıç evrelerinden çok uzaktalar. Bu devletler bölgesel müdahalelerinin önünü açmak için şiddeti araçsallaştırsalar da kurulu düzenlerinin, yani genel barış atmosferlerinin bozulmasını istemezler. Etki alanlarının kesiştiği noktalarda beliren yeni aktörlerin, henüz siyasal merkezleri temelden sarsacak ne bir davaları var, ne de nüfus oranı olarak düşmanlarını dengesizleştirecek seviyedeler. Üstelik bu periferilerdeki şiddet rezervuarları devletlerin paralı asker istihdam edebilecekleri alanlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Kadim tarihin istisnasız kuralı olan bu savaş ve barış döngüsünün, şimdilik yörüngesinden saparak, topyekûn bir savaşın girdabına düşmeyeceği anlaşılıyor.

  • Demografik
  • açık görüş
  • Eyüp Öz