Huzur-ı Hümâyun Dersleri
ABONE OL

Kadim zamanlardan beri kutsal aylardan birisi olarak bilinen Ramazan'ın Müslümanlar için hep ayrı bir yeri vardı. Rahmet ve merhamet ayı olarak bilinen Ramazan, Müslüman dünyası için "On bir ayın sultanı"ydı. Bu ay, oruç vasıtasıyla insanların tefekküre yöneldikleri, nefislerini terbiye ettikleri, dünya nimetleri ile aralarına mesafe koydukları bir zaman dilimi olma özelliğine de sahipti.

Eski dönemlerde daha üç ayların başlangıcından itibaren Ramazan için hazırlık başlardı. Ramazan ise başından sonuna ibadet, zikir, dostluk, muhabbet ve coşku ile kutlanır, bilhassa tekke erbabı ve zahidler son on gün tekke veya camilerde itikafa çekilirlerdi. İftar ve sahurlar tam anlamıyla dostluğun, birlik, beraberlik, dayanışma ve paylaşmanın sembolüydü.

Ramazan muhabbeti

Teravih namazları Ramazan'ın vazgeçilmezlerindendi. Eğlenceler, Karagöz oyunları, tiyatro gösterileri, bilhassa selatin camilerinde bu mübarek ayın başında, ortasında ve sonunda değişen, topluma değişik mesajlar veren yahut bu aya olan muhabbeti dile getiren mahyalar da yine vazgeçilmez Ramazan figürleriydi.

Zikir meclisleri

Nefis yemekler yine Ramazan ayının öne çıkan bir diğer boyutuydu. Osmanlı sarayında Ramazan mutfağının en önemli başlangıç yemeği soğanlı yumurta idi. İşkembe çorbası da oldukça fazla tercih edilen bir yemekti.

Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı döneminde Ramazan ayı tüm coşkusuyla kutlanır, saray erkânından bürokrasiye, tekke ehlinden esnafa ve halka varıncaya kadar hemen her kesim için özel bir anlam ifade ederdi. Büyük camilerde ve önde gelen âsitânelerde Kur'an okunur, zikir meclisleri düzenlenir, gerek ibadet oranında gerekse cemaat sayısında hatırı sayılır bir artış gözlenirdi. Bilhassa Kadir Geceleri sabaha kadar ibadet edilir, şerbet ve pide dağıtılırdı. Hırka-i Şerif ziyareti de Ramazan ayının bir diğer önemli ritüeli olup, padişah tarafından ayın 15. günü bu ziyaret gerçekleştirilirdi. Bu ayın bir diğer coşkusu da Teravih namazlarında kendini gösterirdi.

Esnafa tembihname

Osmanlı döneminde Ramazan'ın başlamasından hemen sonra, esnafın ve pazarcıların fahiş fiyata ürün satmasının önüne geçmek için tembihnâmeler gönderilirdi. Tembihnâmelerin amaçlarından birisi de halkın ve esnafın Ramazan'a daha hazır olmalarını sağlamaktı. Ramazan sadece bu tarz uygulamalar, ibadetler ve nefis yemekler bakımından değil, ilmi, edebi ve itikadi bakımdan da hayli coşkulu geçerdi. Osmanlı'nın muhtelif dönemlerinde toplumun ve bireylerin Ramazan ayında zaten artan ibadetlerine daha da hassasiyet kazandırmak için bazı aktiviteler yapılırdı. Bunlar içerisinde camilerde verilen vaazlar, tekke sohbetleri ve zikirleri çok eski dönemlerden beri zaten bilinmekteydi ve hayli yaygındı. Son dönemlerde matbaanın Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte dini yayınlarda da bir artış gözlemlendi. Bilhassa gazete ve dergi neşirleri başladığında önde gelen bazı âlimler Ramazan'ın önemini anlatan bazı yazılar kaleme almaya başlamışlardı. Mesela, Maarif Dergisi, Ramazan aylarında bu aya mahsus özel sayılar yayınlamış, bu sayılarda orucun farz kılınması ve önemine dair halkın anlayacağı şekilde bilgiler verilmişti.

15. yüzyıldan itibaren kaleme alınmaya başlanan ve Ramazaniyye adı verilen eserler de yine bu aya karşı duyulan hassasiyetin bir ürünüydü. Bu eserler, Ramazan ayı dolayısıyla padişahlar, önde gelen devlet adamları veya prestij sahibi kimselere sunulurdu. Bir çeşit kaside niteliği taşıyan bu eserlerde Hz. Peygamber'in, Dört Halife'nin ve İslam tarihinin belli başlı olaylarının tarihi hakkında bilgi verilir ardından Ramazan ayının önemini ve medhini ortaya koyan dizeler yer alırdı. Ramazan bazı hattatlar için de bir ilham kaynağı olmuştu. Irwin Cemil Shick'in tespitlerine göre, meşhur hattalardan Yahya Hilmi Efendi, bu ayda istinsah ettiği bir Mushaf sayesinde annesini hacca götürebilmiş; Sami Efendi bir iftar yemeğinde aldığı diş kirası sayesinde kendi üslubunu oluşturmuştu. Son dönemin meşhur hattatlarından Necmeddin Okyay için ise Ramazan ayı, dostlarına güzel hatlar hediye edebilmek için bir vesileydi.

İlmi münazaralar

Osmanlı döneminde Ramazan ayının vazgeçilmez uygulamalarından birisi ve belki de en prestijli olanı Huzur Dersleri idi. Huzur Dersleri'nin başlıca amacı ilmi seviyeyi daha da yukarıya taşımak, iktidarı halk nezdinde meşrulaştırmak ve bu arada bilhassa taşradan gelen bilim adamlarını desteklemekti. Huzur Dersleri padişahın isteği doğrultusunda gerçekleşirdi. İlk defa ne zaman başladığı kesin olarak bilinmeyen bu derslere Fatih Sultan Mehmed devrinden itibaren padişahlar da katılmaktaydı. Bununla birlikte Osmanlı padişahlarının erken dönemlerden itibaren huzurlarında ilmi münazaralar yaptırdıkları biliniyordu. Bu bağlamda Yıldırım Bayezid devrinde Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Veli ile Bizans İmparatoru arasında yapılan teolojik tartışma hayli ilginçtir.

Huzur Dersleri 1724 yılında Lale Devri'nin meşhur sadrazamı, âlim ve mutasavvıflara karşı son derece cömert bir kişilik olarak bilinen Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından uygulanmaya başladı. İlk dersi Sultan III. Ahmed Kütüphanesi'nin açılışında, padişahı ve devlet erkanını toplayarak gerçekleştiren Damat İbrahim Paşa, daha sonraki dönemde bilhassa Ramazan ayında döneminin tanınmış âlimlerini sarayda toplayıp bazı surelerin tefsirini yaptırmak suretiyle sistemli hale getirdi. Düzenlenen bu derslere III. Ahmed de katılıyor, dersleri başından sonuna kadar büyük bir ilgiyle takip ediyordu. Bu derslerden birisine katılan, devrin padişahı III. Ahmed'in oğlu III. Mustafa, şehzadelik döneminde çok etkilendiği bu dersleri 1759 bir fermanla resmileştirdi. Bu tarihten itibaren Osmanlı sarayında, her Ramazan ayının ilk günü başlayan ve toplam sekiz ders devam eden Huzur-ı Hümâyun Dersleri son Halife Abdülmecid Efendi'ye kadar resmi olarak icra edildi. Derslere bu adın verilme nedeni padişahların huzurunda yapılıyor olmalarıydı.

Huzur Dersleri ağırlıklı olarak Kur'an-ı Kerim'in tefsiri mahiyetindeydi. Kadı Beyzâvi'nin tefsisi bu derslerde en fazla okutulan eserdi. Dersler Ramazan ayının ilk on gününde öğle ve ikindi arasında sarayda yapılır, toplantılara padişahın yanı sıra şehzadeler, şeyhülislam, ilmiye mensupları ve şeyhülislam da katılırdı.

Dersleri valide sultanlar ve hanım sultanlar da dinlerdi. Osmanlı İlmiye Tarihi üzerine yaptığı nitelikli çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Mehmet İpşirli'nin verdiği bilgiye göre, Sultan III. Mustafa devrinde yapılan ilk Huzur-ı Humâyun dersinde Kadı Beyzâvi'nin tefsirinden, Nisa Suresi'nin "Ey iman edenler! Kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için şahitler olarak adaleti gözetin" mealindeki 135 ayeti takrir edilmişti. Sonraki dönemlerde de Fatiha Suresi'nden başlamak üzere pek çok sure bu dersler kapsamında tefsir edildi. Bazen bir surenin tefsiri birkaç yıl sürebilmekteydi. Bu derslerin Osmanlı döneminde, katılımcılarının devrin önemli âlimleri oldukları göz önüne alınırsa, tefsir ilminin gelişimine de büyük ölçüde katkı sağladıkları tahmin edilebilir.

Taşradan gelen ulema

Huzur Dersleri'ni veren âlime mukarrir, müzakereci olarak katılanlara ise muhatap denilmekteydi. Muhatapların sayısı genellikle 15 kişi olurdu. Mukarrirler siyah, muhataplar ise mavi cübbe giyerlerdi. Katılımcılar dersleri bir şiltenin üzerine oturarak tam bir edep ve huşu içerisinde dinlerlerdi. Sultan II. Abdülhamid'in dersleri diz üstü oturarak dinlediği sıklıkla dile getirilir. Dersler sonunda padişahlar âlimlere hatırı sayılır ihsanlarda bulunur, değerli hediyeler verirlerdi. Mesela, Sultan III. Mustafa yukarıda sözü edilen ilk Huzur Dersi'ne katılan her bir âlime ders bitiminde 100 altın ihsanda bulunmuştu. Bu hediyeler bilhassa taşradan gelen ulemâ için önemli bir gelir kaynağı olmalıdır. Derslere katılan âlimlerin sayısı farklılık gösterebiliyordu. 1767 senesinde derslere 126 âlim katılmıştı. Dersleri verecek âlimler genellikle şeyhülislam tarafından seçilirdi. Bu seçimlerde temel husus ilmi konularda liyakat sahibi olmaktı. Derslerde hangi surelerin okunacağını, nerede yapılacağını padişah belirlemekle birlikte, ders sırasında tartışmalara dahil olmazdı. Muhtelif zamanlarda Huzur Dersleri'nin yapıldığı başlıca mekânlar, Topkapı Sarayı içerisinde Sofa-yı Hümâyun, Merdivenbaşı Kasrı, Sünnet Odası, Sarık Odası, Has Oda, Çinili Köşk, Çadır Köşk, saray dışında Topkapı Sahil Sarayı, Sepetçiler Kasrı, Yalı Kasrı, Kasr-ı Cedit, Şevkiye Köşkü, İncili Köşk, Rami Kışla Camii, Beşiktaş Sarayı, Çırağan Sarayı idi.

Harput'tan 16 alim

Derslere Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerinden çok sayıda âlim katılırdı. Bu konuda yapılan çalışmalar farklı şehirlerdeki âlimlerin kimliklerinin ortaya konulması açısından oldukça önemlidir. Enver Demirpolat'ın tespitine göre, bu derslere Harput'tan 16 alim katılmıştı. Bunlar arasında en meşhuru 1813-1850 yılları arasında 38 defa derse katılan Abdurrahman Efendi idi. Muhammed Efendi, Ahmed Gavsi Efendi, Seyyid İsmail Efendi, Seyyid Numan Efendi, Seyyid Abbas Efendi, İsmail Seyfeddin Efendi, Ebubekir Fevzi Efendi de bu derslere katılan Harput kökenli ve önemli devlet görevlerinde bulunmuş âlimlerden bazılarıydı. Benzer şekilde Huzur derslerine katılan Trabzonlu, Çankırılı ve Erzurumlu âlimler üzerine yapılan çalışmalar bu konudaki çeşitliliği ortaya koyması bakımından hayli önemlidir.

Dersler genellikle surelerin tefsiri şeklinde işlenmekle birlikte dönemin yahut padişahın hassasiyetleri de göz önüne alınabiliyordu. Mesela, II. Mahmud devrinde derslere padişahın isteği doğrultusunda gaza ve cihadı teşvik edici bir üslup kazandırılmıştı. 19. Yüzyılda mukarrirlerin sadece İstanbul'da bulunan ulemadan seçilmesi uygulaması getirildi.

Kendini ispat gayreti

Mukarrirler ile muhataplar ders öncesi görüşemezler ve herhangi bir ilmi münazaraya girişemezlerdi. Tartışma ilk defa Huzur'da yapılmak zorundaydı. Derslerde zaman zaman aşırı teferruata varan tartışmalara girilebilmekteydi. Bunun nedeni muhtemelen katılan âlimlerin padişah huzurunda kendilerini ispat etme gayretleriydi.

Huzur Dersleri genellikle seviyeli ilmi tartışmalar şeklinde yapılmakla birlikte zaman zaman aşırılıklar da görülebilmekteydi. İpşirli'nin verdiği bilgiye göre, 1763 senesinin Ramazan ayında yapılan derslerden birisinde Tatar Hoca adıyla da tanınan Tatar Ali Efendi, mukarrir Abdülmü'min Efendi'ye edep dışı sözler söyleyince Şeyhülislam Dürrizâde Mustafa Efendi tarafından Bozcaada'ya sürülmüştü. Benzer bir durum 1801 yılında bizzat Sultan III. Selim'in huzurunda da gerçekleşmiş, padişah şahit olduğu bu edep dışı ortam nedeniyle dersi yarıda kesmişti.

II. Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı'nın Mabeyn köşkünde, Mehmed Reşad devrinde Dolmabahçe Sarayı'nın Zülcevheyn sofasında yapılan, Sultan Vahdettin ve Halife Abdülmecid Efendi zamanlarında da burada devam eden Huzur derslerinin sonuncusu 1923 yılının Ramazan ayında yapıldı.

[email protected]