Mustafa İsen / Yazar
Üsküp ki Yıldırım Bâyezid Han diyârıdır,
Evlâd-ı Fâtihâna onun yâdigârıdır.
Ne zaman, nerede ve hangi anne babadan doğacağımız kaderimizin önemli aşamaları ise nereleri ne zaman ziyaret edeceğimiz de kanımca nasibimize bağlı bir şeydir. Üsküp bu anlamda kısmetime bolca düşmüş şehirlerden biridir. Yugoslavya’da öğretim üyesi olarak bulunduğum seksenli yıllarda Belgrad ve Saraybosna’dan sonra gördüğüm bu ülkedeki üçüncü şehir Üsküp olmuştu. Ondan sonra görevlerim gereği de defalarca ziyaret ettim. Yeni seçilen Makedonya Cumhurbaşkanının yemin törenine Cumhurbaşkanı adına katılmak da kısmet oldu; Üsküp’teki Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin kurucu kadrosunda yer almak ve bu görevle isminin ve logosunun seçiminde söz sahibi olmak da. Şehirle ilgili kişisel intibalarımı anlatacağım ama önce çok kısa bir Üsküp tarihi: Üsküp, çeşitli yollar vasıtasıyla Priştine’ye, Selânik ve Ege denizine, Niş ve Belgrad’a, Sofya ve İstanbul’a bağlanan önemli bir güzergâh üzerindedir. Şehir bu özel konum yüzünden erken dönemlerden beri önemli bir yerleşim merkezi olarak dikkat çekmiştir.
FETİHTEN 60 YIL ÖNCE
Yine bu önemli konumuyla çok erken dönemde Rumeli akıncılarının dikkatini çekmiş ve Osmanlı’nın kuruluşunu izleyen yıllarda devletin bir parçası olmuştur. Daha kolay hatırda kalması için bunun İstanbul’un fethinden yaklaşık altmış küsur sene önce olduğunu ifade edelim (1392). Paşa Yiğit tarafından Osmanlı topraklarına katılan ve önemli bir uç merkezi olan Üsküp, Anadolu’dan getirilen göçler ve yerel halktan Müslüman olanlarla kısa sürede bir Osmanlı şehri karakteri kazandı. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin Rumeli’deki önemli şehirlerinden biriydi. Fethi, Osmanlı’nın en dinamik dönemlerine rast geldiği için kısa sürede han, hamam, cami ve mescit gibi eserlerle donatıldı. Elbette ticari açıdan da kısa süre içinde büyük gelişim gösterdi. XVII. yüzyılın ortalarında Evliya Çelebi burayı tam bir Müslüman şehri diye tasvir eder; kırk beş camiden, birçok mescit, mektep, hamam ve tekkeden söz eder. Şehirde çeşitli tarikatlara ait on beş zâviye, tekkeler ve bir mevlevîhâne vardır. Böylece devletin Rumeli’deki önemli kültür merkezlerinden biri olan Üsküp, kültürel bakımdan da İmparatorluğun en önemli şehirlerinden biri haline gelmiştir. Edebiyat tarihi kaynaklarından edinilen bilgiye göre Osmanlı kültür coğrafyası içinde en çok şair yetiştiren bölgeler sıralamasında Üsküp, on dokuz şairle on altıncı sırada yer almaktadır. Bunların içinde en tanınmış olanı İshak Çelebi’dir. Diğer şairler ise Ataî, Dürrî, Feridî, Hakî, Hemdemî, Hevesî, İzarî, La’lî, Muidî, Namî, Niyazî, Özrî, Riyazî, Sa’yî, Sıhrî, Valihî, Vusulî, veZarî’dir. Ayrıca, Prizren’de dünyaya gelip uzun süre Üsküp’te görev yapan ve burada vefat edip şimdi adını taşıyan Gazi Baba mezarlığında türbesi bulunan Aşık Çelebi’den de söz etmek yerinde olacaktır. Ama Üsküp, Osmanlının son döneminde yetişen ve cumhuriyet dönemi şiirin en önde gelen isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın da doğum yeridir.
XX. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı idaresinde kalan şehir, 23-24 Ekim 1912’de Sırplar tarafından ele geçirildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni oluşturan Makedonya’nın başşehri idi. Bu konumunu Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin başşehri olarak korudu.
Fetihten 60 yıl önce
Üsküp Osmanlı yönetiminden çıktıktan sonra da yoğun Türk ve Müslüman nüfus barındırmaya devam etti. Meşum Balkan göçleri daha çok kuzeyde hükmünü icra etmeye başlayınca Üsküp direnmeye devam etti, ta ki ellili yıllarda Yücelciler hareketi mensupları büyük bir kıyıma maruz kalıncaya kadar. Bu tarihten itibaren göç burada da sele dönüştü. Bazı akil insanlar ölüm anlamına gelen bu çılgınlığı önlemeye çalıştıysa da artık psikolojik direnç kırılmıştı. Bu yüzden Üsküp’te keşke ilk gidenin ayağı kırılsaydı sözü hep tekrarlanır ama bir kere baht döndü. Artık ne gidenler mutluydu, ne de kalanlar. Bu konuda elbette çok şey söylenebilir, ama konumuz bu değil. Balkan edebiyatları özetle göçten ibarettir dense abartı olmaz, insanların günlük konuşmaları da…
Üsküp’e ilk gidişim rahmetli Muzaffer Tufan’ın daveti iledir. Muzaffer ağabey, Paris’te doktora yapmış, dönüşünde Üsküp’te bir enstitüde çalışan heyecanlı bir Türk. Daha sonra Türkiye’ye geldi, Hacettepe ve İstanbul Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Onunla Üsküp yanında Gostivar’ı da ziyaret ettim. Çünkü Muzaffer ağabey aslen Gostivarlıydı. Burası Makedonya’da Türk nüfusun en ağırlıklı bulunduğu şehir merkezi. Yanındaki Vrapçişte gibi yerleşim yerleri de soydaş nüfus açısından önemli. Yugoslavya’daki Türk aydınlarının büyük çoğunluğu Makedonya’da yaşar, bu ziyaret sırasında onlarla da tanıştım. Mesela mekânı cennet olsun, Balkanlardaki yakın dönem Türk edebiyatının en önemli ismi Necati Zekeriya bunlar arasındadır. Onunla hem uzunca bir süre mektuplaştık sonra da birkaç kez yüz yüze görüştük. Birlik gazetesini, Sesler dergisini ziyaret ettim, buradaki yazarlarla tanıştım.
Bunların yanında şehri eski ve yeni diye ikiye bölen Vardar Nehri’nin etrafında yürüdüm, üzerindeki Taşköprü’den Eski Üsküp’ü seyrettim, Davut Paşa Hamamında yeni açılmış bir resim sergisini gezdim, İsa Bey Camii’nin şadırvanında, adeta coşmuş güller arasında abdest aldım. Elbette çevresindeki atalarımızdan kalma hanlar, hamamlar, camiler ve türbelerin bulunduğu şehrin tam göbeğindeki tarihi Üsküp çarşısında dolaştım.
‘Biz şehirliyiz’
Üsküp’te dikkatimi çeken hususlardan biri de çok dilli, çok kültürlü yapının gündelik hayattaki tezahürleri oldu: Muzaffer Bey’le bir kuyumcu dükkânında oturuyoruz, sohbet ediliyor. Dışarıdan gelen birisi dükkân sahibine Arnavutça bir şey sorunca Türkçe olan konuşma bir anda ve farkında olunmaksızın Arnavutça devam ediyor. Benzer şekilde Makedonca bir soru üzerine ise bu kez konuşmalar bu dil üzerinden devam ediyor. Tam bu aşamada ben, saatime bakıp Muzaffer Bey’e randevumuzu hatırlatınca onun “hemen kalkıyoruz” Türkçe cevabı karşısında Arnavutça ya da Makedonca konuşmalar sırasında sohbete dahil olmuş birisi biraz şaşırarak “sizin Türkçe bildiğinizi bilmiyordum” dedi. Cevap Balkanlarda Türkçenin konumu gösteren muhteşem bir örnekti: “Eee biz şehirliyiz.” Türkçenin bölgede bir linguafranca olduğunu bundan güzel ne anlatabilir?
Son gidişlerimde eskiyle yeni arasındaki en önemli fark, şehrin her tarafına dikilen ve estetik olmaktan çok ideolojik bir baskı unsuru olarak karşınıza çıkan heykeller ve karşıdaki Vodna dağına yerleştirilen devasa haç. Ama başka Balkan şehirlerinde de sıklıkla gördüğüm bu manzara bana hep Aliya İzzetbegoviç’in anlamlı cümlesini hatırlatıyor: “İstediğiniz kadar dağlara haç koyun, gökyüzüne her baktığınızda hilâli göreceksiniz.”
Türkçenin ses bayrağı
Üsküp, dün olduğu gibi bugün de Balkanlardaki Türk entelektüel hayatının merkezidir. Yugoslavya döneminde burada çıkan Birlik gazetesi ve Sesler dergisi yanında Sevinç ve Tomurcuk gibi çocuk dergileri, radyo ve televizyondaki Türkçe yayınlar bu faaliyetlerin yansıma merkezleriydi. Elbette bunların arkasında Tefeyyüz gibi Türkçe eğitim yapan kurumlar vardı. Bu kurumlarda çalışanların maaşları ve işletme giderleri devlet tarafından karşılanıyordu. Bunun neticesinde Yugoslavya döneminde de burada Türk edebiyatı kendisine bir alan buldu. Başta Necati Zekeriya, Fahri Kaya, İlhami Emin, Suat Engüllü gibi Yugoslavya döneminde yetişen şairler dilimizin güzel örneklerini verdikleri gibi şimdilerde de Leyla Emin, Mehmet Arif gibi genç yazarlar bu farklı coğrafyada Türkçenin ses bayrağını dalgalandırmaya devam ediyorlar.
Yugoslavya’nın dağılması sonrasında özellikle basın, yayın organları sürdürülemedi. Ama kısa süren bir dağılma döneminden sonra başta sivil toplum kuruluşları olmak üzere yeniden bir yapılanma ortaya çıktı. Köprü dergisi vb. yayın organları çıkmaya başladı. Şimdi artık, TİKA ve Yunus Emre Vakfı gibi ülkemiz destekli kurumların da katkılarıyla daha reel temeller üzerine oturan bir tablo ortaya çıkıyor. Bunlara zengin tarihi birikimin ortaya çıkarılması da eklenince Üsküp bizim gözümüze de daha bir güzel görünmeye başladı. Bunun sonucu olarak Üsküp son yıllarda vatandaşlarımızın ziyaret ettiği en önemli dış destinasyonlardan biri haline geldi. Elbette buna Ohri gibi gerçekten doğanın sunduğu mucizevi mekânlar da eklenmeli. Tarihimizin bir parçası olan Manastır ve Resne gibi şehirler de bu rotanın önemli parçaları haline gelebilir. Bölgeye yapılan gezilerin en önemli sebeplerinden biri de bölgenin zengin mutfağı tabii. Her ne kadar yemek isimleri birebir aynıysa da tatlarının ve sunum şekillerinin farklı olduğunu göreceksiniz. En başta önereceklerimiz Üsküp köftesi ve tafça-grafça. Üzerine bizimkilere göre epey irileşmiş bir tulumba tatlısı da yiyebilirsiniz.Üsküp deyince aklıma hep Yahya Kemal gelir. Belki böyle bir yazıyı, onun bu yazıda epigraf olarak kullandığım şiiriyle bitirmek anlamlı olacaktır.
KAYBOLAN ŞEHİR
Üsküp ki Yıldırım Bâyezid Han diyârıdır,
Evlâd-ı Fâtihâna onun yâdigârıdır.
Fîrûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhuyla bizdi o.
Üsküp ki Şar Dağında devâmıydı Bursa’nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsa Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hülyâ maâhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil, bunu duydum, için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.