Dyatlov Geçidi'nde o gece
ABONE OL

Geçen asrın en esrarengiz hadiselerinden biri, çözülemeyen örgüsüyle asrımızda da hayret ve dehşet sebebi olmayı sürdürüyor. Soğuk Savaş’ın en sıcak evresinde -1959’da- ve faciaların örtbas edilmesinin devlet alışkanlığı hâline geldiği bir ülkede –Rusya’da- yaşanmış olmasa bu kadar çok komplo teorisine konu olmayabilirdi esasında.

1 Şubat’ı 2’sine bağlayan gece yarısı oldu ne olduysa. Dokuz genç dağcı, hayatlarının en zorlu gecesini geçirdi ve hiçbiri güneşin yeniden doğuşunu göremedi. Ekibin lideri İgor Dyatlov’un Çernobil faciasının günah keçisiyle aynı soyadını taşıması talihsiz bir tesadüftü sadece. İsmi bile olmayan bu ölümcül geçit, o gece yaşananlardan ötürü, onun adıyla ölümsüzleşecekti. Anıtlaşan kayanın üstündeki kitabeye şunlar yazılacaktı: “Gidenlerin ve asla geri dönmeyeceklerin anısına, bu geçide onların adını verdik: Dyatlov Geçidi”.

Tanrı’ya bir soru sorma hakkı

Rusya’nın orta batısında Yekaterinburg’daki Ural Politeknik Enstitüsü Dağcılık Kulübü, her yıl kızaklı ve kayaklı doğa yürüyüşleri tertipliyordu. Stalin’in ağır gölgesi altında nefes almakta güçlük çeken gençliğe bu tür faaliyetler özgürlük imkânı sunuyordu. Dünyanın en geniş topraklarına sahip ülkenin ücra köşelerine yapılan geziler bir tür gençlik modasıydı. Doğa günümüzdeki kadar bozulmamıştı ve bakir bucaklar ziyadesiyle davetkârdı. 20-24 yaş arası, 10 kişiydiler. Biri müstesna: Semyon Zolotaryov. 38 yaşındaydı, o okuldan mezun bile değildi, spor eğitmeniydi. 2. Dünya Savaşı’na katılmış, 4 madalya almış bir askerdi ve KGB bağlantısına dair şaibeler pek çok komplo teorisinin mesnedi olacaktı. Dyatlov’un tuhaf dövmeleri olan bu altın dişli adamı almamak yönündeki direncine rağmen üyelerden bazılarının ısrarıyla ekibe katılabilmişti. 23 Ocak’ta yataklı bir trenle başlayan yolculuk, sırasıyla otobüs, kamyon, at arabasıyla devam etti ve yolların sona erdiği mevkide asıl yolculuk başladı. Dağcılardan Yudin, ayağını burktuğu için erken bir vedaya mecbur kaldı. Eşyalarını arkadaşlarına dağıtıp geri dönerken bunun hayatlarının dönüm noktası olduğunu hiçbiri bilmiyordu.

Yudin, yıllar sonra kameralar karşısında şunu söyleyecekti: “Eğer bana Tanrı’ya bir soru sorma hakkı verilseydi o gece arkadaşlarıma ne olduğunu sorardım.” Ekipte sağ kalan tek kişi olmanın bedelini, ömrü boyunca psikolojik destek almak ve yalnız yaşayıp ölmekle ödeyecekti.

Mukavemet testi

İki kız, yedi erkek, hepsi de 2. derece dağcı sertifikasına sahip ekip, 16 gün sürecek bu çetin seferden sonra, Sovyetlerin en üst düzey sertifikası olan 3. dereceye hak kazanmayı umuyordu. Hedef, Uralların kuzeyinde, 305 km ilerdeki Otorten Dağı’ydı. Kuzey Buz Denizi’nden Kazakistan’a kuzey-güney hattında uzanan sıradağlar, Asya ile Avrupa arasında sınır kabul edilmekteydi. Rusya’yı Rusya yapan maden yataklarının bulunduğu sıradağ, Sibirya iklimine yakın olduğundan dünyanın en tenha yerlerinden biriydi. Mansiler asırlardır buranın yegâne sakiniydi. Dil ve kültürleri Türklerle fazlasıyla benzerlik arz eden Mansiler, şaman geleneklerini sürdüren, avcı bir kavimdi. Ne var ki 1933’ten beri Sovyet gulaglarından en kötü şöhretlisi Ivdel’lag bu yöredeydi. Stalin’in paranoyasına kurban giden 20 milyon sakıncalı yurttaşın tutulduğu bu çalışma kamplarında milyonlarcası canından olmuştu. Stalin öldükten sonra siyasî tutsaklar serbest bırakılmışsa da ülkenin en azılı mahkûmlarından 30 bini orada tutulmaya devam etmişti. Çünkü kaçmayı deneyecek birinin o ıssızlıkta ve iklimde fazla uzağa gitme şansı yoktu.

Şubat ayı yılın en sert zamanıydı, kış tatili o döneme denk gelmese dağcıların tercihi farklı bir tarih olurdu. Hepsi daha evvel zorlu yürüyüşlerde bulunmuş, tecrübeli ve sınanmış gençler olsa da dondurucu soğuk ile eksik olmayan kar fırtınaları zorlu bir mukavemet testi olacaktı.

Ölüm Dağı’nın eteğinde

Oğlanlardan dördü, kızlarınsa ikisi de günlük tutuyordu. Altı kişi fotoğraf makinesiyle gelmişti. O günün şartlarında, hele Rusya’sında, grup aşırı derecede görsel ekipmanla donanmıştı. Günlüklerden ve fotoğraflardan bazıları kayıplara karışacak olsa da seferin gidişatını bu veriler ışığında adım adım takip etmek gayet mümkündü.

Geyik patikalarından ve daha sonra Mansi avcılarının patikalarından başarılı bir tempoyla ilerleyerek 1 Şubat’ta meşum geçide vardılar. Kayak takımları, sırt çantalarıyla o akşamüzeri 17’de kamplarını kurarken fotoğraflar çekildiler. Günlüklerden anlaşıldığı kadarıyla o gün Dyatlov Geçidi’nden ötede kamp yapmayı planlamışlardı fakat gün boyu dinmeyen tipi grubun yönünü batıya dönmesine sebep oldu. Orada Holat Syakhl vardı. İkinci kelimedeki Türkçe tınıyı işitebilirsiniz: Dağı. İlk kelime ise: Ölüm.

İki çadırın birleştirilmesinden oluşan otağı, kara sapladıkları kayak çubuklarının yanına kurarlarken günün batmakta olduğunu fotoğrafların birinden anlayabiliyoruz. Kar fırtınasının şiddetini de. Gel gör ki, 1.5 km aşağıda daha korunaklı bir orman varken ekibin fırtınaya bu kadar açık bir eteği seçme sebebini anlamak hiç de kolay değil. Aşağıda bir şey mi gördüler? Fırtınayı daha az zararlı bulacakları ne tür bir şey olabilirdi ki bu? Günlükler susmuştu, sonraki sayfalar boştu.

12 Şubat’ta dönüş yürüyüşünü de tamamladıklarına dair telgrafı okula çekmek üzere sözleşmişlerken günler sonra bile ses seda yoktu. Birkaç günlük gecikme olağan sayılsa da sonraki günler bir şeylerin sahiden aksi gittiğine emin olundu ve 20 Şubat’ta farklı güzergâhları taramak üzere gönüllü öğrencilerden müteşekkil beş ekip yola çıktı. 26 Şubat’ta 1079 rakımlı Ölüm Dağı’nın eteğinde, zirveden 300 metre aşağıda kamp çadırı bulundu. Direklerden birine bir el feneri asılmıştı ve şaşılası biçimde hâlâ yanıyordu. Orta direk yağan kar sebebiyle çökmüştü ama daha şaşılası olan çadırın ortası yarıya kadar yırtılmıştı. Kimi yalın ayak, kimi çoraplı, kimi tek ayakkabılı, kimi iki ayakkabısıyla, zifiri karanlıkta ve tipi altında, yamaçtan aşağı yürümüşlerdi. Ayak izleri 500 m. sonra kayboluyordu. Tipi, izleri örtmüş olmalıydı.

Kurtarma ekibi kurtarılacak kimse kalmadığını anlamıştı ama cesetler neredeydi? 1300 m. aşağıdaki ormanın başladığı yerde, sedir ağacı altında bir karartı fark ettiler. Bir kül kalıntısının yanında iki ceset yan yana yatıyordu. Bunlardan biri ekibin en gözü kara üyesi olarak bilinen Doroşenko, diğeri de Krivonişenko idi.

Dibinde can verdikleri ağacın beş metre boyunca dalları kırılmıştı. Yaş dalları yakmak hiç de kolay olmamıştı. Sadece birkaç metre ilerde yerde kuru dallar varken ya buna cesaret edememişler veya yaş yaprakların dumanından görme yetilerini kaybetmişlerdi. İç çamaşırlarıyla duruyorlardı. Elbiselerinin nerede olduğu çok sonra anlaşılacaktı.

Saati 5:31’de durmuştu

Karların üstüne çıkan mavi kazaklı, eldivensiz kol, ekibin lideri İgor Diyatlov’a aitti. Saati 5:31’de durmuştu; kalbinin duruşundan kısa bir süre sonra. Köpekler yakın bir noktaya yoğunlaştı; ekibin kadın üyelerinden Zina Kolmogorova oradaydı. Ucu kancalı demir çubukları kara saplayarak yapılan aramalarda üçüncü bir cesede daha ulaşıldı: Rüstem Slobodin.

Bunların üçü de sedir ağacı altındaki ateşle çadır arasında 150’şer metre aralıklarla sıralanmışlardı ve yüzleri yamaca dönüktü. Çadıra dönmeye çalıştıkları aşikârdı. En yakın noktada olan Zina’ydı, o da anca 770 metre yaklaşabilmişti. O ana kadar bulunan beş dağcıda da ufak tefek zedelenmeler dışında belirgin bir darp izi yoktu, hipotermiden, donarak ölmüşlerdi.

Sovyet rejimi derin bir nefes almıştı. Başını ağrıtacak bir vaziyet yoktu, ailelerden cesetlerin sessizce gömülmesini istedi. Fakat başından beri çocuklarının başına bir çorap örüldüğünü düşünen aileler, buna karşı çıkıp 9 Mart’ta büyük bir törenle onları toprağa verdi. Diğer dört dağcı, yani ceset neredeydi peki?

O gece orada neler yaşandı?

4 Mayıs’ta, karlar eridiğinde, sedir ağacının 75 metre paralelinde, 2.5 metrelik bir çukurda onlara da ulaşıldı. Alexander Kolevatov, Nicolas Thibeaux Brignollel, Ludmila Dubinina ve Semyon Zolotaryov. Eski askerin kamerası boynundaydı ama ne yazık ki su aldığından ötürü hiçbir fotoğrafa ulaşılamadığı söylendi. Buradakiler sedir ağacı altındakilerin üst başını alıp giyinmişlerdi. Hangisinin daha önce öldüğü de giydikleri kıyafetlerden anlaşılabiliyordu. Zolotaryov, ikinci kız üye Dubinina’nın kürklü mont ve şapkasını giymişti.

Cesetler bulunmuştu bulunmasına ama işin rengi değişmişti. Son dört cesedin üçünde ağır darp izleri mevcuttu. Bunlar araba çarpmasıyla oluşabilecek ağır hasarlardı. Gelgelelim, kafatasları ve kaburgaları kırılmışken, deri üzerinden herhangi bir darbe izi görülmüyordu. Basınç türü bir şey buna sebep olmuştu. Peki, zavallı ikinci kız üye Dubinina’nın gözleri ve dili neredeydi? Ne kartal ne kurt; karlar altında yüz üstü yatan birinin dilini kökünden kopararak iz bırakmadan gidecek değildi.

Üstelik laboratuvar sonuçlarına göre elbiselerinde aşırı miktarda radyasyon vardı. Üç saatlik bir yıkamada radyasyonun yüzde 60 azaldığı görülürken bu cesetler üç aydır dere yatağında, su altındaydı. İlk aldıkları radyasyon muazzam miktarda olsa gerekti. Giysilerindeki mor lekeler de neyin nesiydi?

Espiyonaj öyküleri

Sorular birbirini kovalıyor, cevaplar hep tökezliyordu. Çadırın içeriden, dağcılar tarafından kesildiği anlaşıldığında kafalar iyice karıştı. Nasıl bir korku, bu cesur ve tecrübeli dağcıları bu denli paniğe sevk etmiş olabilirdi? Ayakkabılarını, fotoğraf makinelerini dahi almadan onları ormana kaçıran şey neydi? Nasıl bir kuvvetti o? O gece orada neler yaşandı?

Olağan şüpheli yerli Mansi halkıydı. Gelgelelim işkenceli sorgulardan hiçbir şey çıkmadı. Civarda ekip dışında birine ait tek bir ayak izi de yoktu zaten. Çadır etrafında da, ormanda da hiçbir kapışma, mücadele izi yoktu. Çadırın içerden kesilmesi de, barışçıl Mansileri aklayan bir etken oldu.

Ne ki, sonradan ortaya atılan tezlere göre, cinler âlemiyle irtibatlı şamanları olan Mansiler, cinlerini öğrencilere musallat etmiş olamazlar mıydı? Veya halisonejen mantarlarından hediye ederek onları çıldırtmış olmadıkları ne malûmdu? Nitekim yabancıların, hassaten kadınların ziyaretinden hoşnutsuz oldukları bu sahipli dağlarda tarih boyunca yaptıkları ayinlerde dokuz kurban vermiyorlar mıydı? Ölümün sembolü olan dağda kadim zamanlarda dokuz Mansi de canından olmuş değil miydi? 1999’da aynı yere düşen uçakta da dokuz kişinin ölmesine ne demeli?

Komplo teorilerine gün doğmuştu. KGB’nin soruşturma boyunca şüphe çeken müdahaleleri, uçuk kaçık espiyonaj öykülerini kışkırtıyordu. Gençler, nükleer bir üssü fotoğraflamak isterken KGB tarafından etkisiz hâle getirilmişlerdi! Gizemli bir silah denemesinde kullanılmış veya şans eseri orada bulunmuşlardı! Nitekim bölgede roket kalıntısı olduğu düşünülebilecek bir metale rastlanmamış mıydı? O gece ve şubat ayı boyunca gökyüzünde tuhaf turuncu cisimler, meteorologlar ve halk tarafından ihbar edilmemiş miydi? Dağcılardan birinin makinesindeki son resim, geceleyin gökten inen dairevi ışıklara ait değil miydi?

Şarkı söyleyen kayalar

Tüm bunları deli saçması bulup çığ teorisine sığınanlar da kıyasıya çürütülüyordu. O kadar düşük eğimde çığ olmazdı; çadır kazıkları bile dışarıdaydı. Efsanevi Kar Adam veya Koca Ayak denen Yeti’nin varlığı, Brignollel’in çektiği son resimde açıkça görülmüyor muydu hem?.. Bir diğeri, buna dağcılar arasındaki aşk üçgeninin bir iç savaşa yol açtığına dair günlüklerden deliller çıkarmaya çalışarak cevap yetiştiriyordu. Bir başkası, kulak tarafından duyulan ama beyin tarafından algılanamadığı için halisunatif bir etkiye sebep olan infrasound rüzgârlardan söz ediyordu. Yıllar sonra 1 Şubat gecesinde orada bulunan dağcılar aniden çıkan şiddetli fırtınaların dağcıları paniğe sevk etmiş olabileceğini söylememiş miydi? Değil mi ki, bölgedeki kayaların yerel adı Şarkı Söyleyen Kayalar’dı?

64 teoriden meşrebinize en uygun olanını seçebilirsiniz. Dosya 2019’da yeniden açılsa da spekülasyonların ardı arkası kesilecek gibi değil. Herkes için kötü haber şu ki yeni soruşturma da hiçbir şeyi açıklamıyor. Kesin olansa bir tek şu: Tanrı’ya bir soru sorma hakkı verilse, birçoğumuz o gece Dyatlov Geçidi’nde dağcılara ne olduğunu soracak.

@TokgozBulentt