İsrail 'normalleşmesi' Bahreyn için neye gebe?
ABONE OL

İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn arasında varılan ‘ilişkilerin normalleştirilmesine’ yönelik anlaşmalar, Beyaz Saray’da Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid el Nahyan ve Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani’nin katıldığı görüşmede imzalandı. 11 Eylül 2020’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada BAE’den sonra Bahreyn’in de İsrail ile benzer bir normalleşme sürecine girdiği duyurulmuştu. Bahreyn, 1979’da Mısır’ın, 1994’te Ürdün’ün ve 13 Ağustos 2020’de BAE’nin ardından İsrail ile normalleşme anlaşmasına varan dördüncü Arap ülkesi oldu.

Trump’ın seçim yatırımı

Anlaşmanın Filistin meselesinin çözümüne katkı sunacağı ve İsrail’i frenleyeceği Bahreyn halkına gerekçe olarak sunulsa da sürece Filistin yönetimi ve Hamas’tan tepki geldi. Türkiye, İran ve Yemen de anlaşmaya karşı çıkarken, ABD, Mısır ve Fas gibi ülkeler süreci olumlu karşıladıklarını açıkladı. Suudi Arabistan “İsrail, Filistin konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemediği müddetçe, kendileri adına bir normalleşmenin gerçekleşmeyeceğini” ifade etmiş olsa da Manama yönetiminin bu kararı Riyad’dan bağımsız şekilde aldığı düşünülmüyor. BAE’den sonra Bahreyn’in de İsrail ile resmi ilişkiler kurması, Kasım ayındaki seçimler öncesi Trump’ın seçim yatırımı olarak değerlendirilse de bölge için farklı anlamlar ifade ediyor.

Bu noktaya nasıl gelindi?

Bahreyn’de küçük bir Yahudi nüfus ve yaklaşık 40 kişiden oluşan dünyanın en küçük Yahudi cemaatlerinden birisi mevcut. Ayrıca Manama, Körfezin tek sinagoguna ev sahipliği yapıyor. 2019 yılının Haziran ayında resmi bir ziyaret için ülkede bulunan ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Jason Greenblatt, 19. yüzyıldan kalma bu sinagogda sabah ayini yapılması etkinliğini organize etmişti.

Yahudi kökenli vatandaşların kamuda önemli görevlere gelmesi de Bahreyn’de yadırganan bir durum değil. 2008-2013 yılları arasında Bahreyn’in Washington Büyükelçisi olarak görev yapan Huda Ezra İbrahim Nunu’nun ve Ulusal Meclisin üst yasama organının üyelerinden birisi olan Nancy Dina Kaduri’nin Yahudi asıllı olmaları bunun öne çıkan örneklerinden bazılarıdır. Lakin bunlar ilişkilerin ‘normalleşebilmesi’ için tek başına yeterli olamamıştı. Hele ki ortada Filistin gibi Müslüman toplumların önem atfettiği bir dava varken, ilişkilerin şekillenmesi noktasında bu meselenin çözümü son döneme kadar önemli bir belirleyici olmuştur.

2010 sonrası

Manama, 2002 yılında Beyrut’ta düzenlenen Arap Birliği toplantısı sonrasında yayınlanan deklarasyonda 1967 sınırlarına atıf yapılarak başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti İsrail tarafından kabul edilmediği sürece Tel Aviv ile ‘normalleşmeyi’ kesin bir dille reddetmişti. Lakin 2010 sonrası ayyuka çıkan gelişmeler, Bahreyn ile İsrail’in zaten birkaç senedir ‘normalleşme’ sürecine hazırlandığını göstermiştir. Gizli görüşmeler, medyada yer alan söylemler ve uluslararası etkinliklerdeki temaslar ile hem Arap halkları hem de uluslararası toplum bilinçli bir şekilde buna hazırlandı. Kral Hamad bin İsa el-Halife, normalleşmenin “sınırları karşılıklı açmak ve bayrakları göndere çekmek” suretiyle olacağını ve iki ülke arasında bir böyle bir durum olmadığını belirttikten yaklaşık iki sene sonra yani 2017 yılının Eylül ayında Los Angeles Wiesenthal Center’daki uluslararası bir toplantı sonrası Arap ülkelerinin İsrail boykotunu kınadı ve vatandaşlarının Yahudi devletini ziyaret etmekte özgür olduklarını belirtti. 2018’in sonunda Avustralya’nın Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasına Manama destek vermiş, Arap Birliği’nin duruma tepkisini ise eleştirmişti. 2005 – 2020 yılları arasında Bahreyn Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Halid bin Ahmed el-Halife Twitter hesabı üzerinden Arap Birliği’ni sorumsuz açıklama yapmakla eleştirmiş, “Avustralya’nın bu kararının ne Filistinlilerin meşru taleplerine ne de Arap Barış Girişimine bir zararının olmadığını” iddia etmişti.

Bahreyn’de son dönemde düzenlenen etkinliklerde (“Yüzyılın Anlaşması” şeklinde lanse edilen planın ilk adımının atıldığı Bahreyn Konferansı, Ortadoğu’da Hava ve Deniz Güvenliği Konferansı ve Uluslararası Girişimcilik Konferansı gibi) İsrail zaten resmi olarak temsil ediliyordu. Temmuz 2019’da Washington’da gerçekleştirilen “Dinlerin Özgürlüğü” başlıklı konferansta da Dışişleri Bakanı el-Halife, İsrailli mevkidaşı Yisrael Katz ile bir araya gelerek kısa bir görüşme yapmış ve hatıra fotoğrafı çektirmişti.

İran tehdidi

Manama yönetimi “İsrail’in varlığını sürdürmesi gereken bir bölge ülkesi olduğu” ve “karşılıklı barış yaparak iyi ilişkiler kurma amacı taşıdığını” açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Filistin davasını göz ardı edebilen bir Bahreyn, İran tehdidi karşısında İsrail ile “doğal müttefik” durumuna gelmiştir. Tahran’ın yayılmacı politikaları ve Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak’taki paramiliter unsurları iki tarafın da endişe duyduğu konular. Manama için asıl tehdidin İsrail değil İran olduğu doğrudan dış politikadaki karar alıcıların beyanlarında görülmektedir. Eski Dışişleri Bakanı el-Halife 20 Şubat 2019’da “Çocukluğumuzdan beri İsrail-Filistin ihtilafının en önemli sorun olduğunu, öyle ya da böyle bunun çözülmesi gerektiğini dillendiriyoruz ancak geldiğimiz noktada çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya olduğumuzu gördük. O da modern tarihimizin en tehlikeli meydan okuması olan İran İslam Cumhuriyeti’dir. Dolayısıyla hâlihazırda İran tehdidiyle mücadele Filistin davasından daha önemlidir” açıklamasında bulunmuştu. Ayrıca İsrail’in, Suriye ve Lübnan’daki unsurlara yönelik hava saldırılarının ardından Bahreyn, “İran’ın bölgedeki statükoyu ihlal girişiminde bulunduğunu ve diğer ülkeleri işgal ile tehdit ettiğini belirterek, İsrail de dahil olmak üzere bölge ülkelerinin kendisini savunma hakkına sahip olduğunu” ifade etmişti. Hatta Bahreyn Kralı el-Halife 2016 yılında yaptığı bir açıklamada İsrail’in tüm ılımlı Arap ülkelerini, İran ve uzantılarına karşı savunabilecek güçte olduğunu dile getirmişti. Tüm bu söylemler bazı kesimlerin “Bahreyn veya BAE’de bir İsrail askeri üssü kurulabileceği” iddialarını güçlendiriyor.

Bölgesel güvenlik politikalarına ilaveten ABD ile ilişkiler ve savunma sanayiinde yeni tedarikçiler arayışı da Manama’nın Tel Aviv ile normalleşmesini hızlandıran diğer faktörler. Obama’nın, İran ile nükleer müzakerelerine de mesafeli duran her iki devlet, “Tahran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarının enerji değil; nükleer silah elde etme amaçlı olduğu ve mutlaka sonlandırılması gerektiği” kanaatinde buluşmuştu.

Diğer Körfez monarşilerinden farklı olarak petrol zengini bir ülke olmayan Bahreyn, bankacılık ve finans başta olmak üzere ticari faaliyetlere önem vermekte. Batılı yatırımcıların ve finans kuruluşlarının desteğini sağlamak noktasında da İsrail yönetimi ile normalleşmenin Krallık ekonomisine ivme katabilecek, geleceğe dönük bir yatırım olduğu inancı mevcut.

Bölgeye ne getirecek?

BAE’nin ardından Bahreyn yönetiminin de İsrail ile ‘normalleşmesi’ zaten beklenen bir durumdu. Artıları ve eksileri masaya koyduğumuzda sürecin en büyük kazananının Tel Aviv yönetimi olduğunu görmek hiç de zor değil. Bahreyn’in ise kazanımlarına ilaveten BAE’den farklı olarak göz önünde tutması gereken endişeleri mevcut. Yüzde 60’ın üzerinde ve son derece politize olmuş Şii nüfusun bu ‘normalleşme’ kararı sonrası Tahran’ın da yönlendirmesiyle sokaklara inmesi şaşırtıcı olmayacak. Arap Baharı döneminde İnci Meydanında yaşanan yoğun katılımlı protestolarla baş edemeyip, Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’in desteğine muhtaç kalan el-Halife yönetiminin, bu kararı hamisi olan Suudi Arabistan’ın bilgisi ve izni dışında aldığını düşünmek rasyonel olmayacaktır. Protestolar Arap Baharı döneminde olduğu gibi büyük kitlesel eylemlere dönüşür mü veya cılız kalır mı bilinmez; lakin ‘normalleşme’ açıklaması Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn ittifakının halktan gelebilecek bu olası tepkilere göğüs germeye hazır hissettiğini de ortaya koyuyor.

Riyad’ın hareket planı

Sonuç olarak yıllardır inkâr edilmesine rağmen Körfez ülkeleri İsrail ile ilişkilerini tesis etme girişimlerinde bulunmuş ve gelinen noktada bunu resmileştirme sürecine girmiştir. ABD telkinleri, İran korkusu ve hatta Türkiye etkisinin uyandırdığı rahatsızlık bazı Körfez monarşileri için Kudüs davasının önüne geçmiştir. Önümüzdeki günlerde Umman’dan da benzer haberler gelmesi şaşırtıcı olmayacak. “Filistin’in arkasında durmaya devam edeceklerini” ifade eden Suudiler için ise, Bahreyn bir ‘deneme tahtası’ olacak ve Riyad burada yaşanacak gelişmelere göre hareket planını güncelleyecektir. İsrail yönetiminin Filistin konusunda göstermelik bir adımı dahi, Suudi Arabistan ile benzer bir normalleşme sürecine girilmesi için yeterli olacaktır.

Bu anlaşmalar, Körfez’de İsrail etkisinin artacağı bir süreci beraberinde getirecektir. Tarafların söylemlerinde sürekli olarak İran kaygısı dillendirilse de Türkiye’nin bölgedeki varlığından endişe duyduklarını ve bu ittifakla Ankara’yı sınırlandırma beklentisine girdiklerini görmek zor değil. Bölgedeki Türkiye karşıtı blok artık daha somut bir hale bürünüyor. Kurumsallaşan bu ittifak Ankara’yı ilerleyen dönemde daha radikal hamlelerle mücadele etmek zorunda bırakabilir.

[email protected]