Hep niye baştan başlanır?
ABONE OL

Türkiye’de fasılalarla, farklı şartlarda ve değişik amaçlarla düşünen kişiler İslâm’la sol ilişkisi hakkında elbette hep aynı düşünceleri ifade etmediler; ancak dönemler içinde artan ve azalan tartışmanın aldığı biçimler birbirine eklenerek devam etmiyor. Her defasında başa dönen bir zayıf düşünce söz konusu.

Geçen yıl ilki düzenlenen “İslâm ve sol” eksenli çalıştayın şimdiye kadar olanlara nazaran daha pratik bir tartışmaya işaret ettiği söylenebilir. Başka bir deyişle toplantı, bir diyalogdan ibaret değildi. İslâm ve soldan birini öbürü ile birlikte okuyan yaklaşımların aktüel siyasette çok doğrudan karşılıkları var artık. Zaten çalıştayda “eski AK Partili” kimliğini bırakmayanlar da dâhil olmak üzere şu ya da bu şekilde Millet İttifakı içinde yer alan tüm partilerden temsilciler yer alıyordu. En azından çalıştayın programı bunu gösteriyordu. Dört oturumlu programda CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, ÖDP, HDP ile konuyu bir şekilde gündemine alan yazarlar, ilahiyatçılar ve aktivistler kendilerine yer bulmuştu. Bu tartışmanın ana ekseni anlaşıldığı kadarıyla pratik bir müşterekliğin inşasına katkı sunmaktı. Önümüzdeki günlerde düzenlenecek olan ikincisi konusunda bir şey söylemek için vakit henüz erken olmakla beraber çalıştay; İslâm ve sol arasındaki kesintili ilişkiyi, kesintisiz diyaloga dönüştürmeyi ve son gelinen noktayı ortaya koymak, siyaseten neyi hedeflediğini ve bu ilişki veya ilişkilerin nasıl güncel düşünce ve eylem dünyasının parçalarını oluşturduğunu anlamak bakımından hayli önemli. 

Öteden beri İslâm ve sol arasındaki ilişkiler birçok şekilde anlaşıldı. Kimileri yakınlıkları ortaya çıkarmayı, hatta bir sentez aramayı tercih ettiler; kimileri aralarındaki ayrılığı, hatta ikisini birbirine karşıt konuma yerleştirmeyi dolayısıyla ilişkisizliğin belirgin kılınmasına gayret gösterdiler; daha başkaları ise –ki bunlar herhâlde sayıca en az olanlardır– İslam artı sol yahut tersini değil ikisinin karşılıklı olarak birbirini pratik düzlemde nasıl destekleyebileceğini ve birbirinden teolojik/teorik olarak aynı zamanda nasıl uzak olduğunu göstermeye çalıştılar.

Eski söylem, yeni durum

Modern anlamda sol hareketlerin Osmanlı toplumunda seslerini duyurmaya başladıkları dönemin başlangıcı kabul edilen İkinci Meşrutiyet sonrası dönemi hatırlayabiliriz. Fikir hayatı liberalizmden sosyalizme doğru seyreden ve bütün eksikliklerine rağmen sosyalizmi müdafaa eden Hüseyin Hilmi’nin çıkardığı İştirak gazetesinde Müslümanlık ve sol üzerine yazılıp çizilenler çerçevesinde sürüyor ilişki kurma şeklinin ana hatları.

İştirak’ta yer alan pek çok bilgi ve yazıya hatta gazetenin başlığının altında yer alan sloganlara bakıldığında İslâm’ın sosyal adalet ve paylaşımcı anlayışıyla sosyalizmin eşitlikçi ve dayanışmacı özelliğinin benzeşimine dikkat çekildiği görülür. Mesela gazetenin 20. sayısında yer alan “Osmanlı Sosyalist Fırkası Beyannamesi” zenginlerin servetinin kırkta birinin fukaranın hakkı olduğunu belirten bir fermanla başlar. İştirak, beyannamenin bir yerinde meramını şöyle açıklar: “(İslâm’ın) ayet ve hadisle açık olan yoksulların yanında olan tavrı, Türkiye’de kimse tarafından dile getirilmemektedir, ancak sosyalistler İslâm’ın bu sosyal yanının unutturulmasına izin vermeyeceklerdir.”

Yeterince irdelenmeyen, ayrıntısıyla ele alınmayan bu çıkarım on yıllar sonra İslam ve solun pratikte bir araya gelmesi için yapılan toplantılarda da tekrarlanır. Genelleyici olan bu durumu bir alıntıyla ortaya koyalım: “İnsan emekten ibarettir, bir şeyin size ait olduğunu iddia ediyorsanız; ona ne kadar emek verdiğinizi kanıtlamak zorundasınız. Emeğiniz yoksa o şey size ait olamaz. Size ait olan şeyin üzerinde yoksulların hakkı vardır. Size ait olan o şeyin de, zenginler arasında dönüp dolanan bir devlete dönüşmemesi gerekir. Nimetlerin insanların arasında eşitçe bölüşülmesi gerekir.” Belki buna benzer onlarca metinde karşılaşılan yinelemeler, devrimci sürecin aşamalı değil tekrara dayalı olduğunu ima ediliyordur.

İslâm ve sol ilişkisi üzerine çeşitli platformlarda süren tartışmalar; tarihin kanunları kabulünün, proletaryanın neredeyse kutsal sayılan misyonunun, planlı ekonomiye müracaat eden metafiziksel iddiaların tümünün terk edilmeye başlandığı yıllardan sonra arttı. Meseleyi etik temele oturtanlardan siyasi eylemi öne çıkaranlara kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusu. Diğer taraftan çalışma bağlamına, aynı sorun veya amaçlara, hatta benzer niyetlere dahi sahip olmayan yazarlar ve düşünceler arasında bir diyalog kuruyormuş gibi yapma tehlikesi ise her daim mevcut oldu. Soğuk Savaş sonrasında zaman zaman hatırlanan İslâm ve solun birlikte olabileceği önerisi 2008’den sonra yeniden harlandı. Bağlama göre değişen “İslâmî sol”, “Müslüman Sol” yahut “Sol İlahiyat” hatta “Demokratik İslâm” gibi kavramlarda somutlaşan yaklaşımlar dinle Marksizm’in hatta etnik siyasetin müştereklik yaratacağı bir ara zemin oluşturmayı hedefledi. Bununla birlikte sol yorumlara yoğun bir ilgi ve yönelim olup olmadığına dair kesin konuşmak ise hayli zor.

Araçsallıklar ve unutulanlar

1.İslam ve Sol Çalıştayı’ndaki konuşmaların yazılı hâllerine bakıldığında bahsettiğimiz arayışın çeşitli veçheleri görülebilir. Solun, İslâm’la kurmaya çalıştığı bağ mümkün olduğunca sade ve siyasi öncelikliyken, tartışmaya dindarlar zemininden katıldığını ifade edenlerin tutumları ise genel anlamda amatör değerlendirmelerin ötesine geçmiyor. Belki meşrep farklılıkları bir yana sanki ilk defa bir araya yahut karşı karşıya geliniyormuşçasına adeta özür dileyen bir tavır var. Ne var ki on yılı aşkın bir zamandır kurulmaya çalışılan ilişkinin İslâm’ı algılama tarzını değiştirdiğini, buna mukabil İslâm’dan yola çıkarak solu okumaya başlamayı mümkün kılmadığını hesaba katmak gerekiyor. Zira yapılan analizler ve kullanılan kavramlar, bugün mücadele edilen iktidara karşı geliştirilen “direniş” pratiklerine göre değişiklik arz ediyor. Bir zamanlar kalkınma eleştirisi öndeyken son yıllarda kutuplaşma ve İslâmcılık odaklı negatif söylemler revaçta.

İslâm’ın “eşitlikçi”, “özgürlükçü”, “adaletçi” damarının öne çıkarılmasını amaçlayan İslam ve sol odaklı çalıştayda katılımcıların her biri meseleyi kendi siyasi ve fikri konumundan hareketle ele alıyor. “İslâmî solu” düzenleyici bir idea şeklinde algılamaktan “etik bir sosyalizm” hayaletini uyandırmaya kadar uzanan konuşmalarda dikkat çeken husus, kişilerin siyasi/fikri meşreplerine göre, örnek diye sundukları düşünür ve olayların çeşitlenmesi hatta birbirinden farklılaşmasıdır. Mesela Abdüllatif Şener, sistematik olmayan sunumunda Latin Amerika’daki devrimci hareketleri, kurtuluş teolojisini, Hikmet Kıvılcımlı’yı, İslâm Sosyalizmi kitabıyla bilinen Mustafa Sıbai’yi, Ali Şeriati’yi ve İhsan Eliaçık’ı öne çıkarır. Bu konuda yeterince inandırıcı deliller ortaya koymadan son yıllarda sıklıkla hatırlanan Nurettin Topçu’da sol-sosyalist yaklaşımlar olduğunu söylemeyi ise çok abartılı bulduğunu söyleme gereği duyar. Karl Marx’ın “Din, halkın afyonu” sözünün yanlış anlaşıldığını hatırlatan Tayfun Atay ise, sunumunda önce ezilenlerin dini dünyanın içinde algıladıklarını, Marx’ın dini “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak tanımlayan ifadesi doğrultusunda solun din anlayışını sorgulaması gerektiğini ifade eder. Ardından Engels’in Köylüler Savaşı kitabına yaslanarak Thomas Müntzer, Babailer İsyanı, Şeyh Bedrettin gibi örneklerle çeşitlendirerek yaklaşımını belirgin kılar.

İslâm ve sol arasında paralellik kurmaya kalkışanların ilki olmadıklarının bilincindedir İslâm ve sol arasında yakınlaşma kurmaya çalışanlar. Gelgelelim farklı zaman ve zeminlerdeki siyasi gelişmelerle aydınlar arasındaki farklılıklar göz ardı edildiği için söylenenler indirgemecidir. İslâmî kesimle solun birlikteliği bağlamında MSP-CHP koalisyonunu, Doğu Konferansı girişimini, HAS Parti deneyimini zikreden Hayri Kırbaşoğlu’nun Muhammed İkbal, Roger Garaudy, Hasan Hanefi, Nurettin Topçu, Ali Şeriati gibi İslâmî duyarlıkla sol söylemleri bir araya getiren aydınlar geleneğini yeniden canlandırmak gerektiğini belirtmesi bunun bir örneğidir. Yaklaşımları “heyecan” boyutunun ötesinde daha derin analizlere imkân tanımayan Kırbaşoğlu’na göre İslâm-sol meselesi, “teolojik mülahazaları paranteze alarak” hatta “teoloji kesinlikle bu konulara sokulmadan” tümüyle “politik” düzlemde ele alınıp tartışılmalıdır. Şunu hatırlamakta fayda var; duygular mecrası çerçevesinde bir ünsiyet “kuruyormuş gibi yapma” durumu başka bağlamlarda sürekli öne çıkarılan düşünürler ve hayatlar üzerinden hiç düşünülmediği için sahicilikten uzaktır. Meseleye Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Soğuk Savaş döneminde reel sosyalist ülkelerde yaşayan düşünürler/siyasetçiler açısından bakıldığında tarihsel güncelliğe tanı koymak bir miktar daha kolaylaşacaktır. Daha açık ve net söylersek, Aliya İzzetbegoviç’in Marksizm hakkında söyledikleriyle yüzleşmek, İslam ve sol tartışmasını düşünmek açısından en az adı anılan isimler kadar gereklidir. İslâm ve sol arasındaki muhtemel ilişkiler bütününün problematik, tartışmalı ve karmaşık niteliğini vurgulamak için mesele başka türlü, hem daha tarihsel hem daha az polemik bir biçimde ortaya konmak istenirse, şu rahatlıkla söylenebilir: Aliya İzzetbegoviç, Marksist diyalektiğe dâhil olmayan bütün Müslümanlara, hem de bu diyalektiğin tarih anlayışına ve siyasal düşünceye büyük ölçüde egemen olduğu bir devirde, eleştirel yaklaşmayı başarmıştır. Bu anlamda anti-sol perspektifi önemseyen bir yaklaşımın onun düşüncelerinden öğreneceği çoktur.

Nasıl olmalıydı, neden böyle oldu?

Öncelikle vurgulamak gerekir ki, Türkiye’deki sol açısından meseleyi ele alanlarda aydınlanmacı yaklaşım çok baskın. Ayrıca “gerici”, “İslâmcı” retoriği üzerinden Türkiye’nin ortak geleceğini laiklikte gördüğünü deklare edenler hatırlanabilir. Dahası mesele muhtemelen laikliğe geldiğinde ağırlıklı tavır bu yönde olabilir. Bilinen bir dizi söylevi peş peşe sıralayan ve daha baştan beraberlik imkânını devre dışı bırakan sunumların varlığı da göz ardı edilemez. Mesela Alper Taş’ın şu ifadeleri “Solun-sosyalizmin kendisini ancak İslâm’la bütünleştirerek, onun dili ve argümanlarıyla konuşarak halkla buluşabileceğine ilişkin görüşler doğru değildir.” imkânsızlığı tersinden düşünmeyi gündeme almak bakımından önemlidir.

Bu bağlamda dağınık bir şekilde de olsa solun pozitivist boyutunu eleştiren satırlara daha yakından bakmak gerekiyor. Solun toplumsal yabancılaşmasını aşmak için alışılageldik bakış açısını terk etmeyi teklif eden “yerli bir sol” önerenlerin varlığı gündeme gelir burada. Evrenselci bir ideolojiden hareketle yerel sol yaratma çabasına girişilmediğini ifade eden Bülent Parmaksız, solun yabancılaşmasının İslâm’la aşılabileceğini söyler. Salt sınıf siyaseti ile zorlukların aşılamayacağını belirtirken Parmaksız, yeni solun çokluğa dayalı kimlik siyaseti içermesini önerir. Gelgelelim uzun süreli tarihsel değerlendirmeler ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e oradan günümüze uzanan değişmeler ele alınırken tekrar sınıf siyasetine dönülmesi tartışmayı beyhude bir uğraş görmek için yeterli olabilir.

Aslında bu durum meseleyi önemseyenlerin İslâm’ı ed-din şeklinde değil Yunan mitolojisindeki Prokrutes gibi kendi tasavvurlarına uygun bir şekilde ele aldıklarını gösterir. Atılım gazetesinden Deniz Bakır ise, Engels’in Ortaçağ’daki Thomas Müntzer ayaklanmasına ilişkin ifadelerini zikrediyor öncelikle. Bu ise, tarihsel okumaya tabi tuttuğu dinlerin sınıf mücadelelerinin bir görünümü olduğuna dair bir değerlendirme aslında. Ancak belki de daha fazla dikkat çekilmesi gereken husus, Türk sol kültürünün pozitivist boyutunu gündeme taşımasıdır: “Mesele şu ki, bizim sosyalizm kavrayışımız uzun bir dönem burjuva ideolojisinin, aydınlanmanın, pozitivist görüş açısından büyük oranda bozuldu, sakatlandı. Türkiye bakımından, bu topraklar bakımından da bunun pratik görünümü Kemalizm’di. Yani Kemalizm’im, o pozitivist, aydınlanmacı yaklaşımı aslında bizim sosyalizm tasavvurumuzu da zayıflatan bir rol oynadı.” Yeni bir düşünme arayışı olarak değerlendirilebilecek bu satırlara rağmen, onun eleştirilmesi gerektiği son derece açık, dini daha özelde ise İslâm’ı sınıf, dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin pratik bir görünümü şeklinde ele almasından ötürü.

Tıpkı edebiyat alanında olduğu gibi düşünce tarihinde belli bir dönem etkili olmuş yazarların daha sonra yeniden keşfedilmesine dair onlarca örnek vardır. Bu düşünce dünyasının inkârı mümkün olmayan gerçeklerindendir. Bazen bir dönemin bihakkın kavranması için, bazen bir yaklaşımın temellendirilmesi, bazen de yeni bazı problemleri belli bir dönemde fark edip ifade ettiği için o düşünüre dönülür. Sol ve İslâm ilişkisi açısından bunun sembolik denecek örneklerinden biri Hikmet Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı, yeniden keşfedilen önemsenen bir isim oldu ama şöhreti yüzeysel değerlendirmeleri aşacak derecede yaygınlaşmadı.

İslam’ı ihmal ve sonrası

Çalıştaya katılan ve Türkiye’de solun İslâm’ı ihmalinin ortaya çıkardığı yenilgilere odaklananlar 1960’lardan 1989 sonrasına uzanan sürecin muhasebesini yaparken tarihsel dinamiklerle Hikmet Kıvılcımlı’yı bir araya getirirler. Bu bağlamda soldakilerin önemli bir kısmı “En çok nerede hata yaptık?” sorusu üzerinden meseleyi ele alıyorlar. Sarp Kuray mesela muhalif sol siyasi eylemi, solun başarı ve başarısızlıklarını sayıp döktükten sonra, içine düşülen hataların tümüyle kabullenilmesi gerektiğini vurgulamaya çalışır. Kıvılcımlı’nın düşüncelerini hatırlatarak “Mağlubiyetimizin en büyük nedeni dini ıskalamamızdır,” der. Ortaya koyduğu argümanlar, güncel siyasetin dışına çıkıp tarihi ve toplumsal dinamiklere biraz dışarıdan bakmayı sağlasa da tümüyle maddi bir düzlemden ele aldığı için sonuçta aydınlanma söylemine mahkûm olmaktan kurtulamaz. Daha da önemlisi bu yaklaşım, gelecekte de tartışmanın içeriğini belirleyecek gibi görünmektedir.

Çok farklı isimlerin sunumlarından oluşan 1. İslâm ve Sol Çalıştayı’nda, İslam ve sol ilişkisinin Türkiye’deki seyrine dair bütünlüklü, belli ölçüde orijinalitesi olan bir yaklaşıma rastlamak imkânsızdır. Herhâlde bunun temelinde yatan sebep, neredeyse doğal olarak bir kuşaktan diğerine süren, uzun vadede grupların ve toplumların kimliklerini oluşturan aktarılan tecrübenin yokluğudur. Bireysel, dayanıksız, uçucu ve geçici diye nitelenen yaşanmış deneyime yaslanıldığı için ne on yıl önceki “Sol İlahiyat” ne de 1960’lardaki “İslâmiyet ve Sosyalizm” tartışmaları hiçbir şekilde hatırlanmıyor. Çalıştayda meselenin teorilerle deneyimlerin, fikirlerle hislerin, tutkularla, kişisel beklentilerin bir bileşimi minvalinde ele alınamamasının sebebi de bu olsa gerek.

[email protected]