'Haydi dağda ezan okutup ağlayalım'
ABONE OL

Ezanın, sözün büyüsüne musikinin maharetini ekleyen çok etkin iki vasıtalı bir ilan olduğu söylenebilir. Ezandaki bu söz ve musiki büyüsünden birine dokunulduğunda tarihsel anlamıyla birlikte etkisini de yitirecektir. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçeleştirilmesi girişimi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Belki Türkçe ezanın estetik ve musiki boyutu düzeltilebilirdi ama sözün yerini alabilecek hiçbir tercüme yoktur. Bu nedenle Türkçe ezan denemesi başarısız olmuştur. Başarısızlığın en bariz sebeplerinden birisi de onun Müslüman toplumsal hafızadaki tecrübi birikimlerle uyuşmazlığıdır.

Ezanın sembolik anlamı

İslam mezheplerinin çoğunluğuna göre bir yerde ezan okunması o bölgenin Müslüman olduğunun temel belirtisidir. Bu meyanda bir Müslüman’ın kendi anlam dünyasında ezandan umduğu, asla onu kendi dili ile anlamak değildir. Zira ezan, bir Müslüman için kendi lisanında ne manaya geldiğini hatırlatmayacak derecede kelimelerden ve dilden bağımsız, anlamın ta kendisidir. Ömer Rıza Doğrul bu durumu şöyle betimlemektedir:

“Biz ezan’ın Türkçe okunması aleyhinde değiliz. Fakat bunun lüzumsuz bir külfet, faydasız bir teşebbüs olduğuna inanıyoruz. Çünkü Türk’ün bildiği ve benimsediği Ezan-ı Muhammedî Arapça değil, fakat İslamcadır ve İslamca olduğu için hem Arapça’dır, hem Türkçe’dir, hem Acemce’dir, hatta hem Hindce’dir, hem Çince’dir. O, bir müşterek dildir ki bu camiaya bağlı olanların hepsi anlarlar, kelimelerini belki akılları kavrayamaz, fakat ruhları kelimelerin içyüzünü kavrar. Allahu Ekber Arapça değil, İslamcadır ve İslamca olduğu için Türkçedir.” (Cündioğlu, 2005: 139)

Ezanı salt bir namaza çağrı aracı olarak düşünmek onun hem dil hem de dini cephesinin göz ardı edilmesi demektir. Yahya Kemal, tıpkı Kur’an gibi ezanın da bizimle manasıyla değil sesiyle iletişim kurduğunu şöyle dile getirmiştir: “Ezan bir ses’tir. Minarelerden yükselerek Müslümanların gönlüne dalan bir musikidir. Ayasofya’da ilk defa hangi kelimelerle okunmuşsa onu öyle muhafaza etmek lazımdır. Ezana bu sesi, bu musikiyi biz verdiğimiz için bu ses millidir.” (Banarlı, 1984: 27) Bu milli sembolü değiştirmek, İsmet Özel’in ifadesiyle “binlerce yılın yabancısı bir ses”i minarelere musallat etmektir(Özel, 2005: 90-91).

Türkçede günlük dilde Allah da yaygın olarak kullanılıp anlaşılmasına rağmen, “Allah büyüktür” yerine Atatürk’ün tercihi ve emri ile “Tanrı uludur,” terkibinde karar kılınmışolması (Akgün, 1980: 109-110) Türkçe ezanın tutmamasının en temel sebeplerinden biridir.Çünkü “Tanrı uludur” nidasıyla zihinlere kazınan Tanrı kavramı Müslüman halkın nazarında … ezanı ve Kur’an’ı Türkçeye çeviren zihniyetin temsilcisi olarak görülmüştür.” (Atay & Çiftçi, 2013: 316) Kısacası, Türkçe ezan girişimi, onun Müslüman zihin dünyasındaki sembolik anlamını ciddi derecede zedelemiş; işin içine zorlama ve cezanın dahil edilmesi insanlardaki direnci artırmış ve reddi tetiklemiştir.

Ali Suavi, Hocazade Mehmet Ubeydullahve Ziya Gökalp’in başını çektiği anadilde ibadet tartışmaları Tanzimat ve Meşrutiyet’e kadar gitmektedir. Gökalp’ın meşhur şiiri “Vatan”ın ilgili mısraları şöyledir:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar manasını namazdaki duanın...

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın...

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!” (Akgün, 1980: 106)

Şiirdeki en dikkat çekici nokta, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesini savunmasına rağmen Gökalp’ın, Allah yerine ezanda olduğu gibi Tanrı’yı değil Farsça Huda’yı tercih etmiş olmasıdır. Ayrıca şiirde geçen cami, ezan, dua, mana, mektep gibi yine Arapça kelimelerde gözden kaçmamaktadır.

Milli din inşası

Gökalp’ın ilhamlarıyla yola çıkan Cumhuriyet eliti, Osmanlı bakiyesinden kalanlarla ulusal bir devlet kurmayı hedeflemiştir. (Aydar, 2006a: 63)Harf inkılabı ve hilafetin ilgasıyla maziye dair dini bağları koparan Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, milli kimlik inşasının en önemli ayağı olan milli din inşası hedefine yönelmişlerdir.(Bozkurt, 2017: 295-296) Bunlardan ilki dini metinlerin Türkçeye tercümesi; sonraki adım da şüphesiz bunların camilerde uygulamaya konulmasıdır. Bu meyanda değinilmesi gereken diğer önemli gelişme ise“Dini Islah Beyannamesi”dir. Göztepe Camii imamı Cemaleddin Efendi’nin 19 Mart 1926 tarihinde Cuma namazının tamamını, Türkçe kıldırması; anadilde ibadet konusunu yeniden gündeme taşımış ve sonuçta Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi hocalarından konuya dair bir rapor hazırlamaları istenmiştir (18 Haziran 1928). Rapor basına yansıyınca (Vakit Gazetesi, 20 Haziran 1928) hararetli tartışmalara sebep olmuştur. Rapordaki çoğu tartışmalı teklif yanında (camilere sıra ve müzik aletlerinin konulması ve ayakkabı ile girilmesi gibi) ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi öne çıkmış ve Türkçe ezan uygulamasının da gelişmesine vesile olmuştur. (Aydar, 2006b: 35-42)

Bu şartlarda ortaya çıkan Türkçe ezan konusundaki gelişmeleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür. 1931 sonlarında Atatürk’ün emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın, salanın, tekbirin ve hutbenin Türkçeye çevirisi için seferber edildi. 30 Ocak 1932’de ilk Türkçe ezan Fatih Camii’nde ve 3 Şubat 1932’de ise Ayasofya’da ilk Türkçe tekbir okundu. 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Reisliği müftülüklere ezanın Türkçe okunması emrini gönderdi. 4 Şubat 1933 tarihli bildiride ise Türkçe ezan okumayanların “şiddetle cezalandırılacağı” yazılıydı. Bu aşamaya kadar konunun takibi “telkin, emir ve tamimlerle” sağlandı. Arapça ezan ve kamet okuyanlar “kamu düzenini sağlamaya yönelik emirlere aykırılık” suçundan yargılanmakta ve değişik cezalar almaktaydı. Ancak, yasal boşluklar nedeniyle yasağa uymayanlar konusunda ortaya çıkan karmaşa sonucu konunun yasa ile çözülmesi gündeme geldi. Meclis’te yaşanan gergin tartışmaların ardından 2 Haziran 1941’de çıkarılan kanun değişikliği ile Türkçe ezan uygulamasına muhalefet edenlerin durumu netleşti. Yeni kanun, görev dışında herhangi bir yerde okumak da dahil, “Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis, on liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılırlar” hükmünü getirdi. (Ceylan, 1992: II, 359-369)

18 yıl devam eden Türkçe ezan uygulaması, Resmî Gazete’de yayınlanan yeni düzenleme ile 17 Haziran 1950’de resmen sona ermiştir. (Aydar, 2007: 102)Düzenleme, “Arapça ezan ve kamet” okuyanlara verilen cezanın kaldırılmasından ibarettir, ezanın hangi dilde okunacağı ya da okunmayacağı kanuna bağlanmış değildir. Buna rağmen yorumların hemen hepsinde “ezanın Arapçalaştırılmasından” söz edilir.Halbuki böyle bir şey yoktur, yine de halkın çoğunluğu nezdinde konu hep öyle anlaşılagelmiş ve değişiklik yurt genelinde bayram coşkusu içinde kutlanmıştır. (Son Posta, 18.06.1950; Akşam18 Haziran 1950) Nihayet, DİBA. H. Akseki’nin imzası ile daha öncekinin aksine bir tamim gönderen Başkanlık, ezanın Arapça okunabileceğini yurt genelindeki bütün müftülüklere duyurmuştur. (Çağlayan, 2008: 129-130)

Ezanı nasıl okuma(ma)lı

Yahya Kemal’e göre Osmanlı’nın iki temeli vardır: “Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezanki hala okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor! Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz.” (Kemal, 1985: 120) Çanlar susturulsa da uğruna döğüştükleri bu iki değerin köklü bir şekilde değiştirilmesi “halkın tepkisine neden olmuş hatta bazen bu olaylar protesto ve ayaklanmalar şekline dönüşmüş, bazılarına ise bizzat Atatürk’ün kendisi el koymuştur.” (Bozkurt, 2017: 315).

Uygulamaya karşı en şiddetli muhalefetlerden birisi meşhur Bursa olayıdır. (Gez, 1996: 163) 1 Şubat 1933’te Ulu Cami’de meydana gelen olay Cuma namazı esnasında Arapça ezan ve kamet okunması ile patlak vermiş ve kısa zamanda toplumsal bir infiale dönüşmüştür. Gözaltına alınanlar ertesi gün serbest bırakılınca kararı veren hâkim, savcı ve Bursa müftüsü görevden uzaklaştırıldıkları gibi serbest bırakılanlar da tekrar tutuklanmıştır. Ulu Cami hatibi de İstanbul’da yakalanarak Bursa’ya tutuklu olarak gönderilmiştir. Mülki ve idari erkân olayın büyütülmeden kapatılmasını arzu etmişlerse de dönemin belediye başkanının yıldırım telgrafıyla meseleyi “Bursa’da irticai ayaklanma oldu” diye Atatürk’e ulaştırması her şeyi altüst etmiştir. İzmir’de bulunan Atatürk, hemen yola çıkıp, İnönü ve beraberindekilerle 5 Şubat sabahı Bursa’ya gelmiştir. Olayın abartıldığı kadar büyük olmadığını ama ilgililerin mutlaka cezalandırılacağını ve inkılaplar konusunda geri adım atılmayacağını belirterek Bursa’dan ayrılmıştır. (Ceylan, 1992: II, 415-421)

Soruşturmalar sonunda Bursa olayı ile ilgili olarak aralarında müftü, caminin hatibi ve bir de fabrikatörün olduğu 24 sanık 15 Şubat 1933 tarihinde Bursa Ağır ceza mahkemesine sevk edilmiştir. Sanıkların Çorum’a nakledilmesiyle Çorum Ceza Mahkemesi’nin karara bağladığı davada 1 Mayıs’ta verilen kararla, müftü ve kâtibinin de bulunduğu “dört kişi beraat ederken, beş kişi ikişer yıl ağır hapis, yedi kişi birer yıl ağır hapis, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına” çarptırılmıştır. (Ceylan, 1992: II, 415-421)

Aradan 70 yıl geçmesine rağmen, halkın hafızasında yer alan çoğu hikâyede ezan dayatmasının ortaya çıkardığı travmaların izleri hala dünkü gibi canlıdır. (Armağan, 2018)Eğer biraz araştırılırsa memleketin her köşesinde benzer hikâyelere rastlamak mümkündür. Türkçenin baş kenti olmakla övünen, İç Anadolu’nun bağrında yer alan Karaman’ın bir köyünde Abdurrahim Amca’dan dinlediğim hikâye bunlardan biridir.

Bugün 70’li yaşların ortasında olan Abdurrahim Amca henüz çocuk yaşlardadır. Camiye komşu olan evlerinin damından, yaşlı imam Mehmet Efendi’nin cami odunluğunun damında titrek elinde bir kağıtla zorla Türkçe ezan okuyup ağladığını görünce gülmüş. Onu gören babası terbiye sadedinde “Görmüyor musun adamın ne güçlükle okuduğunu, bir de gülüyorsun!” diyerek oğlunu paylar ve iyi bir tokat atar. Bu hadise, küçük Abdurrahim’in halim selim bir insan olan babasından dayak yediği ender iki andan biridir. Benzer bir olay, aynı yıllarda Antalya’nın Demre ilçesinin bir köyünde yaşanmıştır. O da, 2012 yılında Demre’de karşılaştığım 80 yaşlarındaki Molla Amca’nın hikayesi. Babasının imam olduğunu öğrenince, “Öyleyse sizde Türkçe ezana dair hatıralar vardır,” diyerek sordum. Biraz hüzünlendi ve anlatmaya başladı: “Türkçe ezan uygulaması başlayınca, babam ben bunu yapamam diye istifa edip kendi işi ile meşgul olmuş. Köyde dini bilgisi en az olan biri bu işe memur edilmiş. Ama o kadar kötü ki, Cuma hutbesinde duaları yanlış okuyunca babam oturduğu yerden düzeltirmiş. En hazini ise ikindi namazından çıkan cemaatin cami avlusunda toplanıp babam dışarı çıkınca, ‘Haydi, hocayı dağa götürelim, okutup okutup ağlayalım,’ demeleri idi.”

Güneyden kuzeye geçerek, Türkçe ezan uygulamasının Karadeniz insanının vicdanında açtığı yaralara dair bir anekdota kulak verelim. İsmail Kara’nın, emekli imam olan babasından naklettiğine göre, Türkçe ezan uygulamasının başladığı yıl henüz çocuk olan babası Rize’dedir. Ona bu yaşta eğlenceli de gelen uygulamayı makamı ile beraber hemen ezberler.

Her iki uygulamayı da gören Kutuz Hoca, olayın kapanış perdesindeki rolünü izah sadedinde şunları paylaşmaktadır.“Ezan asli haline döndüğü zaman” kendisi Büyük Cami’nin imamıdır. Değişiklikten haberdar olmadığı için ezanı Türkçe okumaya başladığında, haberi çoktan duyan cemaat aşağıdan bağırarak hocayı uyarır. Hoca önce ne olduğunu anlamaz, anlayınca da şaka olduğunu zanneder. Gerçek olduğundan emin olunca da ezanı Arapça okumaya başlar. Minareden halkın tepkisini ve olup biteni gayet iyi gözetleyebilen Hoca durumu şöyle resmetmiştir: “Kadın erkek herkes camiye doğru koşarak gelmeye başladı, uzak evlerde ise insanlar avluya çıktılar. Bir bayram havası, bir basübade’l-mevt yaşandı o gün.”(Kara, 2000: 93)Ezanın asli haline dönmesi ile yaşananları ifadede dönemin ruhunu özetleyen sihirli terkip “bayram havası”dır.(Edip, 1950: 78)

1932 Ramazan ayında başlayıp 18 yıl sonra yine Ramazan ayında 1950 yılında kaldırılan ve sonraki hemen her darbede gündeme getirilen (Dikici, 2006: 97)Türkçe ezan uygulaması hazin bir tecrübedir. 1932’de tamimlerle başlayan uygulama,1942’de kanuna uymayanlara para ve hapis cezasının getirilmesiyle Türk toplumunun ruhunda ciddi travmalara yol açsa da tutmamıştır. Nedenlerine gelince:

En önemlisi, ezanın, en bariz ve en yaygın dini gösterge olmasıdır. Bu kadar belirgin ve köklü bir göstergeyi değiştirmeye kalkmak çok tehlikeli ve riskli bir adımdı ve sonuç olarak tutmadı. Bernard Lewis’in ifadesiyle, “Osmanlı Devleti’ni cumhurbaşkanı, bakanlar ve parlamentodan oluşan bir ulus devlete dönüştürmek mümkündü. [Fakat] camiyi sıralar, org ve koro şefi imamdan oluşan Müslüman kilisesine dönüştürmek imkansızdı.”(Lewis, 1968: 415)

Trajik olan ikincisi ise uygulanmanın hapis cezasına bağlanmasıdır. Şiddetli dirençle karşılaşan dönemin tek parti iktidarı, geri adım atmak yerine daha riskli bir yol olan cezai müeyyideleri getirmiştir. Ancak bu metot, uzun vadede iktidar kaybına yol açıp yeni bir hükümetin doğmasına ve ezanın aslına döndürülmesine sebep olmuştur.

Sonuncusu ise konunun siyasi ve politik boyutudur. (Cündioğlu, 1998: 15-16)Dinle arasına ciddi bir mesafe koyan genç Cumhuriyet, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile din eğitim ve öğretiminin önünü neredeyse tamamen kapatmıştır. İmam olmadığı için çoğu kapanan veya amacı dışında kullanılan camilerden açık kalanlarda da devlet zoru ile Türkçe ezana geçiş denemesi elbette muhalefetle karşılaşmıştır. Demokrat Parti’nin siyasi yarışa resmen girdiği seçimlerde seçmene vadettiği konulardan birisi de ezanın asli diline döndürülmesi idi. Nihayetinde seçmen, küçük bir ışık da olsa Demokrat Parti’nin bu ve diğer dini konularda kendisini rahatlatacağını ümit ederek oy vermiş ve karşılığını almıştır. Ne tuhaftır ki Menderes ve arkadaşlarını götüren 27 Mayıs Darbesi’nden sonra da ilk gündeme gelen konulardan birisi yine Türkçe ezan konusu idi, tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi. Şükür ki geçmişten az da olsa ders alan devlet erkanı en azından bu konuda aynı hatayı tekrarlamama basiretini göstermiştir.

[email protected]