İktidarı eleştir, bu bir emirdir
ABONE OL

Engin Özekinci/ Yazar

Birçoğumuz Sinan Çetin'in "Mutlu ol, bu bir emirdir." adlı kısa filmini biliriz.

Film, radyolarda Türk müziğinin yasaklanıp Batı müziğinin ve kültürünün dikte edildiği 30'lu yıllarda Anadolu'nun bir köyünde geçmektedir.

Jandarma, silahını türkü söyleyen köylülere yönelterek adını dahi telaffuz edemediği bestekarları saymaya başlar.

Emir nettir. Türkiye'nin her yerinde artık bu eserler okunacak, artık öyle şarklı gibi bağdaş kurup türkü söylenmeyecektir.

Ancak daha sonra hiç beklenmeyen bir şey olur. Köylüler, Mozart'ın 40. Senfonisini türkü gibi bağlamayla çalmaya başlar.

Jandarma, kulağına yabancı olmayan bu müziğe şaşırır. Ve "Bu nasıl Batı, sazla Batı müziği olmaz, hem Batı müziği olsa bu kadar hoşumuza gitmezdi." der.

Bu cevap izleyenlerin yüzüne acı bir tebessümü yerleştirirken yönetmen de Cumhuriyetin kültür politikalarındaki temel açmazı bizlere 6 dakikada anlatır.

Gerçekten de Cumhuriyet dönemi kültür politikaları, Türkiye'nin militarist modernleşmesinde bir kimlik inşası görevi görmüştür. Ve hedef de toplumu tepeden tırnağa dönüştürmek olmuştur.

Batı fetişizmi

Tiyatrodan edebiyata, müzikten spora kadar her alandaki değişimde ne yazık ki temel ölçü Batı olmuş yani Batı fetişleştirilmiştir.

Hayatın her alanına sirayet eden bu anlayış, sadece insana değil mekâna da yansımıştır.

Örneğin, ulus devletin bürokratik merkezi olan Ankara Holzmeister'e teslim edilmiştir.

Binadan insana her şeyin Batılı olması istenmiştir. Hatta bu konuda Batılı tasarımcıların dahi Doğu'ya öykünmesi zul addedilmiştir.

Öyle ki İtalyan mimar Mongeri Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü binasına bir kubbe koymak istemiştir. Ancak Osmanlı mimarisini çağrıştırdığı için bu teklifi kabul edilmemiştir.

Paradigmal olarak Batı'yı merkeze alan, kategorik olarak Doğu'yu aşağı gören bu problemli anlayış artık günümüzde sıkça eleştirilmektedir.

Bu zihniyeti eleştirmesine eleştiriyoruz ama söz konusu zihniyetin bugün tamamen değiştiğini hiçbirimiz söyleyemiyoruz.

Zira hakikat budur.

Bugün hala belli bir kesime göre toplum, Batı standartlarına göre eğitilmesi, adam edilmesi, yontulması gereken bir kitledir

Bu kesim "alt kültür, üst kültür" sayıklamalarıyla toplumu dışlamaktan, ötekileştirmekten, aşağılamaktan öteye gidememektedir.

"Halka rağmen halk için" anlayışından beslenen bu yaklaşım, dün olduğu gibi bugün de milletin bağrından çıkan her siyasi harekete de kronik muhaliftir.

Bu durumun son yansımasını TRT'nin dijital yayın platformu Tabii'nin ses getiren iki dizisi üzerinden bir kez daha gördük.

Bu platformda "Gassal" ve "Cihangir Cumhuriyeti" dizileri gündeme adeta damga vurdu.

Hele ki Gassal, Türkiye'de çok da alışık olmadığımız bir kampanyayla daha yayınlanmadan gündeme oturmayı başardı.

Dizinin etkisiyle gassallık kursları açıldı, insanlar kendi içindeki "ötekiyi" seyretmekten keyif aldı. Bunun etkisiyle de Tabii uygulaması, en çok indirilen dijital yayın platformu olarak zirveye yerleşti.

Tabii platformu böyle bir trend yakalamışken yine çok konuşulan ikinci bir yapım "Cihangir Cumhuriyeti" gösterime girdi.

Dizi kışkırtıcı ismi, güçlü diyalogları, özgün bakış açısıyla keyif verirken, tartışmaların da odağı haline geldi.

Ancak "Bu iki dizi toplum tarafından neden bu kadar izlendi?" sorusu sorulmadı.

Senaryoların gücü veya oyuncuların başarısı üzerinden de analiz edilmedi.

Velhasıl tartışmaların tümü taraf olma saikiyle politik bir zeminde yürütüldü.

Neler söylenmedi ki...

Sözde aydınlar tarafından TRT'nin kültürel hegemonyanın bir aparatına dönüştüğü, iktidarın sekülerleri ötekileştirdiği, siyasal İslamcıların laikleri beceriksiz gibi gösterdiği türden birçok eleştiri yapıldı.

Hatta iş, ücretli olan Tabii platformuna "Benim paramla bana ideoloji yükleniyor." safsatasına kadar uzandı.

Neredeyse "Cihangir cihangir olalı böyle zulüm görmedi." noktasına ulaşan sesler havada uçuşurken, gözden kaçırılan iki şey oldu.

Birincisi kendini toplumun sahibi, halkı da göbeğini kaşıyan cahiller olarak gören zihniyetin bir kez daha hortlamasıydı. Eleştiri maskesi adı altında kendini gizleme çabasıydı.

İkincisi de tütün ve alkol romantizminin olmadığı, argo kullanımının marifet sayılmadığı, cinselliğin pazarlanmadığı bu sinema dilinin yok sayılmasıydı.

Özgür sanat duyarı

Oysa yok sayılan bu yeni dil, Türk sinemasında ve televizyonculuğunda geliştirilmesi gereken büyük bir imkandır.

Diğer dijital yayın platformlarında her sahne için eşcinselliğe, alkole, uyuşturucuya hususi yer ayrıldığı bir ortamda, bu yeni dilin geliştirilmesi sadece sanat için değil toplum için de umut vericidir.

Bu sözde aydınların yapılan bu değerli işleri itibarsızlaştırmak için "özgür sanat duyarı" kasması da ayrı bir trajedidir.

Zira Medici ailesi ve Rönesans ilişkisi üzerinden bakıldığında dahi tarih boyunca sanat daima patronajla hayat bulmuştur.

Bu gerçeği çok iyi bilmelerine rağmen hakikati çarpıtanlar Türkiye'de sinema sektöründeki tekelleşmeyi de adları gibi bilirler.

Ancak burada da aynı refleksi verip sektördeki çürümeyi görmezden gelirler.

Çünkü asıl karın ağrıları sanatın himaye edilmesi değil, mevcut iktidarın toplumun milli ve manevi değerlerini gözeterek bir himaye gerçekleştirmesidir. Maalesef bu zihniyetin tek derdi budur.

Söz konusu eleştirilerin tüm vatandaşlarını şiddetten, bağımlılıktan ve teşhircilikten korumakla yükümlü olan devletin kültür politikaları üzerinden yapmak sanat için bir yol arayışı değildir.

Bu olsa olsa üst kültüre ait olduklarına inananların topluma, millete, siyasete ayar verme girişimidir. Bunların evreninde muhafazakâr bir iktidar her ne yaparsa yapsın yanlıdır, yanlıştır ve muhakkak eleştirilmelidir anlayışı hakimdir.

Yani Sinan Çetin'in kısa filminden hareketle söyleyecek olursak dün mutlu olmayı emreden zihniyet bugün "İktidarı eleştir, bu bir emirdir." demektedir.