Dijital nihilizm
ABONE OL

Muhammet Emin Şimşek/ Yazar

Nihilizm, yaşamın anlamının sorgulanması ve değerlerin yitimi olarak tanımlanabilir. Varoluş, anlam, değer ve ahlak gibi temel kavramların geçersiz olduğunu savunan bir felsefi akım olan Nihilizm Latince "nihil" (hiçlik) kelimesinden türemiştir ve köken olarak "hiçlik" veya "yokluk" anlayışını ifade eder. Nihilizme göre, hayatın herhangi bir anlamı, amacı veya değer temeli yoktur. Friedrich Nietzsche'nin çizdiği çerçeve, modern toplumların değer krizine işaret ederken, dijital çağda bu durumun yeni bir boyut kazandığı görülüyor. Sosyal medyanın hayatımızda merkezi bir yer edinmesiyle birlikte, insanların anlam arayışlarının yüzeyselleştiği ve toplumsal bağların zayıfladığı bir sürece tanıklık ediyoruz. Bu yazımızda, dijital nihilizmin sosyal medya özelinde nasıl ortaya çıktığını ve bunun bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini inceleyeceğiz.

Sosyal medyada derinlikten yüzeyselliğe geçiş

Sosyal medya, iletişimde devrim yaratma potansiyeli taşıyan bir araç olarak hayatımıza girdi. İlk zamanlarda, bireylerin uzak mesafelerde bile hızlı ve etkili bir şekilde bağlantı kurmalarını sağladı. Ancak zaman içinde bu platformların dinamikleri değişti ve iletişimde derinlik yerine yüzeysellik ön plana çıktı. Bu durum, sosyal medya kullanımının bireylerin psikolojik ve sosyolojik yapıları üzerindeki etkilerini yeniden değerlendirme ihtiyacını doğurdu.

Görünürlük çabası ve sanal benlik yaratımı

Kullanıcılar, sosyal medya platformlarında var olabilmek için sürekli bir "görünürlük" çabası içinde kendilerini buluyorlar. Görünür olma arzusu, bireylerin günlük hayatlarındaki deneyimlerini "paylaşıma uygun içerik" haline getirme eğilimini doğuruyor. Bu, kişinin doğal ve samimi benliğini geri plana iterken, platformların dinamikleriyle uyumlu bir "sanal benlik" yaratmasına neden oluyor. Paylaşılan içeriklerin çoğu, gerçek yaşam deneyimlerini temsil etmekten ziyade, belirli bir izlenim bırakmayı amaçlayan dikkat çekici performanslara dönüşüyor.

Kimlik erozyonu ve yüzeysel anlam arayışı

Bu performatif davranışlar, bireylerin otantik benliklerini ifade etmelerini engelliyor. Sürekli olarak beğeniler, yorumlar ve paylaşım sayılarıyla ölçülen bir değer sistemi içinde yaşamak, bireylerin gerçek anlamda kim olduklarını sorgulamalarını zorlaştırıyor. Bu durum, bireyler arasında bir "kimlik erozyonu" yaratırken, sosyal medya kullanıcılarının kendi değerlerini dış onaylarla tanımlama eğilimini artırıyor.

Ayrıca, bu süreçte anlam arayışı yüzeyselleşiyor. İnsanlar, hayatlarına dair daha derin bir anlam bulmak yerine, kısa vadeli mutluluklara ve dikkat çekmeye odaklanıyor. Sosyal medya algoritmaları, kullanıcıların bu yüzeysel ihtiyaçlarını destekleyerek, dikkat ekonomisini güçlendiren içeriklerin yayılmasını teşvik ediyor. Örneğin, bir birey anlamlı bir deneyim yaşadığında bunu hemen paylaşma ihtiyacı hisseder; paylaşımın alacağı geri dönüş, deneyimin kendisinden daha önemli hale gelir.

Bu döngü, bireylerin sadece sosyal medya platformları içinde değil, gerçek hayatta da "performans" sergilemelerine yol açıyor. Özetle, sosyal medya, iletişimde derinlik yerine yüzeyselliği teşvik eden, bireylerin özgün kimliklerini baskılayan ve anlam arayışlarını daha yüzeysel hale getiren bir yapı haline dönüşmüş durumda. Bu dönüşüm, bireylerin sadece kendileriyle değil, aynı zamanda çevreleriyle olan ilişkilerini de etkiliyor ve bu durum toplumun genel psikolojik yapısını şekillendirmeye devam ediyor.

Baudrillard ve sosyal medya: Simülasyonun hâkimiyeti

Jean Baudrillard'ın simülasyon teorisi, modern toplumların gerçeklik algısını anlamak için çarpıcı bir çerçeve sunar. Bu teori, gerçekliğin yerini onun bir temsili veya taklidinin almasıyla sonuçlanan bir süreci tanımlar. Baudrillard, bu durumu açıklarken "simülakr" kavramını kullanır. Simülakr, gerçeğin bire bir temsili olmayı aşan ve bir noktadan sonra gerçeklikten tamamen kopan bir yapıdır. Günümüzde dijital platformların işleyişi ve sosyal medyanın etkisi, bu teorinin somut örneklerini barındırır.

Sosyal medyada sergilenen "kusursuz yaşamlar" ve "ideal görünümler", simülakrların en açık tezahürlerindendir. Bu platformlarda gördüğümüz paylaşımlar, bireylerin hayatlarının veya kimliklerinin gerçek bir temsili olmaktan çok, özenle kurgulanmış, düzenlenmiş ve idealize edilmiş görüntülerdir. Gerçek hayatta var olmayan bu "kusursuzluk" simülakrları, bireylerin kendilerini bu idealle kıyaslamalarına neden olur. Kendi yaşamlarıyla, sosyal medyada gördükleri bu kurgu yaşamlar arasında uçurum olduğunu hisseden bireyler, derin bir yetersizlik ve tatminsizlik duygusuna kapılır.

Baudrillard'a göre, bu süreç yalnızca bireysel psikolojiye değil, aynı zamanda toplumsal gerçeklik algısına da zarar verir. Gerçek ile onun temsilinin yer değiştirmesi, bireylerin gerçek yaşam deneyimlerinden uzaklaşmasına yol açar. Örneğin, bir kişinin bir anı paylaşması, o anı deneyimlemesinden daha önemli hale gelir. Böylece, gerçek yaşam deneyimi geri plana itilirken, o deneyimin sosyal medyada bıraktığı izlenim öncelik kazanır.

Bu durum, bireylerde yalnızca tatminsizlik yaratmakla kalmaz, aynı zamanda bir tür "toplumsal performans" gerekliliğini de beraberinde getirir. İnsanlar, gerçek kimliklerinden ve duygularından koparak, sürekli olarak onay ve hayranlık toplamak için tasarlanmış bir hayatı yaşamaya başlarlar. Sosyal medyanın beğeni, yorum ve takipçi sayılarıyla belirlenen bu "dijital başarı" ölçütleri, bireyleri daha fazla simülakr üretmeye teşvik eder. Bu döngü, gerçeklik algısını daha da bulanıklaştırarak toplumsal değerlerin ve bireysel kimliklerin erozyonuna yol açar.

Sonuç olarak, Baudrillard'ın simülasyon teorisi, sosyal medyanın bireyler ve toplum üzerindeki etkilerini anlamak için güçlü bir araçtır. Sosyal medya, bireylerin gerçeklikten uzaklaşıp birer simülakr üreticisine dönüşmesini sağlarken, aynı zamanda bu durumun yarattığı tatminsizlik ve kimlik krizlerini derinleştirir. Bu teori, dijital çağın insan deneyimini nasıl şekillendirdiğini anlamamız için kritik bir perspektif sunar.

Sosyal medyada "performatif yas" uygulaması olarak bilinen davranışı örnek olarak incelediğimizde, toplumsal anlamdaki değerlerin yüzeyselleştiğini daha net görürüz. Bir kişi ya da olay karşısında hissedilen acı, gerçek bir yas tutma sürecinden çok, dijital platformlarda dikkat çekme ve gösteriş yapma çabasına dönüşmekte; anlam arayışı ise yerini "izlenim bırakma" çabasına bırakmaktadır.

İşte bu noktadan sonra artık anlam ve değerin önemsizleştiği bir evreye girilmektedir. Simülasyon içinde var olmayı gerektiren adımlar atılır fakat uğrunda yaşam idame ettirilecek değerler artık yoktur. Dijital Nihilizm işte tam olarak dijital dünya içinde hiçlik ve tüm anlamların yitirilmesi olarak görülebilir.

Hiper bireysellik ve toplumsal çözülme

Nihilizm, toplumsal bağların zayıflamasıyla birlikte daha derin bir etki yaratır. Sosyal medyanın oluşturduğu bu yeni yaşam alanı ile, bireylerin anlam arayışlarında yaşadıkları tutarsızlık ve iki yüzlülük sonunda bireyde koca bir hiçlik, ait olamama, değersizleşme ve değersizleştirme duygusu oluşturur. Bu da hem sanalda ve hem de gerçek hayatta idealsiz, hedefsiz ve inançsız bireyler oluşmasına neden olur.

Dijital nihilizmin yarattığı hiper bireysellik, bireyleri yalnızca kendi çıkarlarını ve ihtiyaçlarını merkeze alan bir yaşam tarzına yönlendirmektedir. Bu bireysel kopuş, bir yandan bireylerin topluma karşı olan sorumluluk duygularını zayıflatırken, diğer yandan onları her türlü manipülasyona açık hale getirmektedir. Toplum olma bilincini yitiren bu bireyler, kolaylıkla şekillendirilebilen ve sömürüye açık bir kitle haline dönüşür. Bu durum, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal yapının bütününde de bir çözülmeye yol açmakta; sosyal dayanışma, ortak değerler ve birlikte hareket etme kapasitesi ciddi anlamda zarar görmektedir. Dolayısıyla, dijital nihilizmin etkilerini anlamak ve buna karşı çözümler geliştirmek hem bireysel hem de toplumsal varlığımızı koruma açısından hayati bir önem taşımaktadır.