Distopya çağında beyaz yürüyüş
ABONE OL

Daima geleceği hayal etmek, insanoğlunun vazgeçemediği bir vasfıdır. Tarihin başlangıcından beri durmadan hayal kuruyor, gerçekleşmeleri için de kendimizi ve dış etkenleri olabildiğince şekillendirmeye çalışarak ömrümüzü geçiriyoruz. Dolayısıyla, insanlık ve medeniyet, hayallerimiz ve onları gerçekleştirme çabalarımız etrafında ilerliyor da diyebiliriz. Bu ilerleyiş bireysel hayallerden toplumsal olanlara, durmadan, sürekli yenileri eklenerek devam ediyor. Ancak her zaman beklenilen olumlu sonuçlar alınmıyor. İnsanlığın hayalleri ve hatta ütopyaları yerini acı ama gerçek başka olgulara bırakıyor.

Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu, A Haber Gündem Özel programında çok önemli açıklamalarda bulundu. Üç saati aşkın süren programın ana gündem maddelerini Gara operasyonu, Türkiye'nin terörle mücadele stratejisi ve bölücü terör örgütüne karşı girişilen mücadelede gelinen son durum oluşturdu. Ancak Sayın Soylu'nun konuşmasında değindiği çok önemli bir felsefi kavram vardı: Distopya.

Türkiye'nin yeni yolu

Distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter, totaliter bir yönetim sistemi ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Distopya kavramı ilk kez İngiliz filozof ve devlet adamı John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır.

Süleyman Soylu'nun bu kavram çerçevesindeki ifadeleri şu şekildedir:

"21. asrın başıyla Türkiye kendisine bir yol çizdi. 21. asır başıyla dünya bir yönsüzlükle karşı karşıya. Bu ikisi birbiriyle tezat oluşturuyor. Türkiye umut dolu bir yürüyüş yapıyor; büyüyerek, kapasitesini geliştirerek. Dünya tam tersi. Distopya denen bir kavram var. Dünyada kendine ait umutsuzluk, yönsüzlük, karmaşıklık içerisinde. İngiltere AB'den ayrıldı, kendilerine ortak para, anayasa yapacaklardı; hiçbirini başaramadılar. 21. asrın başında Türkiye tüm bunları gördü. Bunu iyi okuyan Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan, millet, siyaset Türkiye'ye yeni bir harita çizdi. Suriye'deki iç savaşa, Libya'ya, Azerbaycan'a umut oldu. İstedikleri politikaları, anlayışı dünyaya korku, umutsuzluk, vekalet savaşları üzerinden veremeyen Batı Türkiye'nin etrafını çevrelemeye çalışıyor. Bunu ekonomik saldırılarla devam ettirmek istiyorlar. Bunu terör örgütlerini destekleyerek yapmak istiyorlar; kendi kültürümüze, eğitimimize, ahlakımıza uygun olmayan birtakım cereyanların Türkiye'nin içerisine, aile yapımızı, medeniyetimizi, kültür birikimimizi, değerlerimizi bir vesileyle iğdiş etmek için ellerinden gelen bütün gayreti ortaya koymaya çalışıyorlar. Aramızdaki fark şu Batı dünyasıyla: Bizim dinimiz, anlayışımız, geleneğimiz umutsuzluğu reddeder. Ama Batı'nın kendine ait en önemli değerleri ekonomik kazanım, sermayedarların egemenliği, bireyselcilik. Bütün bunlar olduğu için buradaki çatışma yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir çatışma. Türkiye'nin rolü ve misyonu, nasıl 100 yıl önce sömürgeciliğe karşı bir ayak direyişse, bugün de umutsuzluğa karşı bir ayak direyiş.'

Dünya düşün ve yazın tarihindeki tüm distopya söylemleri her şeyin güzel olacağı iddiasına karşılık hiçbir şeyin güzel olmayacağını öngören karamsar bir senaryonun yazarlığını üstlenir. Bu senaryonun yaşandığı zamanlar belirsizliklerle doludur. Bu distopyaların konumlandığı mekanlar ve mekanların sakinleri korku ve tehlikelerle dolu bir yaşam sürerler. Buna rağmen yazgının da ötesine geçen bir tevekkülle tüm olumsuzluklar kabullenilir. Dünyanın geldiği noktada beklentiler ve umutlar boşa çıkmıştır. Distopik tüm anlatılar, eski dünyanın büyük ölçüde iyimserlik taşıyan ütopyalarına karşı, şu itirazı seslendirir: 'Senin ütopyan benim distopyam olmalı.' Milletlerin geleceği için kurulan mutlu hayaller daima karşıtlarını da var ederler. Zaten ilk olarak ütopyalar yaratılır, daha sonra da distopyalar hayal ve toplum sahnesine çıkarlar. Hülasa insanoğlunun tarım toplumunun başlangıcından bu yana ruhunda barındırdığı obsesif kontrol saplantısı da tüm ütopik ve distopik bakış açılarında hem korku hem de umutla beraber kendisine yer bulabilmektedir.

Bunalım çağı

Covid-19 pandemisi sonrası gelişen yeni süreçte iyice belirginleşen bir durum var; tüm klasik ideoloji kavramlarının, en sert ve militarist doktrinlerin altüst olduğu, sorgulandığı ve artık toplumların istek ve arzularına yanıt veremediği bir bunalım çağında yaşıyoruz. Ünlü düşünür ve sosyolog Pitirim Sorokin'in henüz 1930'lı yılların başında kurucusu olduğu Harvard Üniversitesi Sosyoloji bölümü kürsüsünde Marksizm ve militarizm hakkında bunalım çağı kavramı üzerinden yaptığı değerlendirmelerin neredeyse tamamının gerçekleştiği bu bunalım çağı, bilimkurgu romanları veya filmlerinde görebileceğimiz şekilde bir küresel distopya düzenine doğru ilerliyor. Peki Türkiye'nin bu yeni distopya düzenine karşı tutumu ne olacak? Aslında Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrası süreçte izlediği yol haritasına bakıldığında, devlet ricalimizin dünyanın yaşadığı bu distopik bunalım çağında yeni bir yol, yeni bir omurga ve yeni bir düzen oluşturmaya çalıştığı açıkça görülmektedir.

Huxley ve Orwell'a bakmak

Günümüzdeki son küresel sorunlar ve gelişmeler açısından olayların analizini yapabilmemiz için bazı okumaların retoriğini yeniden yapmamız gerekiyor. Örneğin; Aldous Huxley ile George Orwell'in en meşhur ve önemli eserleri, "Cesur Yeni Dünya" ve "1984"e yeniden gözattığımızda bu iki eserdeki totaliter distopya modellerinin postmodern bir sentezinin günümüz dünya sosyolojisinde belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ayrıca, bugün hızla tüm dünya devletlerinde yerleşmeye başlayan tekno-gözetim sistemini en iyi şekilde sorgulayabilmemiz ve bu sistemin genel hatlarını çizenleri algılayabilmemiz için, Yevgeny Zamyatin'in "Biz" isimli romanı ile Shoshana Zuboff'un "Gözetim Kapitalizminin Ortaya Çıkışı" adlı eserini de ayrıntılı olarak incelenmesinde fayda vardır. Zira Google, Amazon ve benzeri şirketlerin, "insanlığı daha da baskı altına alıp kontrol edecek yeni sistemler bulduğu' iddialarını rasyonel bir temele oturtabilmek açısından yukarıda örnek verdiğim bir nevi açık istihbarat kaynağı olan bu eserlerin ilgili kurumlarımız ve toplum mühendisleri tarafından etüt edilmesi elzemdir.

Coğrafya, siyasetin maddi dünyasıdır. İbn-i Haldun'dan, Montesquieu'ya dek süregelen pek çok yapısalcı tarihçi, pek çok sosyolog, pek çok siyasal düşünür, coğrafya ile siyaset arasındaki bağı anlamaya ya da açıklamaya çalışmıştır. Bu bağı güçlendiren olgu ise; 21. yüzyılın başına dek modernizm kavramı olagelmiştir. Bugün modernizmin yerini postmodernizmin almaya başlaması ve bu değişimin distopik bir mantaliteye dayanarak gerçekleşmesi, günümüz dünyasının koşulları ve zorunluluklarının, siyasete coğrafya biçme konusunda kadim zamanların dünyasına kıyasla çok daha süratli ve acımasız olduğunun göstergesidir.

Teknoloji ve insanlık

Son yıllarda dünyanın karşılaştığı distopik senaryolara, gelecekle ilgili kurulan hayallere bakılırsa karamsarlık ve kaos dolu günler insanlığı beklemektedir. Bu noktada aklımıza takılan temel soru da şudur; teknoloji ilerledikçe insanlık geriliyor mu? Aslında bu sorunun cevabı ne olursa olsun; gelecekte daha adil, huzurlu, sağlıklı bir yaşam yerine, bizi korkutucu senaryoların beklediği gelecek tahayyüllerimiz çoğumuzun zihnini işgal etmiş durumdadır. Üstüne üstlük bu olumsuz tahayyüller, sibernetik medyalar üzerinden bir salgın gibi yayılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, distopya düzeninin ayak seslerinin oldukça gürültülü şekilde duyulmasından sonra, kendi milli menfaatlerini, ulus devlet modelini, toplum düzenini, kültür ve geleneklerini, sosyal ve ekonomik dengesini ve kamu düzenini koruyabilmek adına, aslında kendi düşmanlarının da temel felsefi zihniyeti haline gelen postmodern distopya anlayışıyla kendi öz dinamiklerini maksimum şekilde kullanarak mücadele etmeye çalışmaktadır.

Sosyolojik savaş

Mesela, kendi taraftarlarına dahi aslında militarist bir distopya düzeninden başka bir sistem vadetmeyen bölücü terör örgütleri FETÖ, PKK, DEAŞ ve DHKP-C kendi örgütsel ve silahlı organizasyonlarının taktiksel ve stratejik açıdan çöktüğünü farkettikleri için sadece silahlı terör metoduyla değil, her türlü sosyal argümanı ve toplumsal sorunları manipüle ve suistimal ederek, ülkemize karşı sosyolojik bir savaş metodolojisi uygulamaya çalışmaktadır. Türkiye ise son yıllarda hızla gelişen mekanik, analitik, istihbari ve askeri gücünü milli ve rasyonel bir mantaliteyle yeniden konfigüre etmeye çalışmaktadır. İşte bu yeni süreç, "küresel distopya zihniyetine karşı yeni ve gerçekçi bir beyaz yürüyüşün' Türk devlet ricali tarafından başlatıldığının da ilanıdır. Sayın Süleyman Soylu'nun distopya kavramı çerçevesinde kullandığı ifadelere de bu açıdan bakılması gerekmektedir.

[email protected]