Kendini bilmek ya da yabancılaşmak
ABONE OL

Yabancılaşma kavramı, olmadığını veya olamadığı halde öyle olduğunu zannetme algısıyla biçimlenmiş simülasyon nesnesi haline dönüşmeye dayanıyor. Yoksa yapısı gereği tabiattaki tüm varlıklar gibi bir değişim ve dönüşümle var olabilen insanın, bu değişim süreçlerinin tümü olumsuzluk ima eden yabancılaşma olarak okunamaz. Bilinçli tercih sonucu inanca dair değişimler bu anlamda yabancılaşma olarak ele alınamaz örneğin. Yabancılaşmanın olumsuzluğu tarihsel, kültürel ve inanca dair kökenlerini ele almadan konjonktürel ortamın akımına maruz kalmakla gerçekleşir. Var olmanın koşulu olan değişim, varlığın tabiatı doğrultusunda süreklidir. İnsan da dahil olmak üzere tüm varlıklar bu değişim süreçleriyle var olmayı sürdürür. İnsana has bir özellik olan yabancılaşma, bu değişim sürecinin, varoluşun tabiatını bozucu mahiyet taşıdığı gerekçesine dayanır. Yabancılaşma kavramı, kapitalizmle birlikte literatüre giren eleştirel bir kavram olsa da Yunus Emre'nin "Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır" ifadesinde de öne çıkan her çağın problemi olmuştur.

Uzaylıdan mülhem

Özellikle 19. yüzyıl kapitalist piyasası, sermaye çoğaltma arzusu amacına ulaşmak için her yolu ve yöntemi meşru görerek tedirginlik yaratan ve bu bağlamda ideolojilerin mayalandığı bir çağ oldu. Bu tedirginlik özellikle insanın, insani özellikleri dışında başka bir şey veya kişiye dönüşmesini içeriyor. Öyle ki kavramın alien yani uzaylıdan mülhem alienation(yabancılaşma) olarak ifadesi, insanın içinde var olduğu dünya ile uyumunu kaybederek tabiata ve insanın kendisine karşı yabancılaşmasının sonuçları hakkında düşünmeye yol açmıştır. Marksist düşünce özellikle bu noktada odaklanarak kapitalizmin insanın tabiata karşı yabancılaşmasının mücadelesi etrafında şekillenmiştir. Elbette başka bir yazının konusu olsa da, insan tabiatının bire bir doğanın tabiatı ile örtüşmediği istisnalar dikkate alınmadığından Marksizmin kendisi de insanın kendisine yabancılaşmasını ivmelemiştir.

Bilinçli dönüşüm

Yabancılaşma, Hegel'de başka bir kişi veya nesneye dönüşerek bir başkası olmak, Marks'ta ise kapitalist pazarın yarattığı, "insanın kendi doğasından uzaklaşması" anlamında kavramsallaşmış bir kelime. Hegel"in tanımı, kişinin kendisine ilişkin dönüşümünü bilinçli kararları ile yapması durumunda bunun bir yabancılaşma olmayacağı kısmını ihmal ediyor. Örneğin kişinin bilinçli tercihi ile bir inanç seçmesi durumunda yabancılaşmadan söz edilemez. Burada söz konusu olan insani bir eylem olarak kişinin kendisi ve insanlık için en iyi olduğunu düşündüğüne dair dönüşümüdür. Elbette insanın doğal seyri deneyimlerini analiz ederek böyle bir doğrultuda gerçekleşir. Ancak böyle bir tecrübeyi dikkate almadan moda akımına kapılmakla gerçekleşen dönüşümler bu bağlamın dışındadır. Marks, kavramı kapitalist Pazar ilişkileri kapsamında genellese de bu tanımlama Hegel'in tanımı kapsamı içinde kalıyor. Genel itibariyle bir başka kişi veya nesneye dönüşmeye dayalı olan yabancılaşma kavramı kapitalist pazar ilişkileri içerisinde de ortaya çıkacağı gibi en somut biçimi totaliter rejimlerin her şeyi kendi idealleri doğrultusunda dönüştürme politikalarıyla somutlaşır. Marks'ın materyalist diyalektiği de böyle bir totaliterizme evrilerek tam da buna malzeme oldu. Elbette konu bu iki örneklem ile daraltılamaz. Boyutları bireyden sistemlere kadar değişik biçimlerde ortaya çıkan böyle bir konuya iki örneklem ile başlamamız kavramın daha çok bu aralıkta şekillendiğini hatırlamak içindir. Birçok temel kavramını Hıristiyan İlahiyatı idealizmine bağlayan Hegel'den alarak bunları naturalist, materyalist İlahiyat bağlamına dönüştüren Marks'ın yabancılaşma kavramını da, inancı doğrultusunda modifiye ettiğini görüyoruz.

Yabancılaşma kavramını şekillendiren tedirginliklerin en uç örneklerinin küresel ve yerel ölçeklerde yaşandığı sorunlar artık bu kavram çerçevesinde tartışılmıyor. Bu durum insanın kendisine ve tabiata yabancılaşmasının kanıksanmış olmasından kaynaklanabilir. Daha çok üretmek ve daha çok sermaye biriktirmenin eleştiri konusu bile edilmediği hatta bu anlamda geri kalmanın eksiklik ve gelişmemişlik olarak değerlendirildiği günümüz ortamında sosyal ve çevresel problemler teknik bir arıza çerçevesinde ele alınıyor.

Yabancılaşmanın olumsuzluğu, insan ile birlikte tüm varlığın tabiatına ilişkin bir fikre sahip olmaya ve bu tabiatın, varlığın ve insanın aleyhine bozulmasına, uyumsuzluğuna dayanıyor. Tabiat kavramı varlığa bir anlam ve içerik yüklendiği, ya da tab edildiği anlamından türemiş bir kavram ve bu anlam, varlığın normalini ifade ediyor. Normali bozan değişimleri ifade eden yabancılaşma, elbette tüm değişimler için ifade edilemez. Bu anlamda yabancılaşma, varlığın normal kodlarına ilişkin normlardaki bozulmayı ifade eder. Yabancılaşmaya maruz kalan varlık artık kendisi değildir. Görünüm hala kendisi olma iddiası taşısa da içerik değişmiştir. Özellikle genetik müdahalelere maruz kalan ürünler, varlığın kendisine yabancılaşması ve elbette insanın da bu sürecin içinde olarak kendisine yabancılaşmasının ulaştığı seviyeyi gösteriyor. Bugüne kadar kültürel içerikte yabancılaşmayı ifade eden bu kavramın kapsamı artık, belki de geri dönüşü olmayan fizyolojik boyutlarda bir değişime evrilmiştir. Her ikisi de karşılıklı olarak birbirini tetikleyen kültürel ve fizyolojik yabancılaşma kavramı artık birbirinden ayrılmaz ve bu yüzden birlikte ele alınarak çözülmesi gereken bir probleme dönüşmüştür. Kültürel anlamda kendisini olmadığı içerikte bir insan zanneden kişi, ait olduğunu zannettiği kültürün nesnesi olarak hegemon kültürün tüm müdahalesine açık hale gelmiş durumdadır. Böyle bir kişi artık kendisi olma duyarlılığını yitirmiş olarak kendisini, kendisi olarak gerçekleştirecek tüm kavramlarını yitirmiş, olmak istediği ancak olması mümkün olmayan bir nesne olarak kendini öyle hisseden bir nesneye dönüşmüştür. Bu hissediş, benzemek istediği kültürün tüketimi ve alışkanlıklarını edinmeyle beslenir. Türkiye'nin Batılı kodlarda asrileşme serüveni ile başlayan ve hala Batılılar gibi giyinmede odaklanarak onlar gibi görünmeyi merkeze alan kendini Batılı gibi hissetme tarzı, başkaca bir maharet göstermeye gerek kalmaksızın hatırı sayılır bir kitle için siyasi ve kültürel tercih sebebi olmayı sürdürebiliyor. Hatta Türkiye siyasi hayatının Batılı gibi olma ile kendimiz gibi olma ikileminin çelişkileri içinde boğuştuğunu ve hala bu sığlıktan kurtulamadığını söylemek mümkündür. Bir kültürün üretiminde hiçbir katkısı olmadan o kültüre ait olmanın mümkün olamayacağı gerçeği karşısında, böyle bir talebin talibi olmak, kişiyi kendi kültüründen ayrıştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Sanal dünyanın maliyeti

Son yıllarda özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin, gerçekliği olmayan sanal oyunların sanal karakterlerine dönüşüp, dünyayı sanal ortam olarak algılamaları ve kendilerini de bu ortamın sanal karakterleri zannetmelerine varan yabancılaşmanın sonuçları neye malolacak bilemiyorum. Henüz bunun sonuçları ile yakinen karşılaşmasak da, günün büyük bir bölümünü sanal ortamda bambaşka karakterlere bürünerek yaşayan ve belki de günde binlerce kez öldür komutu ile klavyenin tuşlarına basan zihninin bundan etkilenmediğini düşünmek mümkün değil. Dünyanın dört bir yanından DEAŞ'a katılan çocuk yaştaki militanların sanal oyun bağımlılığına dair haberleri bir dönem sıkça vurgulanmıştı. Sanal gerçeklik ortamında ordu komutanlığı sıfatı ile yıllar geçiren bir çocuğun ve gencin ailesi ve çevresi ile olan uyumu tahayyül edildiğinde önümüzdeki sorunun derinlikleri görülecektir. Özellikle pandemi dönemi herkesi kapsayan sanal bir alan üretti ve sanal dünyanın bu tehlikesini görünmez kıldı.

Medeniyetin gerçek öznesi

Ülkelerin medeniyet iddiaları aslında onların kendileri gibi, şahsına münhasır olma durumunu yansıtır. Ancak bu iddianın geçmişten gelen eserlerin tamiri ve korunmasıyla sınırlı kalması medeniyetin devamlılığını değil müzecilik faaliyetini ifade eder. Medeniyetin yaşatılması, insanın içinde aktif olarak kendisini ifade edebileceği olanakların geliştirilmesi ile gerçekleşebilir. Çünkü medeniyetin asıl öznesi ve onun yaşayan sürekliliği insanda gerçekleşebilir. Medeniyet iddiası, sadece geçmişi yadeden ifade ve faaliyetlerle değil, elbette geçmişi ile bağlar kurup, bu bağlarla günümüzü yorumlayıp çağın gereklerine göre kendisini inşaa eden bir toplumla mümkündür. Bunun için öncelikle bu yeterliliğe ve donanıma sahip imkanların oluşturulması bir ülkenin en büyük yatırımıdır. Kültürel ve kavramsal kökleri gelişmemiş toplumların kendine, vatanına yabancılaşması kaçınılmazdır. Böyle bir toplumda vatan, köklerinin ait olduğu milletin evi değil, doyduğun yerden ibaret olarak vatansızlığı meşrulaştıran bir anlama dönüşür.

İnsan için iyinin, daha iyinin hatta en iyinin ne olduğuna ilişkin düşünme süreci, insani olanın mahiyetine dair değer taşır. Tüm insanlığın değerler dünyasını ifade eden bu alan insanlık kadar çok boyutludur ve bu çok boyutlu alan ancak aklın bağlam kurup yaşamla somutlaştıracağı ortamda gerçekleşebilir. Böyle bir ortam kurulamadığında ise elbette sosyal, siyasi ve kültürel hayatın problemlerini mayalayan yabancılaşma kaçınılmaz oluyor. Çünkü içinde var olduğumuz mekanın imkanları dışında hiçbir şey mümkün olamaz. Sonuç olarak bizi millet ve bu toprakları vatan yapan değerler bizim kim olduğumuzun ifadesidir. Bu ifadenin gerçekleşeceği ortamı kurmadan kendini bilmek de mümkün değildir.

[email protected]