Akif Çarkçı/Yazar
İslam'ın ortaya koyduğu emir ve yasaklar manzumesi, hayat disiplini ya da dini düşüncenin sosyal düzene tesirleri kendisini en çok fizik mekânın İslami ilkeler çerçevesinde düzenlenmesinde yani "belde-i emin" ve "belde-i tayyibe" diyebileceğimiz ideal şehir tanımlaması ya da yerleşiminin gerçekleştirilmesinde gösterir. İslam diğer bazı dinler gibi sadece vicdana hapsedilmiş bir inanç meselesi olmadığından sosyal yaşamın tanzimine dair ilkeler ve kurallar koyduğundan bir arada yaşayan insan topluluklarının fizik mekândaki örgütlenme ve yerleşme biçimlerini de etkilemiştir.
Çağının gelişmiş bir şehir devleti olan Medine, Kur'an'ın ve Resülûllah'ın ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde yeniden kurulmuş, siyasal sosyal ve fiziki yapısını büyük oranda İslami esaslar çerçevesinde tekâmül ettirmiştir. Pazar yerlerinin oluşumundan ibadethanelerin konumlandırılmasına, şehirde yaşayan toplulukların hukukunu tanzim eden bir anayasadan toplumu sosyal açıdan bütünleştiren kurumların oluşturulmasına kadar İslami ölçü ve esasların pek çok sahada etkili olduğu bilinmektedir.
İdeal İslam şehrinin fiziki ve sosyal düsturlarını ortaya koyarak yüzyıllar boyunca fethedilen başka beldelere örneklik teşkil eden Medine'deki anlayış, tabii olarak bir İslam hükümdarı olan Fatih ve çevresindeki ulema, yönetici ve karar makamlarının da yeni İstanbul'un kurulmasında ilham kaynağı olmuştur.
Yüzyıllar boyunca İslam fetihlerinin ana amacı fethedilen ülkeler üzerinde askeri-siyasi hâkimiyet kurarak İslam'ın ilke ve esaslarını fethedilen topraklarda hâkim kılmak ve oranın İslamlaşmasını sağlamaktır.
Ancak Müslümanlar bunu yaparken "dinde zorlama yoktur" ilkesini esas almışlar kılıç zoruyla İslamlaştırma yöntemini tercih etmemişlerdir. Dinin de ana fikrine aykırı olan zorlamadan uzak durulmakla birlikte İslamlaşmanın hızlandırılması için fethedilen topraklara çeşitli İslam beldelerinden insanlar getirilip yerleştirilmiştir. İstanbul'un nihai fethinden evvel I. Bayezid tarafından 1399'da gerçekleştirilen kuşatmada her ne kadar İstanbul alınamadıysa da nihayetinde Bizans Hükümdarı Yuannis, Bayezid'e boyun eğmek zorunda kalmış ta o tarihte Sirkeci'de 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurulmuş, bir mescit yapılmıştır. Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahil beldelerinden Türkler buralara yerleştirilmiş, başlarına bir de imam tayin edilmiştir. Benzer şekilde fetihten sonra da Fatih tarafından Anadolu'nun pek çok yerinden özellikle zanaat, sanat ve ticaret erbabının İstanbul'a göç etmesi emredilmiştir. Konya, Karaman, Aksaray, Bursa, Gelibolu'dan insan kalabalıkları İstanbul'a göç etmişlerdir. İstanbul'un fethinde nüfusun yaklaşık 30-40 bin civarında olduğunu gören Fatih fetihten sonra buraya Osmanlı-Türk tebâyı getirerek demografik gücünü artırmak istemiştir.
Fetihten sonra İstanbul 13 nahiyeye ayrılmıştı, bu 13 nahiye 219 mahalleden meydana geliyordu. Tabii olarak mahalleler eski kiliselerin etrafında oluşuyor, özellikle camiye çevrilen kiliselerin çevreleri birer yerleşim yeri haline geliyor yeni cami yapıldıkça bu camiler etrafında da yeni yerleşim mahalleri meydana geliyordu. Başlangıçta mahalle isimleri mahallede bulunan mescit ya da caminin ismiyle anılıyordu. Mahallelerde yerleşen insanlar sosyal statü bakımından farklı seviyelere mensuptular. Zengin de fakir de aynı mahallede yaşayabiliyor, sınıfsal farklılıklar göze batmayacak derecede mahallenin kendi yapısı içerisinde tolere edilebiliyordu. Mahallenin merkezinde cami, okul ve hamam bulunuyor, her milletten her yöreden insan aynı mahallede ortak mekânları kullanmaları münasebetiyle sosyal açıdan kaynaşabiliyorlar ve böylece sosyal güven temin edilebiliyordu. Fetihten sonra Osmanlı coğrafyasının pek çok bölgesinden müslim ya da gayr-i müslim çok sayıda tebaanın bir nüfus politikası uygulaması olarak İstanbul'a getirildiğini biliyoruz.
Rumeli'den, Üsküp'ten gelenler Üsküplü mahallesine, Yenişehir'den gelenler Yenimahalle'ye, Mora Rumları Fener Mahallesine, Edirne'den 50 Yahudi Tekfur Sarayı çevresine, Anadolu'dan Konya Aksaraylılar Aksaray'a, Akka, Gazze ve Rumeli'den gelenler Tahtakale'ye, Arnavutlar Silivri kapısına, Safed'den gelen Yahudiler Hasköy'e, Anadolu Türkleri Üsküdar'a, Amasya, Karaman, Tokat, Sivas ve Bayburt'tan gelen Ermeniler Sulumanastır'a, Lange, Yenikapı, Kumkapı ve Hasköy'e, Karamanlı Hristiyanlar Yedikule'ye, Manisalılar Macuncu Mahallesine, Eğirdir ve Emekdereliler Eğrikapı'ya, Bursalılar Eyüp Sultan'a, Konyalılar Küçük Karaman'a, Karamanlılar Büyük Karaman'a, Türeliler Vefa'ya, Çarşamba Ovalılar Çarşamba'ya, Kastamonulular Kazancı Mahallesine, Trabzonlular Beyazıt Cami çevresine, Gelibolulular Tersaneye, İzmirliler Büyük Galata'ya, Avrupalılar Küçük Galata'ya, Samsunlular Tophane'ye yerleştirilmişledir.
Fatih, fetihten sonra 18 Haziran'da İstanbul'dan ayrılmış, şehre tekrar dönüşü sonbaharı bulmuştur. Geri döndüğünde İstanbul'un nüfus bakımından kendisinin arzu ettiği değişimi yaşamadığını görünce çeşitli tedbirler almıştır. Bursa'dan beklenen önemli göç dalgasının gerçekleşmediğini gören Fatih oradaki halkı ikna edemeyen yöneticileri cezalandırmıştır. Anadolu'dan İstanbul'a getirilen bazı insanlar da eski topraklarına dönmüş, fetihten önce şehirden ayrılan Hristiyanlar ise tekrar İstanbul'a dönmemişlerdi. Fatih stratejik bir karar alarak kuşatmadan evvel şehri terk edenlerin geri dönmelerini teşvik maksadıyla George Scholarios'u 6 Ocak 1454'de Ortodoks Hıristiyanların patriği olarak atadı.
Osmanlı fetihlerinde fethedilen bölgenin insanı İslam'a girmiş olsun ya da olmasın fethedilen bölge artık Darü'l İslam sayılmış, o beldedeki insan ve gayr-i menkul varlığı üzerinde fethi gerçekleştiren irade tasarruf sahibi olmuştur. İstanbul fethedildikten sonra 30 000 kadar insan esir alınmış, pek çok bina ve taşınmaza el konulmuştur. Fatih bu süreçte şehrin fizik mekân boyutundaki taksimatını yaparken de klasik İslam Osmanlı şehrinin örgütlenme modelini hür bir şekilde uygulama olanağı bulmuştur. Bu kapsamda öncelikle şehrin semalarında ezan sesinin duyurulması amacıyla önce Ayasofya peşinden 5 adet kilise daha camiye çevrilerek İslam beldesinin olmazsa olmazı olan "cami" öncelikli bir müessese olarak kurulmuştur.
Osmanlı-İslam şehrinin plansız kurulan bir ucube olduğu, anlamsız insan yığınlarının mekânsal planda gelişigüzel dağıldığı düşüncesi asla ve kat'a gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Medine modelinde olduğu gibi İslam-Osmanlı şehri de mescid ya da camiyi şehrin fiziki örgütlenmesinin merkezine yerleştirmiş, ilmi, sosyal ve ticari örgütlenme de bu merkezi model etrafında şekillenmiştir. Müslümanları günde beş kez bir araya getiren ve birbirlerinden adeta haberdar olmalarını sağlayan, birbirleriyle kaynaşmalarını temin eden mescidin merkeze alındığı model tabii olarak Osmanlı'ya da ilham kaynağı olmuştur. İstanbul'un fizik mekânda yeniden örgütlenmesinde bu anlayışa bağlı kalınmış pek çok semtte mahallenin merkezine Cuma mescitleri etrafında şekillenen ilmi ve sosyal kurumların da dâhil olduğu yapılanma esas alınmıştır.
Bunlarla birlikte Fatih askeri kışla, depo, sanayi tesisi gibi alanların belirlenmesinde mutlak yetki kullanarak şehrin fiziki örgütlenmesinde hüküm sahibi olmuştur. İdeal Osmanlı şehrinde bulunması gereken unsurları tarif eden Fatih, fetihten hemen sonra sur içinde bir kale, bir saray, bedesten ve değerli eşya ticareti yapılan bir çarşının evvel emirde kurulmasını emretmişti. Sur içindeki müstahkem mevki, hazine dairesinin ve kışlanın bulunduğu, muhtemel bir ayaklanmada savunma fonksiyonu görecek bir alan olarak istihkâm edilmişti.
Yeni saray yapıldıktan sonra daha da belirginleşen bir ayrım burada dikkat çekmektedir. Babüssaade yani saray kapısı sultanın siyasi hâkimiyetini otoritesini temsil etmekte, Darüssaade sayılan saray dışı alan ise şehrin sakinlerinin yani reayanın yaşadığı alan olarak ortaya çıkmaktaydı. Reayanın yaşadığı alanın Darüssaade olarak anılması yani mutluluk diyarı, saadet diyarı olarak anılması Osmanlı mekânsal örgütlenmesinin siyasi ve fikri zeminini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Babüssaade adaletin dağıtıldığı, hakkaniyetin ayakta tutulduğu ve Darüssaade'dekilerin mutluluğunun gözetildiği saltanat yani riyaset makamı, Darüssaade ise toplumun huzur içinde yaşadığı mekansal alanı tarif etmekteydi. Darüssaade'de bulunan vakıf, imaret, medrese gibi kurumların da toplumun huzur ve refahına hizmet eden kurumlar olduklarını kolayca ifade edebiliriz.