İman ve hamle
ABONE OL

Takvimlerin 10 Şubat 1918’i gösterdiği tarihte Sultan Abdülhamid çok kıymet verdiği biricik eşi Müşfika Kadınefendi’nin koluna yaslanmış, çevresin-dekiler de baygınlık geçirdiğini sanmışlardı. Oysaki kahvesinden bir yudum alan Sultan Abdülhamid, ikinci yudumu alamadan yüksek sesle “Allah” dedikten sonra ruhunu teslim etti. Doktor Atıf Bey’in bu acı hakikati tespit ettikten sonra sarayın içinden yükselen feryatlara cenaze merasimi sırasın-da ahalininkiler de eklendi. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntıların dayanılamaz noktaya geldiği hengamede ahalinin, kendilerini fırtınalı dünya siyaseti içinde emniyetle yaşatan eski sultanlarının tabutunun arkasından: “Babamız! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” diye bağırıp inlemesinin de artık bir faydası yoktu. Zira defnedilecek olan yalnız Sultan II. Abdülhamid’in naaşı değil Türk tarihinin en şerefli levhalarını tarihe yazdıran Devlet-i Aliyye olacaktı. 

Peki kimdi Sultan Abdülhamid ve son dönemlerde neden tarihsel önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktaydı? Onun saltanat yılları Batı em-peryalizminin bütün dünyayı kasıp kavurduğu dehşetli bir zaman dilimine denk gelmişti. Bilhassa bu dönemde İslam coğrafyası işgal ve sömürü gerçekliği ile yüz yüze kalmıştı. Bu durum karşısında İslam dünyasında iki uç tepki filizlenmişti. Birincisi Batı’nın üstünlüğünü kabul ederek onun değerlerine kayıtsız şartsız teslim olmak, ikincisi de Batı’ya gözlerini kapatarak kendi kabuğuna çekilmek. 

Muhafazakar modernleşme 

Çizilen tablo içerisinde Sultan II. Abdülhamid’i farklı kılan nokta dile getirilen iki uç tepkiyi de vermemiş olmasıydı. O, Batı gerçekliğini kabul etmekle birlikte Müslüman-Türk mirasının birikimlerini kullanarak Batı emperyalizmine karşı bir istiklal savaşı vermişti. 

Sultan II. Abdülhamid’in verdiği mücadele pek çok alana yayılmıştı. Başta siyasî olmak üzere, eğitim, kültür, din ve ekonomi alanları mücade-lenin verildiği önemli kulvarlardı. İslam’ın halifesi sıfatıyla Müslüman âleminin Batı karşısında varlığını koruması için planlı ve bilinçli adımlar atmıştı. Hükmü peşin vermek gerekirse Sultan II. Abdülhamid, muhafazakar bir modernleşme programı uygulamıştı. Bu noktada İskoç tarihçi Nor-man Stone Türkiye’deki Garpzedeleri şaşkına uğratacak biçimde şu tespitte bulunmuştur: “Sultan Abdülhamid modern Türkiye’nin babasıdır.”  

Bir Batılı tarihçinin yaptığı bu değerlendirme altı dolu bir saptamaydı. Zira o, bazılarının çarpıtmalarının aksine Yıldız sarayında oturup kimseye soluk aldırmayan evhamlı bir despot değildi. Fırtınalı dünya siyasetinde devlet gemisinin batmaması için gayret eden ve ince bir diplomasi ile denge siyaseti yürüten akıllı bir liderdi. Bundan dolayı Batılı güçlerle iyi geçinmeye çalışarak hem devletin ömrünü uzattı hem de halifeliği daha işlevsel hale getirip emperyalizmin pençesinde inleyen Müslümanlara umut oldu. 

Aynı zamanda ülkenin eğitim ve imar ile kalkınacağını sezdi. Bu nedenle her tarafa yollar, demiryolları, köprüler yaptırdı. Madenler, atölyeler, fabrikalar açtırdı. Her kasabaya bir rüşdiye her büyük şehre de bir idadi yaptırdı. Devrinin en ileri donanımlı hastanesini dahi kurdu. Zamanında basılan kitap, gazete ve dergi sayısı, inanılmaz miktarlara ulaştı. Millî Mücadele gibi ölüm kalım savaşından sonra kurulan Cumhuriyet hükûmetinde bile devletin kaldığı yerden devam etmesini sağlayacak tüm modern kurumlar onun eseri oldu. 

Ama en büyük başarısı emperyal güçlere karşı yüttüğü politikayla millî varlığımızın bu topraklardan silinip gitmesini önleyecek olan hamleleriy-di elbette. 

 Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçtiği 1876 yılı, İngiltere’de Türk düşmanı başbakan Gladstone’un devrine denk geliyordu. İngiltere Hükûme-ti’nin tüm hedeflediği noktaların Osmanlı’nın elinde olması da tabii ki Devlet-i Aliyye için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. İngiltere, Osmanlı’yı tasfiye etme planını işletmeye başlayacaktı. Bu noktada İngiltere, Devlet-i Aliyye’ye karşı tasfiye planını şu istikamette ilerletmeye başla-dı: 

-Mısır’ı işgal ederek Süveyş kanalını elde tutmak. 

-Yemeni işgal, Kızıldeniz’i elde etmek ve Hicaz’da Osmanlı hakimiyetini tehlikeye atmak. 

-Araplarda etnik ayrılıkçılığı köpürterek Hilafeti Türklerden alıp Mısır’a aktarmak. Böylece Osmanlı’yı Ortadoğu’da oyun dışında bırakmak. 

-Irak üzerinde hakimiyet kurarak hem bölge petrollerini ele geçirmek hem de Hindistan yoluna köprü başı tutmak. 

-İçerideki Sultan Abdülhamid muhaliflerini destekleyerek bir darbe ile Sultan Abdülhamid’den kurtulmak. 

Demiryolu hamlesi 

Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz Demiryolu projesi gerçekten çok yerinde bir hamleydi. Zira o, Sultan Abdülaziz zamanında bin bir zahmetle ku-rulan donanmanın Devlet-i Aliyye’nin o günkü mali gücünün üstünde bir masraf getirdiğini anladı. Donanmaya göre daha ucuz ama savunma strate-jisi bakımından daha iş görücü bir kulvar olan demiryoluna yöneldi. 

Sultan II. Abdülhamid İngilizlerin Süveyş Kanalı hamlesine Hicaz Demiryolu karşı hamlesi ile cevap verdi. Böylece Osmanlı Devleti hem Arap Yarımadası’na hızlıca asker sevk edebilecek hem de hac mevsiminde kolayca bir araya gelen Müslümanlar İngiliz emperyalizmine karşı bilinçlendiri-lecekti. 

1.766 km tutan hattın döşenmesinde 17’si Türk, 12 Alman, 5 İtalyan, 5 Fransız, 2 Avusturyalı, 2 Belçikalı ve 2 Rum mühendis bulunuyordu. Fakat öyle planlanmıştı ki, hat ilerledikçe yabancı mühendisler azalıyordu. En son Türk mühendisler kaldı ve yol yerli mühendislerle tamamlandı. Hattın döşenmesinde çalışan askerlere de hem ayrı bir maaş ödeniyordu hem de erken terhis imkanı sağlanıyordu. Ayrıca demiryolu hattına para vermek İslam dünyasında bir tür İngiliz protestosu havasına bürünmüştü. Bu durum İngilizler için tam bir kabus oldu. 

İslam birliği hamlesi 

Sultan Abdülhamid, tahta çıktığında İngiltere’nin tüm niyetini sezmişti. İngiltere’nin amacını net olarak şöyle ortaya koymuştu: “İngilte-re’nin, Allah korusun, Devlet-i Aliyye’yi bölüp “tavâif-i mülûk” (küçük devletler) şekline koymaya çalışmakta olduğu açıktır. Onu Arnavutluk, Ermenis-tan, Arap hükümeti ve “Türkistan” tabirleriyle “otonomi” (özerklik) değil, “anatomi” yapmak, yani parçalarına ayırmak istemektedir. Hilafeti de İstan-bul’dan kendi kontrolündeki Cidde veya Mısır’a götürecek ve bütün müminleri istediği gibi yönetecektir. Yalnız şurasına teessüf olunur ki, Jön Türk tabir olunan birtakım “çapkın” takımından herifler, kendi el ve ayaklarıyla İngilizlerin maksadı uğruna gece gündüz çalışıyorlar.” 

Sultan II. Abdülhamid, Halifelik makamının merkez olduğu İslam Birliği düşüncesini ortaya atarak, Avrupa emperyalizmine karşı ilk teşki-latlı politik mücadele yapısını kurdu. Osmanlı Devleti’ni un ufak etmek isteyen İngiltere, şimdi büyük bir karşı hamleye maruz kalmıştı. İslam daya-nışmasının ilk meyvesi Sudan’da alındı. 1883 yılına gelindiğinde Muhammed Ahmed İbnü’s Seyyid Abdullah adında bir sufî şeyhi liderliğinde Su-dan ahalisi  anti-emperyalist bir isyana başlattı. İngilizlerin burada aldığı yenilgiler Londra’da büyük moral bozukluğuna yol açtı. Türk düşmanı İngiliz başbakanı Gladstone istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Mehdi hareketi Bab-ı Ali’yi en büyük düşmanı olan Gladstone’dan kurtarmıştı. 

Öte yandan Türkistan’da Seyyid Yakup Han İstanbul’daki halifeye biat ettiğini bildirdi. Ardından Doğu Türkistan’ın bir Osmanlı toprağı oldu-ğunu ilan etti. Hive Hanlığı da Ruslara karşı halifeden yardım istedi. Hindistan Müslümanları da bir hilafet komitesi kurarak bu dayanışmaya katıl-dı. Sultan II. Abdülhamit’in Fas’tan Hindistan’a, Orta Asya’dan Doğu Türkistan’a kadar yolladığı din adamları, halifeden sadece bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim götürerek İngiliz propagandalarını kırabiliyorlardı. Hatta İngiltere’nin kalbinde, Liverpool’da Müslüman bir İngiliz olan Abdullah Gulliam tarafından “Liverpool İslam Cemiyeti” bile kuruldu. 

Ne var ki günden güne emperyalizme karşı yükselen bu şuurlu dayanışma  II. Abdülhamid’in devrilmesiyle sönmeye başlayacaktı. O yüzden de-ğil midir ki İngiliz diplomat Mark Sykes şöyle demişti: “Abdülhamid’in düşüşü, bir despot veya tiranın düşüşü değildi. Bir halkın, bir fikrin düşüşüy-dü.” 

Irak petrolleri hamlesi 

20. asırda sanayileşmiş ülkeler yeni zamanların baskın enerji kaynağının petrol olduğunu fark etti. Bu sebeple yüzyılın başındaki büyük savaş İngiltere ile Devlet-i Aliyye arasında oldu. İngiltere, önce bölgeye yavaş yavaş yanaştı. Arkeolog kılığında ajanlar gönderdi. Sharlock Holmes’un sıkı bir takipçisi olan Sultan Abdülhamid, tıpkı bir hafiye gibi davranarak durumu çözdü. İngilizlerin asıl niyetini bile bile kazı faaliyetlerine izin verdi. Böylece suçlu serbest bırakılıp takip edilmiş oldu. Elbette de rahatlayan suçlu da asıl niyeti hakkında açık verdi. İngilizler Musul ve Bağdat’ta yüzey kazılarını bırakıp daha derin kuyular açmaya başladılar. Aradıkları tabiî ki eski medeniyetlerin kalıntıları değil petroldü. Sultan Abdülhamid tam bu noktada müdahale ederek kuyuların kapatılması emrini verdi ve kazı iznini iptal etti. Ayrıca Musul petrollerinin işletme hakkını devlet hazinesinden alarak hazine-i hassaya aktardı. Peki bunun neden yaptı? Sultan Abdülhamid’in bunu yapma sebebi, ileride Osmanlı buraları kaybederse bölgeyi işgal edecek İngilizlerin kişisel mülk olduğu için uluslararası hukuka göre burada hak iddia etme şansı kalmayacak olmasıydı. 

Yıldız istihbaratı hamlesi 

Jön Türklerin propagandasına göre Sultan Abdülhamid bir “istibdat” rüzgarı estirmişti. Buna kanıt olarak da saraya jurnal yani rapor ulaştıran hafiyeler gösteriliyordu. Oysa bu yapının amacı devletin bekasını ve Osmanlı ülkesini varlığını korumaktı. Hafiye teşkilatı faaliyetleriyle İngiliz “Intelligent Service”i ile Rus çarlığının “ORHANA”sını dize getirmişti. Bilhassa teşkilatın İslam coğrafyasındaki Müslüman halkın içine kök salabil-mesi II. Abdülhamid’in İngilizlere karşı avantajlı kılıyordu. İşte bu yurtdışı faaliyetler, İslam Birliği ve halifelik olgusuyla birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo İngilizlerin kabusuydu. Ta ki Sultan Abdülhamid iktidardan düşürülene dek. 

Sultan II. Abdülhamid Han, devrinin zorluklarını da eldeki imkanlarını da iyi okuyan büyük bir devlet adamıydı. Şiddetli dış darbelere karşı milletinin ve memleketinin varlığını sürdürebilmesi için elden gelen ne varsa onu yapmaya çalıştı. Daha da önemlisi bunları bir şuur ve inançla yaptı. Sultan II. Abdülhamid’in emperyalizme karşı istiklal mücadelesinin ruhunu özetlersek iki kelime çıkabilir ağzımızdan: İman ve hamle! 

@koray_serbetci