Kullanışlı ideolojik bir malzeme olarak Osmanlı dönemi aşağılaması
ABONE OL

Eskisi kadar prim yapmasa bile günümüzde Türkiye’de kimileri için hâlâ en ucuz ve kullanışlı ideolojik malzeme temini, Osmanlı dönemi aşağılanmasıdır. Bu yolu tercih edenlerin yöntemi özünde çok basit işleyen bir sistemdir. Süreç şöyle gelişiyor: 

Öncelikle Osmanlı tarihindeki bir olay bağlamından bağımsız olarak ele alınıyor. Daha sonra bu olay günümüzün anlayışına göre düz mantıkla yorumlanıyor. Modern Batı kriterlerine uymayan seçilmiş bu olay, sosyal bilimlerin tüm yöntemleri askıya alınarak hemen ileri-geri kategorisine sokulup “gericilik” sepetine atılıyor. Son bir hamle olarak da bunu eleştiren işportacı tavırlı köşe yazarı kendisini ve takipçilerini güya Osmanlı’nın bu geri kalmış yanını tespit edebilme aydınlığında (!) ulaştıkları için kerameti kendinden menkul bir şekilde “ilerici” ilan ediveriyor. Olup biten komedya aslında bundan ibaret. Bu komedyanın tragedya olan bir yüzü ise bu işportacı ilericiliğe inananların kendilerini gerçekten ilerici sanması. 

Aniden gelen uygarlık 

Peki bu anlayışın Osmanlı tarihini okumasındaki çarpıklık nereden kaynaklanıyor? Aslında o da basit. Çünkü bu anlayışa göre; Osmanlı Devleti, Afrika ormanlarında dünyadan soyutlanmış biçimde yaşayan bir kabileden farksızdı. Padişahı kibirli bir kabile reisi, uleması ateşin etrafında dans ederek dönen bir büyücü gibiydi.  Osmanlı tebaası da buharlı lokomotifi ejderha, telgraf makinesini sihirli bir tıkırtı sayan bu kabilenin iptidaî insanlar gibiydi. Ama işte bir gün bir mucize oldu. Bu kabile ahalisi, tıpkı hipnozlu birisinin parmak şaklatılarak kendine getirilmesi gibi bir parmak şaklatmasıyla demokratik, uygar ve çağdaş bir ulus oluverdi. 

Kendisini ilerici olarak adlandıranlar keşke böyle bir şeyin olamayacağını anlatan bilimin, iman edilecek bir âkide değil de bilgi damıtma yöntemi olduğunu anlasa ve az buçuk da sosyal bilimlere ait bilimsel eserler karıştırabilseydi. Zira sosyal bilimler bize her sosyal hadisenin oluşması ve bir sosyal değişimin meydana gelmesi için uzun bir süreç gerektiğini öğretmektedir. 

Mesela bu anlayışın yani tarihe düz kontak yaptırma kurnazlığının en bilindik örneği de matbaadır. Bu çizgide konumlananlar Osmanlı’nın, J.Gutenberg’in matbaayı Strasburg’da kurmasından tam 287 sene sonra İstanbul’da işletmeye başlatmasını ballandıra ballandıra büyük bir haz ile anlatırlar. Ardından bütün meseleyi Abdullah Cevdet’in ortaya attığı “taassup” kavramına bağlayarak çok derin bir keşfin mutluluğuyla kendilerinden geçerler. 

Sağlıklı bir sonuç elde etmek için ne Batı toplumlarının ne de Osmanlı’nın, tarihsel birikimini, sosyal karakterini, iktisadi yapısını ve siyasal düzenini kıyaslarlar. 

İşin aslına bakarsanız “taassup” kavramını da Türkler genel itibarı ile dindar bir toplum olduğundan ve aleni olarak İslam diyemediklerinden perdeleme olarak kullanırlar. Oysaki Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerindeki değişim ve dönüşüm bir idarî mekanizma değişimidir. Millet aynı millettir. Daha da ileri gidersek devlet de aynı devlettir. 23 Mayıs 1040’da Dandanakan Savaşı’yla kurulan devlet, ana yapısını sürdürerek Selçuklu ve Osmanlı idarî modelinden sonra 20.asrın başında Cumhuriyet idarî modeline geçmiştir. 

Cumhuriyet modernleşmesinin alt yapısını da Osmanlı dönemi siyasileri ve aydınları hazırlamıştır. Tek farklılık Osmanlı’nın muhafazakar modernleşme yöntemine karşın Cumhuriyeti kuran kadrolar radikal modernleşme yöntemini benimsemişlerdir. 

Kısacası Batıcı ideolojik gözlükleri çıkarılıp tarih okunduğunda aslında Cumhuriyetten çok önce Osmanlı’nın modernizmle tanışıklığının bir hayli ilerlemiş olduğu görülecektir. 

Modernizm nedir? 

Modern kavramı Batı’da eskiden yeniye geçişi ifade etmek için kullanılmıştır. Kavram, İngilizcede 20. yüzyılın ortalarında genel kullanıma dâhil olmuş, çağdaşlaşma anlamında kullanılarak gündelik dilin bir parçası haline gelmiştir. Modernizm kısaca,  dini ve geleneksel değerler yerine dünyevileşmenin öne çıktığı, yaşam tarzının bireyselleştiği, kentleşmenin üst düzeye çıktığı, hayatın her alanında bilim ve tekniğin otorite kabul edildiği, siyasette parlamenter demokrasinin ve ekonomide serbest piyasa modelinin esas alındığı yaşam tarzıdır.  

Modern Türkiye’nin babası

Modernizmin Batı’dan yayılarak tüm dünyayı etki alanı altına almasında iki baskın unsur vardır. Birincisi Batı’nın modernizmi ekonomik ve askerî gücünü kullanarak Batı dışı toplumlara dayatmasıdır. İkincisi ise modernizmin nimetleriyle gözleri kamaşan Batı dışı toplumların haklı olarak bu konforu elde etme arzusu ve bu uğurda Batılılaşmayı idealleştirmesidir. 

Şimdi teorik açıklamayı burada sonlandırıp projektörlerimizi yine yakın tarihimize çevirelim ve soralım: Peki Türkler ne zaman modernleşmeye başladı? 

Osmanlı’nın Batı’ya ilgisi III. Ahmet devrine dek esnetilebilir. Bu da zaten Batı’da yeşermeye başlayan modernizme karşı Osmanlı’nın öyle pek de alakasız olmadığını bize göstermektedir.  Ama Osmanlı’nın devlet yapısından başlayarak topluma ve hukuka uzanan modernizm serüveni aslında Sultan II. Mahmut ile başlar ve Tanzimat Devri ile zirveleşir. İskoç tarihçi Norman Stone tam bu konuda ezber bozan bir iddiada bulunuyor. Tarihçi İmparatorluk Oyunları adlı kitabında net bir biçimde “Modern Türkiye’nin babası Sultan II. Abdülhamid’tir” diyor. Aslında Stone’un ortaya koyduğu önermeyi bozmadan çıtayı biraz daha yükseltirsek; “Modern Türkiye’nin babası Sultan II. Mahmut’tur” dememiz gerekir. Zira 19. asırdan sonra Türk Devleti’ni içinde bulunulan koşullara göre güncellemek isteyen her Türk siyasî lider aslında Sultan II. Mahmut’u rol model almak gerekliliğini duymuştur diyebiliriz. 

Muhafazakar modernizm

Ama tarihçi Stone’un önermesi bazı koşullanmış zihinleri allak bullak edeceğinden,  bu önermeye biraz daha yakından bakmalıyız elbette. Zira II. Abdülhamid döneminde yapılan reformlar ve yenilik hamleleri kitaplık çapta araştırmalar olsa da meramı anlatmak bakımından yazıya birkaç tanesini serpiştirmek gerektiğini düşünüyorum. 

Sultan II. Abdülhamid devri kelimenin tam anlamıyla modern eğitimin sıçrama yaptığı ve memlekete yayıldığı bir devirdir. Sayısal olarak ifade edersek; günümüzün yaklaşık ilkokul düzeyine denk gelen iptidai mektepleri bu dönemde 200’den 5 bine, geleneksel ilkokul diyebileceğimiz Sıbyan mektepleri 10 bin rakamına ulaşmıştır. Yine modern eğitim veren ortaöğretim kurumları olan rüştiyelerin sayısı 250’den 600’e, İdadilerin sayısı da 5’ten 104’e kadar yükselmiştir. Bunun yanında Fenn-i Resim ve Mimarî Mektebi’nden Baytar Mektebine, Aşı Memurları Mektebi’nden Sanayi-i Nefise yani Güzel Sanatlar Mektebine kadar ahalinin ve devletin işlerini görecek modern eğitim veren okullar açılmıştır. Üstelik bu okulları bitirenlerin neredeyse hepsi Fransız edebiyatına ait eserleri kendi dilinden okuyabilen, yabancı basını yine o dilde takip edebilen, Paris’te bir Fransız ile sohbet edebilecek kadar iyi eğitim alan mezunlardı. 

Yani tarihten bi-haber ilerici (!) bazı köşe yazarlarının köşelerine yazdığı: 

“Türkiye’de ilk çağdaş üniversite 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi’dir. Ondan önceki medresedir” gibi akıl tutulması tespitler yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir işportacı çığırtkanlığından ve ucuzluğundan başka bir şey değildir. Zira İstanbul Üniversitesi’nin II. Abdülhamid’in işler hale getirdiği Darül Fünun’un tabelasının değişmesinden başka bir şey olmadığını bilmezler. Hele hele Darül Fünun’un Osmanlı’da ilmî özerkliği varken Cumhuriyet devrinde eğitim bakanı Reşit Galip tarafından ideolojiye yeterince destek vermiyor diye hallaç pamuğu gibi atılmasından hiç bahsetmezler. Cumhuriyeti kuran kadroların II. Abdülhamid’in kurduğu modern okullardan iyi bir eğitim almış subaylar ve sivil aydınlar olduğuna da değinmezler. 

Matbaa tekerlemesi 

Matbaanın Osmanlı memleketine kendine has koşullar sonucu 287 sene sonra gelişinden büyük genellemelere varanların hiç bahsetmediği başka hadiseler de vardır. 

Mesela hepimizin kuduz aşısını bulmasından ötürü tanıdığımız Louis Pastör’ün aşıyı bulduğunu ilan ettiği 26 Ekim 1885 tarihinden daha sekiz ay gibi kısa bir süre geçmişken Sultan II. Abdülhamid tarafından madalya ile ödüllendirildiğinden, II. Abdülhamid’in Pasteur’ün yanına staj için bir öğrenci heyeti gönderdiğinden bahsedilmez. Hele hele Sultan’ın stajdan dönen öğrencilere İstanbul’da yeryüzünün üçüncü kuduz hastanesi olan Darü’l Kelb’i kurduğu ağza bile alınmamalıdır. Yine bu dönemde buhar motorlu denizaltıyı kullanan devletin Osmanlı olması bu anlayış için bir anlam ifade etmez. Tekerleme şu: “Osmanlı matbaayı taassup yüzünden almadı. O yüzden geriydi yani kötüydü.” Buradan yola çıktığımızda kendisine bir ileri-geri diyalektiği uyduranların işin ne denli çürük bir önerme üzerine bina ettiği birkaç örnekle kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bakalım: 

Telgrafın Batı’da ortaya çıktığı tarih 1837’dir. Osmanlı’ya geilişi ise 1855. Yani tam 18 yıl sonra. 

Buharlı gemi Batı’da 1807’de kullanılmaya başlarken Osmanlı’ya gelişi 1827. Yani 20 yıl kadar sonra. 

Yine ulaşım devrimi sayılan demiryolları Batı’da 1829’da kullanılmaya başlarken Osmanlı’da 1856’da yani 27 yıl sonra kullanılmaya başlamış. 

Kuduz aşısı Batı’dan iki yıl sonra, elektrik santrali 21 yıl sonra, telefon santrali ise 23 yıl sonra gelmiş. 

Kısacası modernizmin zirveleştiği 19. yüzyılda Batı’daki teknolojik gelişmelerin hemen hepsi kısa bir sürede Osmanlı yöneticileri tarafından ülkeye getirilmiş. Sadece bu aygıtlar mı? 19. asırda Osmanlı Devleti, anayasası olan, parlamento kurmuş, ticaret mahkemelerini Batı ile akort etmiş, rüştiye mezunlarına bile akıcı Fransızca konuşturan bir memleketti. Kısacası; 19. asrın padişahları bir yandan Batı emperyalizminin ölümcül darbelerine direnirken, diğer yandan içerideki ayrılıkçı isyanların ateşini söndürmeye uğraşıyordu. Batı ile işbirliği yapan roman kahramanı Bihruz Bey gibi tipleri gözden kaçırmamaya gayret ediyor ve tüm bu hengamede memleketi modern dünyaya yetiştirmek için ıslahatlar yapıyor, yeni icatları ülkeye getirmeye çalışıyordu. 

O yüzden sormak gerek; Taassup kelimesinde hâlâ ısrarcı mısınız? 

@koray_serbetci