Karton tampon yıkılırken
ABONE OL

Arap basınında Barış Pınarı harekatına yönelik yapılan analizlerde temel bir görüşün hakim kılınmaya çalışıldığını gözlemledik. Bu, Erdoğan’ın neo-Osmanlıcılık fikri ile, kendisini Osmanlı padişahlarının halefi gören ve bu motivasyon ile işgal siyaseti güden bir kimse olduğu yorumuydu. Bu yorumun çeşitli isimler tarafından süreç boyunca dillendirilmesinin bir tek okuması olabilir: Arap sokağı ile Erdoğan arasında uzun süre önce kurulan ve son olarak Lübnan’daki gösterilerde kendisini görünür kılan bağı koparmak ve Arap sokağını Erdoğan’dan soğutmak. Mevcut gerçekliğin bize ayan beyan sunduğu, Erdoğan’ın İsrail’den ziyade Arap siyasiler tarafından bir tehdit olarak görüldüğüdür. Zira Erdoğan uluslararası arenada ortaya koyduğu pozisyon ile Arap toplumuna onursuz siyasetin kendileri için bir kader olmadığı, aksine bir tercih olduğu mesajını vermiş oldu. Fol yok yumurta yok iken kurulmuş bir bağ değil yani bu. Dolayısıyla siyaset diye bildiği şeyin aslında siyasetin ta kendisi olmadığı imajı, Arap insanının kabulü haline geldi. Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap siyasetini temsil eden figürleri Türkiye ile ilgili kaygıya sürükleyen ikinci amil ise, topraklarını Türkiye açısından bir lebensraum olarak görmeleri. Gerek toplumlarında, gerekse topraklarında Türkiye’ye yönelik en ufak bir nemlenme emaresi ile yeşerecek bir potansiyel var olduğunun bilincindeler. Dolayısıyla Arap sokağı ile Erdoğan arasındaki ilişkinin basit bir “One minute” reaksiyonu olmadığını en az bizim kadar görebiliyorlar. Kuvveden fiile çıkmak üzere sürekli tetikte bekleyen bir potansiyel bu. Ve bu potansiyel Ortadoğu’yu Türkiye’nin lebensraum’u kılıyor. Ve Türkiye, Arap toprağının bütün güvenilmezliğine, bütün kararsızlığına ve değişkenliğine rağmen bulduğu ilk fırsatta bu toprağı sulayarak verim elde etmeyi başardı. Bunu yaparken tarihsel bir yatkınlığı kullandığını inkar edemeyiz. Buna mukabil bu yatkınlığı kullanmış olmak, ucuz Arap analistlerinin iddia ettiği gibi saplantılı bir Osmanlıcılık hülyası ile izah edilemeyecek kadar reel bir tutumdur. Zaten var olan bir şeyi dirilterek reel politiğin gereklerini yerine getirmek, olmayacak bir hülyanın peşinden romantik şekilde koşmaktan çok başka bir şeydir. 

Amerika gemisinde filika 

Bu durumun oluşturduğu paranoya Arap siyasetini olmadık heveslerin peşinden koşmaya itiyor. Bunlar hakkında bir şeyler söylemeliyiz. Ancak her şeyden önce göz önünde tutmamız gereken en önemli nokta, Arap siyasetinin Amerika’ya örneği görülmemiş onursuzlukta payanda olduğudur. Mescid-i Haram’ın şimdi adını unuttuğum şehla gözlü imamının “Elhamdülillah Amerika ile birlikte dünyayı yönetiyoruz” diyecek kadar gerçeklikten uzaklaştığı bir ortam hakim. Amerika gemisi üzerinde bir filika olmak Arap siyaseti için iftihar edilecek bir şey. Analizimizi yaparken bu faktörü yok saymayacağız. Buna mukabil şimdi söyleyeceklerimiz daha ziyade yukarıda zikrettiğimiz Türkiye korkusu ile gelişmiş bir reflekse tekabül ediyor.   

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin lebensraum’unu teşkil edecek en önemli sahanın Ortadoğu olacağına şüphe yok. Batı’ya yüzünü dönmüşlüğü ile birlikte Türkiye’nin çıkarının daha ziyade bu coğrafyada olacağını görmek için kahin olmak gerekmiyor. Ortadoğu, Türkiye için hem ekonomik pazar hem de kamu diplomasisini en verimli şekilde yürütebildiği bir kültürel etki sahası anlamına geliyor. Buna karşın Türkiye bu bölge ile fiziksel ilişkisini sürdürmek noktasında sıkıntılar yaşıyor. Bu sıkıntıların en büyüğü Suriye’de sürüp giden karmaşa. Kuzeyi Barzani gibi istikrarsız bir figürün siyasal hakimiyetine bırakılmış olan Irak da Türkiye açısından Ortadoğu’ya sağlıklı bir fiziki temas sahası değil. Dolayısıyla Türkiye’den bahsederken, Lebensraum’u ile arasındaki fiziki ilişki minimize olmuş bir ülkeden bahsediyoruz. Kafkasların alternatif bir Lebensraum olduğu, Balkan coğrafyasının Türkiye açısından Ortadoğu’ya nazaran daha münbit bir saha olduğu gibi tezler elbette ciddiye alınır cinsten. Ancak söz konusu olan şey ekonomik fayda olacaksa bu bölgelerin hiçbirisi Ortadoğu kadar mümbit bir saha değil. Yaşanan kavga Türkiye’nin Ortadoğu’yu lebensraum olarak görüp göremeyeceği noktasında kilitlenmiş vaziyette. 

Barış Pınarı sürecinde yaşananlar Türkiye’yi Ortadoğu’dan kopartmak isteyen bir aklın devrede olduğunu gözler önüne seriyor. Irak Kürdistanı ile aramızda zaten uzun bir süredir gerilimli bir ilişki var. Bir zamanlar merhum Özal’ın kanatları altına sığınmış olanların büyük siyasal aktörler gibi davrandığına ve Türkiye’ye karşı çeşitli dengeler kurmaya çalıştığına şahit olduk geçtiğimiz birkaç yılda. Referandum sürecinde Barzani’nin ortaya koyduğu tam olarak buydu. Buna mukabil Suriye’nin kuzeyinde “Rojava Devrimi” adını verdikleri bir garabet ile demografiyi dönüştüren bir yapı var. Amaçladığı bu dönüşümü gerçekleştirmek için yapmadığı kalmadı bu aklın. Bu yapıyı tesis ederken en önemli amaç, Türkiye ile lebensraum’u arasına bir tampon kurmak, fiziksel ilişkisini yok etmekti. Zira Türkiye Suriye sınırının doğu ve orta kısmında YPG’ye komşu olurken batı kısmında ise Nusayri nüfusun yoğun olduğu bir coğrafyaya komşu hale geliyordu. Dolayısıyla Türkiye ile teması en düşük seviyede olan bu iki yapı, Türkiye ile Sünni Arap coğrafyanın fiziki ilişkisi arasına bir tampon olarak çekiliyordu. Türkiye bu kaptı kaçtıya bir son vermek için sahaya girdi ve söz konusu yapının şimdiye kadar tesis ettiği her şeyi yerle bir etti. Bunların neler olduğunu zikretmeliyiz: 

YPG’ye her şey bir yana bir meşruiyet atfedilmiş olması en başından beri kabullenemediğimiz şeydi. Terörist bir yanda kendisini İsviçre’de zannederek kantonlardan bahsetmekte, Batı tarafından Ortadoğu’nun medeni yüzü olarak lanse edilmekteydi. İdari mekanizmalar ve bir adliye teşkilatı tesis ederek yalnız silahla değil hukuk ile de iktidarda olan bir erk imajı verilmeye çalışıldı. O kadar ki, bir toplama çapulcu sürüsünün Türkiye ile hudut ilişkileri kurabileceği tasavvur edildi. İkinci olarak bildik paçavraları çıkartarak kamuflaj üniformaları giymek ve mekapları çıkartarak postal giymek ile meşru bir silahlı güç haline geldiği imajı çizildi bu yapının. Türkiye sınırı geçince ilk yaptıkları şey üniformalarını çıkarmak oldu. Yeniden pejmürde kıyafetlerini giyerek kendilerini otorite kılan üniformalarından soyundular. Bu, YPG’ye atfedilen “DEAŞ karşısındaki yegane meşru güç” imajını yerle bir eden bir şeydi. 

İmaj yıkımı

İkinci olarak yine bir imaj yıkıldı. DEAŞ’a karşı silahlı gücüne ihtiyaç duyulan bir güç olarak zikredilmişti YPG uzun süre. Yıllarca eğitilmiş, kendilerine konteynırlarca silah teslim edilmişti. Türk askeri ile karşı karşıya gelmeleriyle birlikte birkaç yüz Amerikan askerinden medet umar hale geldiler. Amerikalılara “Bizi koruyun” diye yalvaran “kahraman YPG savaşçılarının” Batı kamuoyunda büyük bir soru işareti ortaya koyduğu muhakkak. Türkiye’ye karşı reaksiyonlar arasında okumadığımız önemli bir ayrıntı bu. “Ne menem bir silahlı güç bu?” diye daha yüksek sesle sorulduğuna şahit olacağız. Öte yandan “Kürtlerin haklı davasına inanmış ve mutlak destek veren” bir Avrupa kamuoyu olduğunu düşünenlerin Avrupa’yı ve Avrupalıyı hiç tanımadıklarını söylemek gerek. Irkçı eğilimlerin her geçen gün arttığı Avrupa’da insanlar “İyisiyle kötüsüyle Ortadoğu sizin olsun, pisliklerinizi buraya da taşımayın” diye burun kıvırıyorlar meydanlarda gösteri yapan şımarık PKK yandaşlarına. 

Son olarak yıkılan şey hepimizin malumu. Terör ve tedhiş ile bir yapı kurup, akabinde bunu tüm dünyaya kabul ettirecek abileri olduğunu sananlar yine kirli oyunlara alet olmakla kaldı. Yine birileri tarafından kullanılmakla kaldılar. 

ABD’ye nihayetsiz sadakat 

Böyle bir hengamede Arap Birliği’nin, bir diktatörün çağrısı ile toplanarak Türkiye’yi kınaması şaşılacak şey değil. Zira Körfez sermayesinin en büyük hedefi Türkiye’yi lebensraum’undan koparmak. Bu Amerika’ya karşı sahip oldukları nihayetsiz sadakatle elbette alakalı. Buna karşın bir de Türkiye gibi gerçek bir devletin Ortadoğu’ya hiçbir şekilde etki etmesini istemedikleri hakikati var. YPG’ye verdikleri destek bu sebeple Türkiye ile Ortadoğu arasına kurulacak bir tampona karşı duydukları iştiyakla doğrudan alakalı. Buna karşın, tahayyül ettikleri tamponun paramparça olacağının tebarüz etmesi ile birlikte bir başka söyleme başvurdular. Kürtlere karşı soykırım uygulayan Türkiye ve bu soykırıma dur deme gayretinde olan hamiyetli Körfez devletleri. Kürt insanını orta vadede kendisine medyun kılmayı ve etki sahası altına almayı, yani Türkiye ile arada kendi etki sahasında bir topluluk bulundurmayı amaçlıyorlar. Yabancısı olduğumuz bir strateji değil, 16. yüzyılda İran ile de benzer bir gerilimi yaşamıştık. Burada bütün hesapları bozan şey ise sınırları dahilinde kendisi ile ilişkileri son derece sağlam bir Kürt nüfusa sahip yegane devletin yine Türkiye oluşu. Kürt halkının Arap devletleri ile sahip olduğu tecrübe hiç de iç açıcı değil. Olanca sorunlu yapısına rağmen Türkiye, Kürt vatandaşları ile arasındaki ilişkisi en sağlıklı olan devlet olarak kendisine bağlı bir Kürt ekseriyete sahip. Rüşvet-i kelam ile bu insanları kendinize angaje kılabilir misiniz? Buna ancak Amerika ile birlikte dünyayı yönettiğine inanacak kadar eblehleşen bir akıl ihtimal verir.   

 @Taceddin_Kutay