Koronavirüs sonrası dünya ne kadar farklı olacak?
ABONE OL

Geçtiğimiz yüzyılda yaşayanlar Dünya’nın “10 günde” değişebildiğine/değişebileceğine inanıyorlardı. Dahası hem yüzyılın başı hem de sonu bu tür devrimsel değişimlere sahne oldu. Doğrusu bu yüzyılın/binyılın ilk 20 yılında da devrimsel değişimlerin kıyısında durduğumuzu düşündüren çok hadise oldu. Ancak şimdiye kadar gördüğümüz değişim su altında ilerleyen ince bir akıntıya benziyor, ancak dibe dalarsanız tüylerinizi ürpertiyor. Hakim düzeni değiştirebileceğini düşündüğümüz hadiseler şimdilik sadece düzenin krizini besledi. Liberalizmin biri bitip biri başlayan krizleri ise ağızımızda “dünyanın çivisi çıktı” acılığında kekremsi bir tat bırakıyor.

Liberal dünyanın krizi

Koronavirüsü küresel bir salgın haline döndüğünde liberal dünya zaten yine sürüncemedeki bir krizi yeni bir krizle besleme aşamasındaydı. Pek çok uzman uluslararası ekonomiyi etkileyecek bir durağanlık ihtimalinden bahsediyordu. Kuzey Afrika-Ortadoğu, bir zamanlar Afrika’nın başına geldiği biçimde “çırpılmış, karıştırılmış”, ama Rusya-ABD mücadelesi nereye evirilecek tam kestirilemediğinden öylece iç savaşlara batmış bir şekilde bırakılmıştı. Akdeniz’e neredeyse herkes donanma kuvveti gönderiliyor, savaş gemileri, denizaltılar cirit atarken yanlışlıkla bir-iki füze Akdeniz’in sularına, Kıbrıs’ın dağlarına düşüyordu.

Evrensel insani değerler

Avrupa sınırında yığılı mültecilerle mücadele, elindeki çıkınından başka bir şeyi olmayan insanları soyup, soğukta gaz bombaları altında pes etmelerini bekleme düzeyine inmişti. Kısaca Batı’nın ekonomik üretim ve tüketim gücü ile sürekli zikredilen Batı menşeili evrensel insani değerler anlatısı zaten yeni krizini yeşertiyordu. Türkiye, attığı adımlarla, Liberalizmin yeni krizinde de sadece direnenler değil aynı zamanda hayatta kalanlardan olacağını göstermişti. Koronavirüsü, işte tam hepimiz bu resmi analiz ediyorken, küresel bir pandemi halini aldı. O noktadan itibaren koronavirüsünün zaten filizlenen liberal düzenin krizini nereye doğru götüreciği, bu değişim esnasında mevcut küresel güç dengesinin nasıl değişeceği soruluyor.

Bu soruya Uluslararası İlişkilerin önemli isimlerinden hemen herkes kendine göre bir yanıt verdi. Verilen yanıtların temel özelliği belirli bir bilinmezlik öğesini kapsaması. Sonuçta ulusların ve uluslararası toplumun koronavirüsü ile mücadele yöntemlerinin mevcut liberal dünya krizini yönetimsel ve fikirsel açıdan nasıl etkileyeceğini tahlil etmek için çok erken bir aşamadayız; ancak şu ana kadarki krizler üzerinde kafa patlatanlar iki senaryoya ağırlık veriyorlar.

Değişecek, çünkü...

İlk senaryonun gerçekleşeceğini düşünen “değişimcilere” göre koranavirüs salgını Batı’nın “Çernobili” ve uluslararası sistemde zaten başlayan bir güç ve eksen kaymasını daha da hızlandıracak, uluslararası sistemin ağırlık merkezi, Doğu’ya, Asya’ya doğru kayacak. Aslında bu Asya yüzyılı beklentisi olumlanarak -yükselen Çin, olumsuzlanarak- Sarı Tehlike söylemi ile bir süredir dillendiriliyordu ve koronavirüs salgınına ABD Başkanı Trump’ın ilk tepkisi (Çin Virüsü) Sarı Tehlike söyleminin bir parçası. Ancak kabul etmeliyiz ki Alexander Blok’un şiirinin içerisinde değiliz ve Çinliler/Asyalılar mısrada geçtiği gibi “çekik ve aç gözleriyle Eski Dünya’yı öldürmeye” gelmedi. Tam tersi Eski Dünya’nın oyunu (kapitalizm, ticaret, küreselleşme) oynanırken uçaklarla, parayla, mallar ve turistlerle koronavirüsü “Sarı Tehlike” söyleminin bir parçası oldu. Dolayısıyla Asya yüzyılını kutsamadan önce cevaplanması gereken ve küçük yeşil virüsle alakalı olmayan pek çok soru var: örneğin; bu yeni Asyalılaşmış sistem de kapitalist olacağına göre liberalizmden soyunmuş kapitalizm ne kadar istikrarlı olabilir? Çin’in liberalleşmesi mümkün mü? Ya da neo-neo Merkantalizm biz küreselleşmenin bu aşamasındayken ne kadar uygulanabilir vb.

Tüm bu açık uçlu sorulara rağmen, değişimcilerin Kovid-19 sonrası Çin merkezli bir dünya düzeni ve küreselleşme ön görmelerinin iki temel sebebi var. İlk sebep, Çin’in koronovirüs salgını kadar bu salgınla mücadele yöntemleriyle ilgili halk ve yöneticiler arasındaki sorgulamayı büyük ölçüde sorunsuz atlatacağı düşüncesi. Batı demokrasilerinde salgına karşı erken tedbir almayan ve halkını korona salgını sırasında koruyamayan hükümetlerin meşruiyetlerinin ciddi şekilde sorgulanacağı ve sonuçta bu yönetimlerin iktidarlarını kaybedeceği düşünülüyor. Benzer bir durum otokratik devletler için de geçerli olabilir tabi. Örneğin Çin’de Xİ Jiping’e yönelik komünist parti içindeki muhalefet güçlenebilir ve sonuçta Xi’nin liderliği- ömür boyu uzatılmış olmasına rağmen- sorgulanabilir. Pekin söz konusu bu durumun farkında olduğu için şimdiden Koronavirüs salgınından bir başarı hikayesi çıkarmak derdinde. Bu bağlamda hem salgının kontrol altına alınıp, hayatın normalleşmeye başladığını duyuruyor hem de yumuşak gücünü devreye sokarak salgınla mücadele eden başta Avrupa olmak üzere diğer ülkelere tıbbi yardım ve destek gönderiyor. Şimdilik, İtalya gibi ülkeler komşularından alamadıkları desteği Çin’den aldıkları için elbette müteşekkirler ama alttan alta Çin’in başta koronavirüs salgınını saklayarak virüsün tüm dünyaya yayılmasına sebebiyet verdiği de söyleniyor. Kısaca Çin’in yumuşak gücünün sınırları bir gün kendisine hatırlatılabilir. Asıl önemli olan nokta ise, Çin’in virüsle mücadeleyle ilgili başarı hikayesinin toplumun bireyler bazında sıkı bir denetim ve kontrolüne dayanması. Günlük rutinlerine kadar kontrol altında tutulan bir toplumda muhalif sorgulamanın çok sınırlı olabileceği tahmin edildiğinden Çin’deki Xi yönetiminin bu süreci şimdilik kazasız belasız atlatacağı düşünülmekte.

Rusya cephesinde heyecan yok

Rusya’nın durumu da bir açıdan benzer. Moskova şimdiden toplumsal kontrol için tedbirler almakla kalmıyor aynı zamanda Rusya’nın bölünen Avrupa’da AB’nin desteğinden memnun olmayanların yanında olduğunu gösteren yumuşak güç diplomasisini devreye sokuyor. “Rusya’dan sevgilerle” yazan tıbbi yardım kargoları adrese postalanırken ve İtalyan aşçılar minnetlerini göstermek için borş çorbasının nasıl yapıldığını öğrenirken unutulmaması gereken şey, Rusya’nın bu krize zaten oldukça sıkışık bir zamanda girdiği. Uzun bir süredir Rusya’nın Ortadoğu-Akdeniz’de varlığını sürdürmek için kaynaklarını çok zorladığı, bu yüzden stratejik varlığını dostlarıyla kurduğu iyi ilişkilere bağladığı söylenmekteydi. 2014’den beri sadece ABD değil AB ambargosu altında bocalayan Rusya’nın zaman zaman hızlı zaferler için dostlarını kızdırıp küstürdüğü ve sonuçta pek bir şey elde edemediği (İdlib) de biliniyor. Üstelik uluslararası sistemde Rusya’nın enerji gücünü Riyad karşısında kanıtlamaya çalışmasının bedeli olarak petrol fiyatları hayal bile edilemeyecek seviyelere düştü. Moskova ve Riyad birbirini iter kakarken korana virüsünün uluslararası ekonomiye etkilerini ne kadar hesapladılar bilinmez ama süreç her iki aktör için de maliyetli bir hal aldı. Gerçi günümüz büyük güçler arası rekabet sıralamasında Moskova zaten geride, daha çok bir bölgesel güç olarak varlık gösteriyordu. Kısaca kimse Asya yüzyılı derken referans olarak Rusları almıyor. Moskova’nın korona sonrası Dünya’da sınırlı mevcut etkisini Akdeniz ve Ortadoğu’da göstermeye devam edebileceğini olasılıklar arasında, ama zaten zorlanan Moskova daha da zorlanacak.

Batı’nın en kötü sınavı

Değişimcilerin beklentilerinin asıl dayanağı, görüldüğü üzere Asya’nın sorgulanabilir başarı olasılığından ziyade Batı’nın korona virüs sınavında şu ana kadar çakması. Hepimizin bildiği üzere AB’nin durumu en vahim olanı. Avrupa kurumlarının virüs salgının dehşeti karşısında paralelize olması bir noktaya kadar anlaşılabilir, zira Avrupa kurumlarının bugüne kadar karşısında dona kalmadığı bir kriz hiç vuku bulmadı. Genelde kan gövdeyi götürdüğünde ışığa tutulmuş tavşan gibi titreyen AB bürokrasisini uyandırmak da NATO’ya kalırdı -ki son günlerde NATO’nun virüse karşı savaş ilan etmesi ve bir kamu diplomasisi hamlesi olarak başta Türkiye olmak üzere müttefiklerin yardımını öne çıkartması, ölen Avrupa/Batı bürokrasisini canlıymış gibi göstermek için NATO’nun devreye girdiğini gösteriyor. Avrupa’da her gün binlerce insan ölmese ironi olarak tanımlayacağımız bir süreç yaşanıyor. Bu Avrupa, 2-3 ay önce ciddi ciddi Akdeniz’i Türkiye’ye kapatmaktan filan bahsediyor, parlamentoda fındıklı gofretleri öfkeyle yere fırlatıyor, Libya-Suriye’de Ankara’nın eli güçlenmesin diye toplantı üzerine toplantı öneriyordu. Ancak durum ironi olamayacak kadar trajik. Avrupalılar ölüyor ve Avrupa kurumlarında virüsün vurduğu ülkelere (İspanya ve İtalya gibi ülkelerden bahsediyoruz) yardım veto edilirken “acaba İspanya salgın öncesi bütçesini iyi planlayıp kullandı mı, bir bakalım” mealinde gerekçeler öne sürülüyor. Ey Avrupalılar, yöneticileriniz iyi bütçe planlaması yapamadıysa ölebilirsiniz. Avrupa’da radikalizm aslında korkulandan önce eve döndü. Irkçı değil akılcı görünmesi esas karakterini değiştirmiyor ve korona virüs salgını sonrasında Avrupa, anlaşılan oluşmamış, inşa edilmemiş Avrupalılık kimliğinin ve fikrinin altını dolduramazsa çökmekte olan bir bölge haline gelmekten kurtulamayacak.

Kriz siyasetinin sonu mu?

Çöken Batı’yı ABD, yine-yeniden “para” ile kurtarır mı? Eh, bir Hollywood filminde olsaydık bu sorunun cevabı evet olurdu belki ama gerçek kriz dönemlerinde Amerika’nın düzen koruyucu gücü konusunda haklı şüpheler var. Öncelikle ABD’de Trump yönetiminin uzun bir süredir bir kriz siyaseti izlediği biliniyor. ABD, kriz siyasetini niçin izleyebiliyordu? Art arda çıkan, çoğu zaman kendi tetiklediği krizleri sistemdeki askeri-ekonomik gücü nedeniyle kontrol edebileceğini düşündüğünden. O zamanlar, bendeniz dahil, bir kısım uzman ABD’nin kriz siyasetinin kontrolden çıkabileceğini, sistemde 2-3 krizi kontrol edebilen ABD’nin 4-5-6 kriz karşısında zorlanabileceğini yazıyorduk. Ekonomik durgunluk, petrol piyasalarının fiyat krizi, Rusya’yı bölgesel, Çin’i bölgesel-küresel dengeleme, -tüm bu krizlerin üzerine- ABD’nin kendi içindeki koronavirüs salgının ve henüz etkilerini görmediğimiz salgının Latin Amerika ve Afrika’da yayılması durumunda sebep olacağı maliyet eklendiğinde ABD’nin krizleri kontrol etmekte ve Avrupa’yı kurtarmakta zorlanacağı görünüyor. -Ki Trump’ın bir AB/Avrupa sever olmadığı da malum. Gerçi, Trump’ın geleceği de çok parlak görünmüyor. Bugüne kadar demokratların, azil süreçlerinin ve Rusların başaramadığını küçük yeşil virüs başarabilir: Trump yönetiminin korona virüs salgınını yeterince iyi yönetmemiş olması sebebiyle Kasım 2020 seçimlerinde başarısız olması bekleniyor. Demokrat adayların profilleri ve ABD düzeninin Dünya’ya ithal edilmesiyle ilgili uçuk fikirleri Trump sonrası ABD’nin krizleri kontrol etmekte ne kadar başarısız olabileceğinin sinyallerini de veriyor.

Değişmez, çünkü…

Tüm bu sarsıntıları, Batı ve Doğu’nun, ABD ve Çin’in birlikte çakılması olarak yorumlayanlar ve sistemde büyük değişim beklemeyenler de var. Tabii sistemde değişim olmaması alt sistemlerde değişim olmayacak demek değil. Bunlara göre, uluslararası sistemde hassas bir güç dengesi ve dinamik bir diplomasi (çoklu dengelemeler) var olmaya aynı bugünkü gibi devam edecek. Ancak büyük güçler artan maliyetleri nedeniyle denizaşırı güç aktarımının gerektiği bölgeleri şekillendirme siyasetlerinin dozunu düşürebilirler. İlginç bir şekilde Çin’in yükselişini bekleyen değişimcilerin de katıldığı bir nokta bu. Buna göre Washington’unun Çin’i daha etkili bir biçimde dengelemek adına Dünya’daki pek çok nüfuz alanını terk ederek elindeki tüm kaynakları Pekin’in durdurulması için seferber etmesi beklenmekte. Böyle bir durum, kuşkusuz ABD’nin Dünya’daki rolünün ciddi olarak azalmasına sebep olacak. Neticede, ABD’nin belirli alanlardan çekilmesi sonucu, Dünya’da ortaya çıkan güç boşluklarını yeni nüfus alanı mücadeleleri sahiplerinin doldurmasıyla uluslararası toplum yeni bir mücadele dönemine girecek. Her iki hesaba göre de bir süre büyük güçler kendi ülke sınırları dışında daha az hareketli olacaklar ve Ortadoğu gibi bölgelerde korona sonrası ayakta kalan güçlü bölgesel güçler bölgesel politikalarda daha aktif hale gelecekler.

Ankara hazırlıklı

Türkiye gibi hayatta kalma siyasetine alışık olan bölgesel güçlerin faydalanabileceği bir gelişme çünkü Ankara’nın korona virüsü öncesi temel siyaseti de çöken bölgelerde ve çoklu krizler altında direnme, hayatta kalma ve maksimum fayda sağlamaya odaklıydı. Üstelik, sistem değişmez diyenlerin vurgu yaptığı iyimser ve kötümser senaryolar için gerekli araçlar da Ankara’nın elinde halihazırda var. Kötümser senaryoya göre, bugün olduğu gibi korona sonrası ortamda büyük güçler önemli konularda anlaşamamaya devam edecek, mücadele alanları keskinleşecek ve bölgelerde her koyun kendi bacağından asılacak. Sistem değişmez çünkü zaten “dünyanın çivisi çıkıktı” sonucuna varan kötümser beklentiye göre kabiliyetli bir ordunuz ve direnme azminiz yoksa sizi kötü sürprizler bekliyor. Ankara’nın zaten güçlü olduğu bir sınav bu. İyimser senaryoya göre, büyük güçler farkında olsun olmasın, hayatta kalma fikri dayanışmayı gerektirecek. İnsanlar ekonomik robot değiller ve uluslararası düzen de sanıldığı kadar hassas değil. Son 20 yılda oluk oluk kan akmasa daha rahat inanılabilecek bu iyimser senaryoya göre Liberalizm ve uluslararası toplum kendi krizini aşacak kısmi yollar ve bu arada yeni işbirliği modelleri üretecek. Kısaca dinamik işbirliğine, dayanışmaya açık olanların uyum sağlayabileceği bir süreç. AB ve ABD ekonomilerinin hareketsiz kaldığı mülteci meselesinde Türkiye’nin üstlendiği rol ve yük dahi Ankara’nın iyimser senaryoya hazır olduğunu gösteriyor. Sonuçta, düzen değişse de değişmese de Ortadoğu ve AB- iki sancılı, çöken bölge arasında- sancılı ve çöken bölgelerle ve ülkelerle yan yana yaşayıp, istikrarın genişletilmesi için plan yapmaya alışık olan Türkiye korona günleri sonrası batı ve doğusu için güçlü bir istikrar adasına dönüşebilir.

[email protected]