Gülüşlerindeki çiçekler solmasın diye...
ABONE OL

Koronavirus pandemisi ile birlikte hayatımızın her alanda salgını durdurmak, engellemek ve yayılmasını yavaşlatmak için düzenlemeler yapıldı. Salgın ve hukuk ilişkisi bağlamındaki yazılarımla, sizleri bilgilendirmeye çalıştım. Sürecin böyle devam edeceğini öngördüğümüz bugünlerde, zaman zaman yine bu salgın bağlamında hukuki konulara değineceğiz. Daha önce, cezaları, idari tedbirleri, yurtdışına ve sokağa çıkma yasaklarını, çalışma türlerine etkisini, uluslararası hukukta Çin’in durumunu, bulaştırmanın öldürme ve yaralama suçlarını oluşturup oluşturmayacağı konularını tartışmıştık.

Salgın döneminde şiddet

Bu yazımızda, özellikle sağlık çalışanlarının son dönemde uğradıkları ve hiçbir biçimde anlam veremediğimiz, tüm toplum olarak karşı çıktığımız “fiziksel/ duygusal şiddetin”, salgın dönemindeki hukuki durumunun bir analizini yapmak istiyoruz. Sağlık çalışanlarının yaşadığı sorunların nasıl çözülebileceğine ilişkin öneriler paylaşmak istiyoruz. Salgının başlangıç evresinde (Nisan 2020) sağlık çalışanlarına yönelen şiddete dair düzenleme yapıldı. Türk Ceza Kanundaki bu kapsamdaki cezalar arttırıldı. Verilecek hapis cezalarının ertelenemeyeceği kayıtlandı. Özel sağlık kurumlarında çalışan sağlık çalışanları da ceza yasası anlamında “memur olarak” kabul edildi. Ayrıca, ek ödeme uygulaması ile de maddi anlamda bir nebze olsun destek verilmeye çalışıldı. Ancak Ankara, Keçiören’de yaşanan son olayda; sağlık çalışanlarının kendilerini koruma görüntüleri nedeni ile bu önemli ve hassas meseleyi enine boyuna ele almamız gerektiğini düşündüm. Cidden, kan donduran ve üzen görüntülerdi. Bu, geçmişte olan, gelecekte olacak niceleri… Bu meseleyi etraflıca ve efektif biçimde ele almak şart.

Bu şiddet eğiliminin psikolojik, sosyolojik sebep-sonuç incelemesi yapılabilir. Bu alanda çalışmalar ile sürece katkı sunulabilir ve hatta uzun vadede etkilerini doğuracak sonuçlar meydana getirebilir. Fakat en hızlı ve etkin çözümü hukukun üreteceği açıktır… Zira hukuk kurallar koymak suretiyle toplumda “dönüştürücü” etki de oluşturabilen ve hayatın içindeki önemli sistemdir. Cezalar, caydırıcı gücü en yüksek toplumsal kurallardır. Toplum vicdanına yönelmiş bu denli büyük ihlallerin son bulması için bu kati biçimde gereklidir.

Tam da bu noktada, doktorlar, hemşirelere, yardımcı diğer sağlık görevlileri için ayrı ayrı düzenleme talepleri gündeme gelebilir. Mali açıdan iyileştirme, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, personel sayısının arttırılması vb. bunların pek tabii hepsi kıymetlidir. Ancak biz bugün iki husus üzerinde durmak istiyoruz: İlki, “ceza politikasının anlamında bir paradigma değişikliği (Fiziksel ya da Duygusal şiddete uygulanan cezaların yenilenmesi ve kararlı olarak uygulanması ” ikincisi ise “pandemi nedeniyle vefat eden sağlık çalışanlarının durumu”.

Sıfır tolerans

Yapılanı hiçbir suretle mazur görmemek “sıfır tolerans” yaklaşımıdır. İdarenin veya adliyenin mevcut saldırıyı kamu suçu gibi görüp kendiliğinden ele alıp, şikâyet ve şikayetten vazgeçme kurumlarından bağımsız biçimde araştırması ve sorumluları tespit etmesi demektedir. Bu konuda önerdiğim uygulama “Zero Tolerance Law” olarak nitelenen ve ABD New York’ta ortaya çıkan bir uygulamadır. Buna göre, belirli suçlarda polis olaya doğrudan el koymakta “şikâyet” koşulu olmaksızın olayı aydınlatmakta gerekli tedbirleri almakta, konuyu aydınlatıp, sonucu kamuoyu ile paylaşmaktadır. Bu, asayiş olaylarına dönük bir uygulamadır. Böylece New York’ta suç oranlarında ciddi bir azalma görülmüştür. Bunun sağlık çalışanları için uygulanması geçmişte de ülkemizce çokça dile getirilmiş olmasına rağmen, üzerinde esaslı biçimde durulmadığını görmekteyiz. Bu mücadele yönteminin tam zamanı. Kimsenin buna itiraz edeceğini düşünmüyorum. Sağlık çalışanlarına şiddete sıfır tolerans, 2020 yılının önemli bir kazanımı olabilir. Bu modelin etkin uygulanması, olay sayılarını düşürecektir.

Paradigma değişmeli

Sağlık çalışanlarına yapılan “her türlü olumsuz” olay “iş azmini ve hasta/doktor bağlılığını” düşüren önemli bir etkendir. Sağlık çalışanlarına veya hastanedeki cihazlara yönelik her türlü şiddet, sonucu itibarıyla topluma zarar vermeye başlamış durumdadır. Özellikle bu sıkıntılı süreçte yapılanlar değerli olduğunu yakından gördüğümüz, hayatlarımızı borçlu olduğumuz sağlık çalışanlarımızın çalışma şevklerini kırıyorsa, mevcut “ceza politikasının” sınırlarını zorlayacak biçimde ek ve keskin tedbire ihtiyaç duyduğumuzu anlamak zorundayız. Gelişmiş toplumların aksine bu konuyu maalesef ceza hukuku yoluyla çözmek zorundayız. Bu üzücü fakat gerçek durum karşısında, özel düzenlemeler veya pandemi dönemine dair geçerli olacak bir takım mevzuat çalışmaların hızlı bir şekilde yapılması lazımdır. Bu bir paradigma değişikliğidir, artık olaya bakış açısı “normal” dönemin geliştirdiği zihin şartlarından farklı olmak zorundadır.

Sağlık hizmetlerinden faydalanmak anayasal bir haktır. Bu hak, devlet için bir ödev olduğu kadar, yurttaşlar için de görevdir. Nedir bu görev? Sağlık hizmetlerinin sunan kişilere saygı ve bu tesislere zarar vermeme görevi. Zira bir sağlık çalışanına verilen zarar bir başka yurttaşın sağlık hakkına tecavüz etmektedir. Bir yoğun bakımı basıp cihazları tahrip etmek, o yoğun bakımdaki hastalara hizmetin doğru aktarılamaması demektir. Mühim bir cerrahı yaralamak, ondan toplum istifade etmesinin önüne geçmek; hayatına kast etmek ise toplumdan onu mahrum bırakmak demektir. Bizim basit olarak gördüğümüz bu şiddet olayı aslında, toplumun yaşamına kast etmektir.

Bu tip eylemlerin “teşebbüsünün” dahi suç olması lazım. Özellikle ulusal/uluslararası salgın dönemlerinde bunun olması şart. Olağanüstü dönemlerde, olağan tedbirler yetersiz kalmaktadır. Hastane ortamı, herkesin kendini güvende hissettiği bir yer olmalıdır. Burada “düşmanca”, “fevri” tavırlara girmeye kimsenin hakkı yoktur. Buradaki herkes en korumasız şekilde hareket etmekte ve gelişen şiddet karşısında ciddi travmalar yaşamaktadır. Sağlık birimlerinin (sağlık çalışanlarının ve hastane donanımının) güvenliğini arttırmak yetmez, toplumda bu bilincin oluşması için “kötü olayların” olmasının beklenmesi yerine buna yeltenmek bile başlı başına önemli bir suç olarak kabul edilmedir.

“Beyaz kod”, bilindiği üzere sağlık çalışanlarının korunması amacıyla uygulanan bir sistemdir. Bu bir acil yardım çağrısı, duyurusudur, olaya güvenlik görevlilerinin el koyması için bir alarm sistemidir. Bunun sonucunda da derhal adli süreç başlamış olmaktadır. Bu şekilde bir başlangıç iyi olsa da asıl sorun, olayla ilgili adli sürecin başlamasından sonra yaşanmaktadır. Sağlık çalışanlarına “şikâyetten vazgeçmesi yönünde” telkin, rica, uyarı, tehdit…ve benzeri durumlar maalesef olabiliyor. Bu durum sürecin yumuşak karnı. Bu bağlamda –en hızlı şekilde hayata geçebilecek uygulama- , gözaltı süresinin uzun tutulması ya da “tedbirden” şüphelinin “elini kolunu sallayıp dolaşmasını önleyen” hızlı yargılamadır. Bu konuda, şikâyetten vazgeçilmesi veya buna benzer beyanda bulunulması için telkinde bulunmanın bile sorumluluk doğuracağı bir modele ihtiyaç vardır. Ciddi bir mücadele istiyorsak, toplumda farkındalığın uyanmasını gerçekten düşünüyorsak fiili işleyenin “yanına kar kalmayacak” ve “hızlı biçimde” ceza almasını sağlayacak bir modele geçiş yapmalıyız. Hatta bir adım daha ileri giderek, bu tip dosyalara “basit yargılama” denilen ve kısa sürede karar verilmesini sağlayan kuruma atıflar yapılmasını da düşünmek durumundayız.

Yaşarken kahraman...

Ülkemizde görev nedeniyle ve görevini yaparken vefat eden sağlık çalışanlarına “emeklilik ödemesi” veya yakınlarına “aylık” bağlanması söz konusudur. Olağan dönemlerde böyle bir şeyin olması normal olabilir ancak, sağlık alanında “seferberlik” durumunun doğduğu bu günlerde, yaşarken “kahraman” diye niteleyip, alkışladığımız sağlık çalışanına, covid-19’dan vefat edince “sıradan” bir ölüm olarak nitelemek haksızlıktır. Sağlık Bakanlığınca, isimleri sağlık kurumlarına verilerek onore edilen bu kimseler, daha fazlasını hak ediyorlar. Bence, şu halde sağlık çalışanları ile cephede vatanı koruyan güvenlik güçleri hemen hemen aynı düzeyde kutsal bir görev ifa ediyor. Bunun hukuki bir karşılığının olması gerektiği, toplumun ortak kararı diye görüyorum ve düşünüyorum. Ülkemizdeki ve bir çok ülkede “şehitlik” kurumu “devlet güvenliği” bağlamında ele alınmaktadır. Burada bir tadilat yapılarak, ilgili mevzuata “sağlık çalışanları için özel bir madde” veya “bu konuda sağlık bakanlığına yetki” verilmesinin doğru bir adım olacağını düşünmekteyim.

Dönüştürme aracı: Hukuk

Belki bu önerilerimiz eleştirilecektir, ancak yaşadığımız toplumun farkındalığı maalesef “yanı başındaki olaya şahit” olunca gelişmektedir. Bunun en yakın örneğini salgın döneminde, ölüm olayları artınca gördük. Maske takmayanlar takmaya başladı, sokağa çıkanlar çıkmama eğilimine girdi. Süreç duyarlılık ekseninde yürümedi. Cezalar arttırılınca ve ölümler çoğalınca, vahametin kabul edildiğini, kanıksandığı gördük. Oysa, hukuk; toplumda bu durumlar doğmasın diye vardır. Hukukun amacı, toplumda olumsuzluklar yaşanmasın, kurallara uymakla bir düzenin inşaa edilmesidir. Aksi durum, kaos, karmaşa ve kayıptır. Bir başka yönü ile hukuk araçtır. Bir dönüştürme aracıdır. Toplumun eğilimleri içinde zararlı olanları değiştirmenin aracıdır. Getirilecek yeni ve katı düzenlemeler sağlık çalışanlarına bakış açısı değişecektir. Bir kimsenin bir hakime, savcıya aynı davranışları sergilemeyi düşünemezken bile, sağlık çalışanına yapıyor olması kabul edilebilir değildir. Bu kapsamda, “salgın” sadece bu başımızdakinden ibaret değil, olmayacak da. Buradan çıkarılması gereken dersler ile ihtiyaçları iyice tespit edip, adım adım değişiklikler yapmak da hukuk dediğimiz ve canlı olan bilimin bir gereğidir.

[email protected]