Kahrolası mürekkep lekesi!
ABONE OL

Yıllar önce meraklanmış, modern Türk öyküsünde ayrıksı bir yere sahip Sevim Burak’ın oğlu Karaca Borar Amerika’dayken ona yazdığı mektupları okumaya girişmiştim. Karaca Borar tarafından yayına hazırlanan Mach 1’den Mektuplar adlı kitapta sadece bir yere ‘okunamadı’ notu düşülmüştü. Borar, oraya mürekkep lekesi düştüğü için annesinin söz konusu cümlesini okuyamamıştı. Kitapta başka okunamayan yer yoktu. Kuşkulanmıştım doğrusu bu durumdan. Çünkü Sevim Hanım bütün mektupları boyunca ilk kez ve sadece o cümlede İslam’dan bahsediyordu ve cümlenin gelişinden bu bahsedişin olumlu olacağı seziliyordu ama cümle de işte kahrolası ‘mürekkep lekesi’ yüzünden okunamamıştı. Gerçekten ‘mürekkep lekesi’nde miydi kabahat, tabii ki bunu biz sıradan okurların bilmesi imkansızdı. Sonradan kendisiyle de tanışacağım Karaca beye bunu sormayı defaten düşündüm ama her seferinde vazgeçtim. Bu da benim kusurumdu.

Demir peçeli kadınlar

1999 yılıydı aslında. İstanbul’daydım. 28 Şubat sürecinin hız kesmediği, hatta ‘bin yıl süreceği’nin farz edildiği bir dönem. Sol yönelimli bazı aydınlarla 28 Şubat mağduru olduğu varsayılan bazı toplumsallıkların en azından fikren yakınlaştığı bir dönemdi. Bir şair büyüğüm beni Karaca Borar beyden başka, kitaplarını yayınladığı yayınevinin ecinnilerle dolu, garip kapaklarındaki desenleri çizen bir ressam hanımın atölyesine de götürmüştü. Atölyede o ressam hanıma ‘İslamcı şair’ olarak takdim edilmiştim. Atölyede o an bulunan başka bir şair, söz konusu yayınevinden iki kitap birden çıkarmış olmasının sevinciyle belki, bana kitabımın olup olmadığını sormuştu. Her zamanki muzipliğim orada da tutmuş, soruyu “Kitapsızım!” diye cevaplamıştım! Sahiden yıllar sonra yayınlayacaktım ilk şiir kitabımı. Siyah Kalem’i andıracak ölçüde garip yaratıklarla dolu desenler resmeden ressam hanımın ilgisini ise benim ‘İslamcı’ olarak tanıtılmam çekmişti. Onun sorusu o yüzden biraz farklıydı: “Fatih’te ‘demir peçeli kadın’lar dolaşıyormuş, doğru mu?”

İlk anda bu soruya şaşırmıştım. Tamam, 28 Şubat sürecindeydik. Sürecin yandaşı bazı gazetelerde iki de bir Fatih’te serbestçe dolaşan ‘çarşaflı kadınlar’, ‘cübbeli adamlar’, ‘Kur’an kursuna giden çocuk’ haberleri falan yayınlanıyordu ama bu ‘demir peçeli kadın’ fantezisi de neyin nesiydi ki? “Olur mu canım” demiştim, “Yok öyle bir şey!” Kadın ısrar etmiş, hatta “Sen bize mihmandar olsana. Bizi bir çarşamba günü Fatih’teki pazara götürsene!” dedi. Bunu kabul ettim. O görüşmenin ardından ilk çarşamba günü birlikte Fatih Çarşamba’da gezinmiş, deyim yerindeyse ‘demir peçeli kadın’ diye niteleyebileceğimiz acaib-ulgaraib varlıkların bu bölgede bulunmadığını göstermiştim.

Mahremiyet ve fantezi

Böylesi bir olayı yaşamamdan yaklaşık 20 yıl sonra görüyorum ki, aslında ‘demir peçeli kadın’ fantezisi Cumhuriyetçi-modernist fantazmagorik söylemin bir yan unsuru olarak ortaya çıkmış. Bir nevi Cumhuriyetçi-modernist söylemdeki ‘demir kafeslerin ardındaki kadınlar’ tasvirinden uç alıyor bu fantezi de. Elbette Avrupa Ortaçağ’ında sefere çıkan şövalyelerin güvenemedikleri eş ve sevgililerine taktırdığı ileri sürülen ‘demir bekaret kemerleri’ ile de alakalı bir durum bu. Demir peçenin örttüğü yüz ile demir kemerin örttüğü arasında varsayılan ‘mahremiyet’ fantezide özdeşleştiriliyor handiyse. Bu mahremiyetin ‘demir’ gibi gayet sert ve katı bir nesne ile örtülüşü de mahremiyetin aşılamaz boyutlarına atıfta bulunuyor tabii ki. Yine demire atfedilen sertlik ve katılık sol yönelimli aydınlarımızın dini söyleme nüfuz etmelerindeki güçlüğü yansıtıyor da olabilir. Ayrıca bu tür fantezilere yol açan mekanların Fatih, Konya, taşra ya da Anadolu gibi bu veçheden alabildiğine ‘simgeselleştirilebilir’ olduğu da başka bir bahse konu edilebilir bir durum. O kadar detaylı bir psikanalize burada girişecek değilim elbette.

Bir kısım sol yönelimli aydın ile bir kısım İslamcı arasındaki ilişkilerin son derece ‘ılımlı’ olduğu, buna karşın siyasal bakımdan İslamcıların kendilerini amansız bir baskı altında hissettikleri bir dönemde, yani 28 Şubat sürecinde Cumhuriyetçi-modernist fantazmagoryanın sol yönelimli olduğunu varsaydığımız bir kadın ressamın muhayyilesine düşürdüğü bu ‘demir peçeli kadın’ imgesinde yine de bugüne dair bir şeyler yok mu? Bu imge ile Karaca Borar’ın ‘Okunamadı’sı arasında ne tür bağlar kurulabilir acaba?

Medyatik cehalet

Elbette bu yazıdaki amacım söz konusu imge ile Mach 1’den Mektuplar’daki okunamayan arasında doğrudan bir bağ kurmak değil, her ne kadar her ikisi de din ve dini hayatla ilgili olsa da. Sadece gerek bu imgeyi gerekse söz konusu okunamazlığı bahane ederek onların Türkiye’deki kimi sol yönelimli aydınların dindarlara dair benimsedikleri bazı tutumlara ne şekilde etki ettiğini ya da onlar üzerindeki hangi etkilerin bir semptomu olarak dışa çıktıklarını sorabilmek. Gerçi her iki durumda da ‘Bu yıl da Hacc, Kurban Bayramı’na denk geldi’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir tür medyatik cehaletin izi aranırsa bulunabilir; ancak, bu birazdan üzerinde duracağımız asıl konuyu basitleştirmekten başka bir işe yaramaz.

Kimsenin bilinçaltı temiz değildir elbette. Türkiye’deki İslamcıların da solculara ve tabii ki -bir kısım aydınlara- dair ürettikleri söylemlerde birçok ‘kirli’ nokta vardır; lakin konumuz doğrudan bazı sol yönelimli Türk aydınlarının söz Türkiye’de yaşanan dine ve dindarlara gelince kapıldıkları bazı gafletlerin Cumhuriyetçi-modernist simgesel kurgudaki köklerini göstermek. Üstelik bu ‘kökler’in genelde hep ‘mahremiyet’ ve ‘kadınlar’ üzerinden işlevsel bir hale dönüştürüldüğünü de ileri sürebiliriz. Birtakım feminist ve LGBT’ci eylemlerde bu ‘işlevsellik’in tepe tepe kullanıldığını da görebiliyoruz. Bu gafletler ister kasıtlı olsun, ister kasıtsız; günümüz sol söyleminde son derece işlevseller. Belki bu yüzden, yani son derece ‘işlevsel’ olmaları sebebiyle bile, onları gayet ‘ahlaksız’ olarak nitelemek mümkün.

Kirli bilinçaltı

Günümüzün din karşıtları cephesinde solcuların önemli bir yekûn oluşturmasında elbette ne şaşılacak ne de ahlaksız bulunacak bir durum yok. Ancak, sözgelimi bir gazetenin Sezai Karakoç’a ait “Sağcıların Allah topluluğu, solcularınsa şeytan topluluğu”nu dile getiren ifadenin yer aldığı “Diriliş Neslinin Amentüsü” adlı kitabı hedef gösterirken Sezai beyin bu ifadede gözettiği “ashab-ulmeymene-ashab-ulmeş’eme” tabirlerinin Kur’an’dan alınma olduklarını ıskalamasında olduğu gibi birçok hatalarının sadece kasıtlı, art niyetli olmaktan öte, doğrudan bilinçaltlarına düşen ‘leke’den dolayı kaçınılması imkânsız olduğunu da söylememiz gerekiyor. Bu tür ‘hata’ların kaçınılmazlığı onları elbette bağışlanır bulduğumuz anlamına gelmiyor. Aslında her şey tıpkı Soğuk Savaş dönemlerindeki gibi. Bu dönemlerde rastladıkları ‘ç’ harfini bile komünizmin simgesi ‘orak-çekiç’e telmihte bulunuyor diye zan altında tutmak isteyen antikomünistlerden pek farkları yok günümüz solcularının da. En az onlar kadar pimpirikli, en az onlar kadar ‘kirli’ bir bilinçaltları var.

@uzakkoku