Garbın jeopolitik 'şark meselesi' ve İzmir’in işgali-II
ABONE OL

Mondros Mütarekesini takip eden on günlük süre içinde parlamenter rejime geçen Almanya ile Avusturya-Macaristan, İtilaf devletleriyle münferit birer mütareke imzaladılar. Hemen ardından Paris’te toplanarak Almanya ve Avusturya-Macaristan hükümetleriyle yapacakları nihaî sulh anlaşmasının görüşmelerine başlayan İtilaf devletleri, yaklaşık yedi ayda hazırladıkları sulh metnini 9 Mayıs 1919’da Paris Konferansında müzakereye giriştiler. Fakat bu süre zarfında İtilaf devletlerinden öyle ya da böyle bir sulh tebligatı bekleyen Türkiye, ne ilginçtir ki tam da mukadderatına dair müzakerelerin başladığı tarihten itibaren günbegün İzmir Limanına yığılan Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya ait büyük küçük çok sayıdaki savaş gemisiyle karşılaşacak ve nihayet 15 Mayıs 1919 sabahında İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince büsbütün şaşkına dönecekti. 

Oysa İtilaf devletleri, Osmanlı hükümetine tebliğ edecekleri sulh şartlarının ana hatlarını Paris Konferansında belirlemişlerdi. Bunu henüz resmen tebliğ etmemişlerdi ama Türk milletine “hayat hakkı” tanımaları için Türkiye’nin sulh görüşmelerine kadar “mazinin tasfiyesi ve istikbale dair” neler yapması gerektiğini, İzmir’in işgalinden yaklaşık iki buçuk ay evvel 10 madde hâlinde tanzim edip birer suretini de hükümetin önemli mevkilerinde bulunan bazı zevata -ki bu zevatın kimler olduğunu bilmiyoruz- verdikten sonra İstanbul’da İngilizce olarak yayımlanan Observer gazetesi vasıtasıyla bütün dünya kamuoyuna duyurmuşlardı. Dahası, Türkiye bu 10 maddelik programı âcilen tatbik etmez de “Asra layık olmayan bir hâlde kalmakta ısrar edecek olursa Sulh Konferansının vereceği hüküm, idam hükmünden başka ne olabilir?” diyerek Türk milletini açıktan açığa ölümle tehdit etmişlerdi. 

Asrileşme arzuları

Bir bakıma Türkiye’ye Sevr’de ölümü gösterip Lozan’da sıtmaya razı edecekleri sulh antlaşmalarının özü demek olan bu metinde, tehcir hadisesinden dolayı İttihat ve Terakki mensuplarının, idam kararları alabilecek derecede yetkili bir mahkemede yargılanmaları, ancak verilen kararların İtilaf devletleriyle azınlıkları ikna edebilmesi için Amerika, İngiltere ve Fransa’dan bazı hâkimlerle Ermeni, Rum ve Musevi temsilcilerinin de bu mahkeme heyetinde göreve davet edilmeleri; din ile devlet işlerinin Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi kati surette birbirlerinden ayrılması; sulh zamanına kadar hükümet işlerinin arzu edilen biçimde sürdürülebilmesi için İtilaf devletlerinden avans talep edilmesi ve bu suretle alınacak paranın Maliye Nezareti tarafından İngiliz ve Fransız murahhaslarının kontrolü altında sarf edilmesi; sulhtan sonra bütün borçların birleştirilmesi, Almanya’nın Türkiye’yi harbe sürüklemiş olmasından dolayı vermesi gereken tazminatın Almanya’ya olan borçtan düşülmesi ve kalan borç yekûnundan da Türkiye’den kopacak memleketlerin hisselerinin ayrılması; Türkiye’nin hudutları sulh konferansında çizilir çizilmez derhâl birinci derecede gizli ve umumî bir seçim yapılarak yeni bir mebuslar meclisi oluşturulması ve benzeri talepler sıralanıyordu. 

Bu taleplerin “Şark Meselesi”nin halli bakımından en hayatî önemi hâiz olanı, hiç kuşkusuz din ile devlet işlerinin Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi kati surette birbirinden ayrılmasıydı. Türk toplumunun gerçek anlamda modernleşmesini değil fakat ileride değineceğim üzere kendi jeopolitik hedefleri için doğrudan doğruya Halifeliğin kaldırılmasını amaçlayan bu talep, esasen Türk modernleşme tarihinde Türk aydınlarının en temel iki hedefiyle de örtüşüyordu. Bir başka deyişle Türkiye’deki siyasî fikir akımlarının istikametini çok iyi takip eden Batılı devletler, kendi projeleri için Türk modernleşme tarihinde en azından yarım asırdır gelişmekte olan ve II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren ardı ardına sürüklendiğimiz büyük felaketlerin yol açtığı toplumsal travmaların da etkisiyle Birinci Dünya Harbi sonlarına doğru Türk aydınları arasında iyice güçlenmiş olan “asrîleşme” arzularının reformist birikimini de arkalarına almış oluyorlardı. 

Tanzimat’tan sonra başlayan ve “muasırlaşma”, “garplılaşma”, “asrîleşme” gibi kavramlarla adlandırılan bu toplumsal değişim sürecinde, öncelikli olarak dinin ve siyasî otoritenin gerek bireyin iç dünyasında gerekse toplumun gündelik hayatındaki belirleyici rolünü kırmaya dönük bütüncül fakat mevcut sosyolojik şartlar gereği son derece hesaplı bir yayın stratejisi takip edilmekteydi. Bu süreçte özellikle manevî gelişim odaklı modern bir yazı kategorisi olarak tanımlanan edebiyat, -Ahmet Midhat’ın “Hikâyelerden maksat, ahlâk ve maneviyat için yol açmaktır.” cümlesinde görüldüğü gibi- dinî metinlerin normatif işlevini simüle ederek toplumun her katmanına yayılıyordu. Bununla beraber yine aynı yayın stratejisine sahip Ahmet Midhat ve Namık Kemal gibi bazı Osmanlı aydınları, ünlü Fransız filozofu Ernest Renan ve benzeri oryantalistlerin “İslâm terakkiye manidir!” kabilinden sallama salvolarına karşı çeşitli müdafaanameler de yazıyorlar fakat bunlar, bir delinin bir kuyuya attığı bir taşı kırk akıllının çıkarmaya uğraşmasından başka bir anlam taşımıyordu. Zira terakkiye mâni olan elbette İslâm’ın kendisi değildi ama bugün de olduğu gibi Afrika ve Asya’da yaşayan bütün dünya Müslümanları büyük bir ekseriyetle fakruzaruret ve cehalete mahkûm perişan bir hayat yaşıyordu. Ziya Paşa, Muhammed Abduh, Said Halim Paşa, Mehmet Akif ve daha birçok muhafazakâr aydının somut verilere dayanan çeşitli gözlem ve tespitlerine de yansıyan bu paradoksal durum, hiç kuşkusuz tıpkı Orta Çağ’ın karanlığında Kilise babalarının sırf kendi konformizm ve otonomileri için Hristiyanlığı korkunç bir toplumsal baskı ve kıyım aracı olarak kullanmaları gibi İslâm’ı da mikrodan makroya aynı amaçla kullanan -ki en son örneğini “15 Temmuz” vakasında yaşadık ve bu ihanetin yarattığı travmayı henüz atlatabilmiş değiliz- farklı toplumsal dinamiklerin bütün İslâm coğrafyasına hâkim olmasından kaynaklanıyordu… 

II. Meşrutiyet yıllarına gelindiğinde, işte bu yüzden İslâmcılık dâhil Batıcılık ve Türkçülük gibi eklektik ve heterojen fikir akımlarına mensup Osmanlı aydınlarının, Batı karşısında son birkaç asırdır sürekli gerileyen İslâm coğrafyasını -tabi daha özel anlamda Türk toplumunu- yeniden ayağa kaldırmak amacıyla Batılı değerleri şu veya bu şekilde ama mutlaka muhatap yahut ölçüt almaktan başka alternatifleri kalmamıştı. Akif’in Asım’ıyla Fikret’in Halûk’u ve Gökalp’in “güzideler”inin dünya görüşlerindeki gelenetik -bu sözcüğü “gelenek, genetik, etik ve etnik” kavramlarının anlamsal açılımlarını aynı anda çağrıştırabilir diye kullandığımı belirtmeliyim- uyuşmazlık ve mahiyet farklılıklarına rağmen Türk milletinin ferdasını aydınlatmak için ilmin ve sanatın ışığını Batı’dan almakla görevlendirilmeleri bu yüzdendi. Bir başka deyişle asrîleşmek yahut yeni bir hayatın ibdası için artık Batılı değerler kaçınılmaz bir biçimde gerekli şarttı ama bu değerlerin Türk toplumunun gelenetik kodlarına hangi dozda ve nasıl aşılanacağı konusunda görüş ayrılıkları vardı. 

Müphem ve dalgalı hareket 

İttihat ve Terakki Fırkasının merkezi Selanik’te II. Meşrutiyet’in ilanından sonra bir araya gelen Türkçü aydınlar, çıkardıkları çeşitli dergi ve gazeteler vasıtasıyla bu yeni ve asrî hayatın âdeta manifestosunu hazırladılar. Bu bağlamda Ziya Gökalp’in tam bir toplumsal zihniyet değişimi programı çizen “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” adlı son derece stratejik yazısı, 1911 yılında ilkin Yunus Nadi’nin Selanik’te çıkardığı Rumeli gazetesinde, birkaç ay sonra da meşhur Genç Kalemler dergisinde tekrar yayımlandı. Aynı yıl Ahmet Hamdi (Ülkümen) ile M. Zekeriya (Sertel), Ziya Gökalp’in “Yeni Hayat bir harekettir, hem de müphem ve dalgalı bir harekettir. Bu hareketin bizi hangi hedefe götüreceği, ne gibi sonuçlar doğuracağı şimdiden bilinemez, kestirilemez.” ifadesinden de anlaşılacağı üzere âdeta bir muamma gibi görünen “Yeni Hayat” idealini şerh etmek amacıyla Yeni Felsefe adlı bir başka dergi çıkarmaya başladılar ve 17 sayı devam eden bu derginin her nüshasında söz konusu ideali bütün ayrıntılarına kadar uzun uzun anlattılar. Buna göre arzu edilen “Yeni Hayat”ın istihsali, öncelikle dinde reform yapmayı gerektiren sosyal bir devrimle ancak mümkün olacaktı. Bu yüzden bütün bu yazıların odak noktasını “Düne kadar beşeriyeti dinî idealler idare ediyordu. Fakat bugün artık bu idealler insanları idare edebilecek bir kuvvete sahip değildirler. Bugün hiçbir asrî fert idealini dinde aramıyor. İngiltere’de kiliseye gidenler, dine hürmet için değil geleneklerine bağlı oldukları için gidiyorlar. Bilhassa Amerika, denebilir ki dinsizler memleketidir. Bugün garpta henüz dinî fırkalar var. Fakat Amerika’da siyasî fırkalardan başka hiçbir fırka mevcut değil.” kabilinden aşırı yargılar oluşturuyor ve dinde reform için Amerika ve İngiltere gibi gelişmiş Protestan ülkeler örnek gösteriliyordu. 

Bu tür yargılara mukabil “Hıristiyanlık ancak İslâmiyet’teki esasları taklit ederek Protestanlık namıyla yeni bir şekil aldıktan sonra asrî medeniyetle itilaf edebilmiştir. Bundan dolayıdır ki Avrupa milletleri içinde -halk sınıfıyla münevver sınıfı beraber olarak- asrî bir millet hayatı yaşayanlar yalnız Protestan milletler yani haberleri olmadan İslâmlaşmış olan cemiyetlerdir.” diyen Ziya Gökalp başta olmak üzere, toplumsal devrim için özellikle Alfred de Fouillee, Max Nordau, Emile Durkheim, Gustave Le Bon gibi Fransız sosyolog ve antropologlarından beslenen Türkçü aydınların çoğu, samimî bir niyetle -ki burada “Tekin Alp” takma adıyla çok keskin yazılar yazan ve diğer hususiyetleri bir yana Birinci Dünya Savaşına girdiğimiz sıralarda Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler? adıyla yayımladığı kitabı İngiliz savaş propagandası için çok faydalı bulunarak İngiliz gizli servisi tarafından İngilizceye de çevrilmiş olan Moiz Kohen ve Emanuel Karasu gibi bazı siyonist Türkçülerin yanı sıra erbabınca bilinen daha başka birçok “Dönme” Türkçünün niyetlerinin çok farklı olduğunu belirtmeliyim- hummalı bir faaliyet içine girdiler. Bu süreçte kurulan çeşitli sivil toplum örgütleri ile İstanbul yahut Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde çok geniş okuyucu kitlelerine ulaşan Türkçü basın organları da “Yeni Hayat” anlayışının liberal-nasyonalist idealini iyice yaydılar.  

‘Muasır İslâm Türklüğü’ 

Ana mecrası az çok belli olmakla birlikte uzunca bir süre müphemiyetini koruyan bu anlayışın genel çerçevesi Ziya Gökalp’in 1918’de aynı adla çıkardığı şiir kitabıyla belirginleşmeye başladı. Nitekim Ömer Seyfettin, bu kitap dolayısıyla kaleme aldığı “Yeni Hayat-1: Mürteciler Karşısında Din” başlıklı makalesinde, Türk toplumunun münevverlerini -konvansiyonel birer düşünce sistemleri olsun olmasın- mürteciler, muhafazakârlar, liberaller, radikaller olarak dört guruba ayırdıktan sonra mürtecilere tahsis ettiği bu birinci yazısında -ki yazının sonunda devam edeceği kaydı olduğu hâlde her nedense kesilmiştir- “Son günlerde Ziya Gökalp’in Yeni Hayat unvanlı bir kitabı çıktı. Bu kitap asla bir şiir kitabı değildir! Bu kitap milletimizin vicdanında yaşayan canlı idealin formülleridir. Türkler de uzun süreler bir ümmet hâlinde yaşadılar. Edebiyat, idare, teşkilat, telakkiler, gayeler, ideal, hissiyat, hâsılı her şey dinî idi. Her şey skolastik idi. Durmayan zaman yürüdü. Garp medeniyetinin tazyiki evvelâ bu sistemi incitmeye başladı. Nihayet Tanzimat bütün bütün zayıflattı. İdeal, tekâmülünde devam etti. Telâkkiler değişti. Bir gün geldi ki ümmet sistemi anormal oldu. Fakat fikren hâlâ bu sistemin içinde yaşayanlar vardır. Yeni Hayat, liberal bir nasyonalizmin, gerçek bir idealin vecizeleridir. Din, ilim, vatan, millet, ahlak, vazife, lisan, medeniyet ve benzeri telâkkileri mürtecilerin telâkkisinden pek uzaktır…” şeklinde devam eden cümleleriyle “Yeni Hayat”ın içeriğine daha bir açıklık kazandırıyordu. 

Bununla beraber Ziya Gökalp, yine aynı yıl yayımladığı Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabında, Türkçülüğün gayesini “muasır bir İslâm Türklüğü” olarak netleştiriyor; muasırlaşmayı da “Bugün bizim için muasırlaşmak demek, Avrupalılar gibi büyük savaş gemileri, otomobiller, uçaklar yapıp kullanmak demektir. Muasırlaşmak şekil ve yaşam biçimi bakımından Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman ilim, sanat, iktisat ve sanayi açısından Avrupalılara ihtiyacımızın kalmadığını görürsek o zaman muasırlaşmış olduğumuzu anlarız…” şeklinde tarif ediyordu. Nihayet 1923’te neşredeceği Türkçülüğün Esasları adlı meşhur eseriyle bütün bu düşünsel birikimi derleyip toparlayarak bir doktrin hâline getirecek ve yeni kurulacak olan ulus devletin yaslanacağı ilkelerle takip edeceği siyasî, kültürel ve iktisadî programı ayrıntılı bir şekilde belirlemiş olacaktı. 

İzmir’in işgal edildiği günün ertesinde Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal Paşa, gerek İttihat ve Terakki’nin mensubu bir subay olarak 1908-1912 yılları arasında Selanik ve Manastır’da görev yaparken gerekse sonraki yıllarda cepheden cepheye koşarken hiç kuşku yok ki bütün bu düşünce akımlarını takip ediyor ve üstelik Fransız devriminin fikrî kaynaklarını orijinalinden okuyacak kadar da siyasetle yakından ilgileniyordu… 

Devam edecek... 

[email protected]