Türkiye ve AB'nin iki farklı tercihi: İyilikte sınırları aşmak veya kötülükte sınırları zorlamak
ABONE OL

Türkiye ve AB arasındaki iletişimin 2012 yılından bugüne öncelikli konusu Suriyelilerin mevcut durumu ve gelecek planları oldu. Sekiz yıldır iki aktör arasındaki başlıca özne olan Suriyelilere yönelik iki farklı yaklaşım ortaya çıktı. AB tarafında Suriyelilerin göç hareketini yönetme ve kendi ülkelerini göç akınından koruma ilkesi uygulanırken, Türkiye koruma sürecinde insani değerleri merkeze aldı. Barınma, eğitim, sağlık, istihdam gibi başlıca refah hizmetlerinden geçici koruma statüsüne sahip Suriyelilerin yararlanabilmesi için sistemli bir kurumsal dönüşüm yaşandı. Suriyeli nüfusun niceliksel olarak yoğun olması bu dönüşümü hızlandıran başlıca etken olurken, kurumsal yapılanma Suriyeliler özelinde değil makro perspektifte göç politikası belirlenmesine öncülük etti. Tabii bu kurumsal dönüşüm birçok tartışmaya da yol açtı. Özellikle yabancıların refah hizmetlerinden yararlanma kriterleri ve hakları, zaman zaman toplumun Suriyelilere yönelik tepkisini arttırmak ve hatta çatışma ortamı oluşturabilmek için araç olarak kullanıldı. Suriyeliler özelinde ‘okul, sağlık, aile’ hayatının tehlikede olduğuna dair belirli aralıklarla yapılan nefreti körükleyen tüm çabalara rağmen hem toplum hem de devletin ilgili kurumları bu süreci başarıyla ve etik değerlere uygun bir şekilde yönetmeyi başardı.

TÜRKİYE’NİN MERHAMETİ

Suriyelilerin Türkiye’de kalış süresi, yerleşik olup olmayacakları, ülkelerine geri dönüp dönmeyecekleri hep bir soru olarak dururken, 28 Şubat 2020 tarihinde alınan karardan sonra bu sorular yön değiştirdi. Suriye’den gelebilecek yeni bir göç akınına karşılık sınır kapılarından geçişe izin verileceğinin, bu tarihten sonra Türkiye’den gitmek isteyenler için bir kontrolün yapılmayacağının açıklanması, göçmenler için yeni bir göç güzergâhı oluşturdu: AB ülkeleri. Yunanistan üzerinden AB ülkelerine gitmek isteyen göçmenlerin Edirne’den Yunanistan’a geçme girişimleri ve Yunanistan’ın takındığı tavır ise Türkiye ve AB’nin sekiz yıldır göçmenlere olan yaklaşım farkının en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Sınırda Yunanistan’ın göçmenlere uyguladığı şiddet, aslında kendi ekonomik refahını korumak için her türlü aracı meşru sayan, ancak bu meşruiyeti ‘adalet, eşitlik, özgürlük’ ifadeleri kullanarak gizlemeye çalışan bir anlayışın yansıması.

Yazılı ve görsel medyadaki görüntüler, geçiş hakkı olmasına rağmen engellenen göçmenlerin yaşadıklarını, maruz kaldıkları şiddeti ve çaresizliği ortaya koyuyor. Ancak göçmenlerin deneyimleri bu görüntülerden ibaret değil, yalnızca bir haftada maruz kaldıkları tavır Türkiye’ye ev ödevi verme şımarıklığında olanların karnelerinin bu konuda çok da iyi olmadığının kanıtı. Sınırdaki göçmenlerin geçiş sürecinde yaşadıklarını öğrenmek, gelecek planlarını anlamak ve Türkiye ile Yunanistan tarafına dair görüşlerini almak için geçen hafta Edirne’de yaptığımız saha çalışması, iki farklı yaklaşımı açıkça ortaya koyuyor: İyilikte sınırları aşmak ve kötülükte sınırları zorlamak. Türkiye’nin hiçbir sorumluluğu ve yükümlülüğü bulunmamasına rağmen, tamamen insani değerlere odaklanarak göçmenlerin sınırdaki zorlu bekleyişine asgari ihtiyaçları karşılayarak destek olunurken, Yunanistan tarafı bu bekleyişi sonlandırmak için kabul edilemeyecek şekilde her türlü şiddet aracını kullanmayı seçiyor.

ŞİDDETLE AB KRİTERLERİ

Göçmenlerin beklediği alana kısa aralıklarla atılan gaz ve ses bombaları, yalnızca korku ve endişenin artmasında değil, özellikle çocukların sağlığının bozulmasında oldukça etkili. Görüşme yaptığımız göçmenlerin birçoğu gaz bombalarından dolayı çocukların nefes alamadığı, göz yaşartıcı bombalardan dolayı ise çocukların gözyaşlarının olağanlaştığını ifade ettiler. AB kendi çocuklarının refahını korumak için “öteki” çocukların gözyaşlarını olağan hale getiriyor, normalleştiriyor.

Sınırı geçmiş ancak Yunan görevliler tarafından yakalanıp Türkiye sınırına gönderilen göçmenlerin anlattıkları ise, ses ve gaz bombasından dolayı ortaya çıkan fiziksel rahatsızlığın çok daha fazlasının yaşandığını ortaya koyuyor. Göçmenlere uygulanan fiziksel şiddetin yanı sıra, valizlerine, paralarına, telefonlarına el koymak ve insan onurunu aşağılayarak sınırın diğer tarafına bir eşya gibi atmak, 2020 yılında AB değerlerinin yeniden konuşulması gerektiğinin işareti. AB’nin Türkiye’ye sürekli olarak hatırlattığı “insan haklarına saygılı olma” göstergesi AB tarafında “kurumsal güç kullanarak gasp” parametresine karşılık geliyor. Göçmenlerin AB ülkelerindeki ekonomik ve sosyal refahın paylaşılmasında tehlike olarak görülmesi rasyonel karşılanabilir; ancak bu refahı korumak için gasp, fiziksel ve psikolojik şiddet, yaralama ve ölümle sonuçlanan doğrudan müdahale, göçmenlere yönelik yaklaşımın AB kriterlerini şiddetle ve ayrımcılıkla oluşturduğunun kanıtı. Tüm bunların yanı sıra, sınırı geçmeyi başaran aileleri parçalayarak çocukların Yunanistan tarafında kalması, ebeveynlerin ise Türkiye’ye gönderilmesi, AB kriterlerinin çocukları gasp etmesiyle eşleştirilmesine gerekçe oluşturuyor.

Yunanistan, AB’nin kendisine verdiği bekçilik görevini insan haklarını tamamen göz ardı ederek büyük bir adanmışlıkla yerine getirirken, Türkiye tarafında farklı bir hikâye var. Sınırın bir ucunda kötülükte sınırlar zorlanırken, Türkiye ucunda ise iyilikte sınır tanımamanın ne demek olduğuna şahitlik ediyorsunuz. Üstelik bu iyilik hikâyesi, salt merhamet odaklı ya da amatörlükle, duygusal davranmakla açıklanabilecek bir durum değil. Türkiye’nin zaten kodlarında yardımseverliğin, merhametin, insani değerleri merkeze alan yaklaşımın kurumsal düzeyde uygulanması, insani yardımlarda AB kriterlerini değil de Türkiye kriterlerinin belirleyici olacağını, olması gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Görüşme yapılan göçmenlerin ortak şikâyeti Yunanistan tarafında karşılaştıkları aşağılayıcı tavır iken, Türkiye tarafında bu ortak bir minnet duygusuna dönüşüyor. Katılımcılardan birisinin “Hiçbir ülke Türkiye’nin merhametine yaklaşamaz.” cümlesi, bu minnetin ifadesi.

İKİ TÜRLÜ ŞİDDET

Sınırdaki bekleyişi fiziksel ve psikolojik şiddet kullanarak, göçmenlerin para, telefon, kıyafet, vb. her türlü eşyasını gasp ederek, hatta çocuklarına el koyarak sonlandırmayı amaçlayan AB yönteminin uzun vadede göç hareketliliğini durdurması pek mümkün görünmüyor. Zira göçmenlerin hali hazırda zaten gidebilecekleri güvenli bir ülkeleri yok. Kendi ülkelerini yaşanmaz hale getirmekle suçladıkları gelişmiş ülkelerin şimdi de onlara kapıları kapatması, zaten mevcut öfkelerinin daha da artmasına yol açıyor. Ailelerinin parçalanmasından endişe eden göçmenlerin göç yolculuğu kesintiye uğrasa dahi, uzun vadede bir şekilde AB ülkelerine geçiş onlar için bir tercih değil zorunluluğa dönüşmüş. Suriyeli bir kadının “Bize yaşayacak ülke bırakmadılar, şimdi de ülkelerini bizden korumak istiyorlar, istediğimiz tek şey insan gibi yaşamak” isyanı, göç direncini diri tutan en önemli motivasyon. Bu motivasyonu kırmak için uygulamaya konan AB yöntemlerinin ortaya çıkaracağı sonuç, AB’nin göçmen perspektifinin insan haklarını önemsemeden tek meselesinin ekonomik refahını korumak olduğuna dair kabulü güçlendirmesi olur.

Bundan sonraki süreçte ise özellikle insan hakları konusunda Türkiye’nin ödev alan değil de ödev veren aktör olması bakımından başvurulacak referans, sınırda yaşananlarla somutlaşan AB ve Türkiye yaklaşım farklılığı. Göçmenleri Türkiye sınırlarında bırakarak yönetmeye çalışan, sınırlarını ve aslında refahını korumayı öncelemeyi göçmen politikası olarak sunan AB kriterlerinin yerine, Türkiye kriterlerinin konuşulmasının zamanı geldi. Üstelik bu zamanda, sekiz yıldır Suriyeli nüfus için Türkiye’nin tek başına üstlendiği sorumluluğu göz ardı edenler, kapılarındaki göçmenlerin seslerini bir şekilde işitmek zorunda kalacaklar.

@NergisDama