Küresel bir mülteci melodisi 'Hey ain't nobody want to go'*
ABONE OL

Evet pandemi alarmı ile evlerimizdeyiz hepimiz. Evlerimizi ofis yapıp tüm işlerimizi buradan yönetmeye çalışıyoruz. Derslerimiz seminerlerimiz, resmi işlemlerimiz ailelerimizin hasret duyduğumuz yüzleri hep bir ekran önünde veya ardında. Neden bilmiyorum ama bu durumun “Evine dön, şarkıya dön” romantizminden uzak olduğunu günün sonunda birçoğumuzun daha da ekran bağımlısı olacağına dair pesimist ama kuvvetli bir his taşıyorum. Neyse mevzumuz bu değil.

Evimizde kalmak birçoğumuz için güvenliği temsil ediyor şu günlerde. Tüm küresel uyarılar bu yönde : “Evinde kal.” Neyse ki evimizdeyiz, bir kapımız var. Çok şükür ki bir evimiz var. Bu küresel tehditten kaçıp sığındığımız yer ev. İltica ettiğimiz. Peki iltica etmekten veya edememekten yorgun düşmüşler ne yapsın. Kimler mi? Elbette mülteciler.

Hala umutları var

Çok değil bundan bir iki hafta kadar önce gündemimiz sınır kapısı açılan mültecilerden oluşuyordu. An be an sınırda yaşananları takip ediyor, vah vah tüh tühlerle reel politik söylemler kusuyorduk. Şimdi ne oldu? Unuttuk. Hepsi unutuldu. Unutmanın makus tarihinden kurtulamayanların, isimleri kimlikleri unutulduğu gibi şu an içinde bulundukları durum da unutuldu. Hala Edirne’de tampon bölgede binlerce mülteci var. Hala umutları var. Belki de bu hayatta sahip oldukları tek şey. Hala gitmeyi, gidebilmeyi umut ediyorlar. Yunanistan ise hala sert müdahalede şovuna devam ediyor. Çocukların üzerine gaz bombaları atmaya devam ediyor. Ama ne ki bu çocuklar ne varil bombalarından çıkmışlar. Ne cehennemlerin ateşini söndürerek gelmişler. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların ve hiçbir zaman olmamışları kim durdurabilir. Bu insanlar sadece “yaşamak” istiyor. Reel politik tüm söylemlere söverek şunu söylüyorlar: “Bizden alınan yaşama hakkını geri almak istiyoruz. Çocuklarımız yaşatmak için.” Tüm bunları da nereden çıkardın diyebilirsiniz, mülteciler bizden sıkıldı da gitti, nankörler de diyebilirsiniz. Gidişleri olsun da dönüşleri olsun da diyebilirsiniz. Amma mülteci güzellemesi yapıyorsun, bunlarda amma Polyanna, bizim vergimizden kesiliyor tabii vs. Diyebilirisiniz ama yalvarırım demeyin. Masa başından romantizm yapıyor değilim. Vallahi. Daha önce bir çok kez mülteci krizinin olduğu zaman ve mekanlarda sıfır noktalarında bulundum. Size içeriden yazıyorum. Bu sefer ise benim yerime krizin ilk patlak verdiği zamanlarda kardeşim bir aktivist olarak ve yardım faaliyeti için oradaydı, birçok arkadaşımız gibi sıfırı noktasında. Anlattıklarını tanık olduklarını anlatmaya ne cümleler ne duygular yetecek. Geldiğinde tek cümle kurmuştu “Darmadağınım.”

Bağışıklık güçlendirme mi?

Maalesef ki sahadan aldığımız haberlere göre Yunanistan sınırında koronavirüs şüphesi olduğu-olabileceği konuşuluyor. Suriye kırsalında diğer tampon bölgede sıkışıp kalmış insanlar da özellikle İran’dan gelecek olan aynı tehdit ile karşı karşıya. Yemek dahi bulamayan bu insanların bağışıklıkları güçlendirmesi ne büyük lüks, bağışıklık ne süslü kelime.

Bir çadırda, yağmur altında kimisi çırılçıplak soyularak nehire atılmış halde iken hijyen ve bağışıklık kelimelerin ne denli ekstrem durduğunun farkına varmamız gerekiyor. Mülteci hareketliliğindeki belirsizlik ve denetimsizliğin risklerinden bahsetmiyorum bile.

Tüm bunların ötesinde hala durumdan haz duyup, “iyi oldu, Yunanistan iyi yaptı diyenler, türlü hakaretle saldıranlar daha da ilerisi mültecileri “insan” olarak bile görmeyenler var. Kalbi karamışlara, nasipsizlere bazı şeyleri anlatmanın yolu yok biliyorum. Ne derseniz deyin hangi lisan hangi lehçeyi kullanırsanız kullanın bazı şeylerin anlatılması zor, bazı kalplerin zırhlarının delinmesi muhal, o vakit de konuşmak beyhude bir çabaya dönüşüyor. Ama mülteciler nerede olurlarsa olsunlar hangi ırka mensup olurlarsa olsun evrensel melodilerini haykırmaktan vazgeçmiyorlar: “Hiç kimse gitmek istemez.”

Yazının başlığını da oluşturan bu cümle yani orijinal haliyle “Hey ain’t nobody want to go” Outlandish adlı hiphop grubunun “Walou “adlı şarkısından bircümle. Şimdi buraya nasıl geldik derseniz elbette bir hikayesi var. Kardeşimin sınırdan döndüğü gecenin sabahında bu şarkının melodisi ile uyandım. Hani olur ya bir yerde birkaç saniyelik dinlediğiniz bir şarkı bir sabah dilinize dolanıvermiş olarak uyanırsınız. Ama benim dilime dolanışı beni yıllar öncesine götürüyor 2012’ye. Kuzenim ilk kez klibi izlettiğinde sözlerinin birçoğunu anlamamama rağmen gözyaşlarımı tutamamıştım. Ne mi anlatıyordu klip, ne mi söylüyordu grup. Hadi o zaman en başa dönelim.

Yetenekli ve kahverengi

90’larda Danimarka’nın Kopenhag’da varoş sayılabilecek bir mahallede doğan üç ayrı kıtadan üç ayrı etnik yapıdan, üç ayrı dil konuşan ve farklı dinlerden üç yakın arkadaş. Birlikte futbol oynuyor birlikte şarkı söylüyorlar birlikte büyüyorlar. İsam Bachiri Fas kökenli ve Müslüman, Lenny Martiez Honduralı ve Katolik, Waqas Qadri ise Pakistanlı bir Müslüman. Aslında hepsi köken itibariyle birer göçmen.1997’de gruplarını kuruyorlar. Aslında daha öncesinde de bir grupları var ismi YGB yani Genç, Yetenekli ve Kahverengi. Bu isimdeki kahverengi kelimesi bile aslında grubun duruşu ile ilgili ipucu veriyor. Grup politika, küresel siyaset, insan hakları ve mülteciler ile ilgili konuları müziklerine taşıyor. Ve kendilerini dünya vatandaşı olarak tanımlıyorlar Bu yüzden dünyada olup bitenlerle ilgili söz söylemenin gerekli olduğuna inanıyorlar.

Arap, Asya ve Latin unsurları melodilerinde bir araya getirip -her ne kadar Türkiye’de fazla bilinmese de ki bu az biliniş Sami Yusuf’un “try not to cry” parçasına eşlik ile sağlandı- dünya çapında etkileri olan bir sound yakalıyorlar. Dini inançlarının ve kültürlerinin üzerlerinde büyük etkisi bulunduğunu ifade eden grubun konserlerine alkol yasağı getirmesi, İslamafobi’ye karşı yapılan uluslararası toplantı ve örgütlenmelerde bulunmaları birçok tartışmaya neden olsa da hatta Danimarkalı milliyetçi kesimlerce haklarında defalarca boykot çağrısı yapılasa da grup, yine de konser salonlarını en çok dolduran, birçok prestijli müzik ödüllerinin sahibi olarak yoluna devam ediyor. Binlerce Danimarkalı genç başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde şarkıları, dile getirdikleri inançları, dünyaya bakışları dillere pelesenk oluyor. Önyargılar kırılıyor kısmen. Hem de 2007’de İslamafobinin en şiddetli olduğu coğrafyalardan birinde Danimarka’da. Yani bazen müzik salt sözcüklerin yapamadığını yapıyor; birçoklarını sağaltıyor.

Grubun farklı konulara değinen, deyim yerindeyse Avrupa’yı sallayan bir çok şarkısı var elbette. Bunların arasında yaklaşık olarak 15 yıl önce yaptıkları şarkı “Walou” bugün yeniden dinlediğimizde aslında küresel politikaların hiç değişmediğini, değişenin sadece politikacıların yüzleri olduğunu çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.

Walou aslında ammice yani halk deyişi ve Arapça’nın Cezayir lehçesinde hiçbir şeyin olmadığını tanımlayan bir kelime.(Fas’ta da bu kullanım mevcut) hiçbir şey/nothing anlamına geliyor. Şarkıda küçük bir çocuğun yaşam umuduyla ailesini bırakıp göç etmesi konu alınıyor. Rap, Hiphop tarzı birçoğumuz için biraz sıra dışı bir tür olup çoğu kez dinlemekten imtina ettiğimiz bir sınıf olabilir

Siz ne hissedersiniz ne görürsünüz bilmiyorum ama işte benim heybemdekiler:

Klipte Fas’tan İspanya’ya kaçmaya çalışan küçük bir çocuğun hikayesi anlatılır. Bunu duvarda baktığı haritasından anlıyoruz. Birçok zor durumda yaşayan ve artık “gitmek zorunda” kalanların nereye gittiğini ne şartlarda yaşayacağını hatta yaşayıp yaşamayacağını bile bilmeden yollara düşen kaçak göçmenlerin ortak hikayesini bir çocuk üzerinden vermek çarpıcı.

Klibin başında grubun solistleri bir masa etrafında oturmakta sayfalara sürekli bir şeyler karalayıp fırlatmaktadırlar. Anlaşılan anlatacakları kelimelerden taşan bir dertleri, atmak istedikleri bir yükleri vardır. Klip boyu onları duvarda kocaman Arapça olarak yazılmış “es-sabr” kelimesinin önünde dertlerini anlatmaya çabalarken görürüz. Biraz da anlatamamaya sabrederken.

Aynadaki kelime: Time

Hikayemizin kahramanı 10 yaşlarında bir çocuk ve arkadaşlarından ve onların kaçış hikayelerinden oluşmaktadır. Kahramanımızı gizlice annesinin cüzdanından para koyarken karşımıza çıkar, muhtemelen biriktirdiklerini annesi incinmesin diye gizliden cüzdanına bırakmaktadır. Ve grup solistleri o sırada aynaya bir kelime yazar: Time.

Burada yazılan zaman, zamanın akışı mıdır yoksa sabrı taşıran bir bekleyiş, bir zaman mı bilinmez. Öyle ya mülteciler için sanki tek bir zaman vardır. Bitip tükenmeden içinde bekleşilen yekpare zaman.

Planını yapan küçüğümüz okuldan kaçacaktır ve arkadaşları ile hedefine doğru koşacaktır: daha fazla para için çalışacaktır. Klibin 1.19 saniyesinde sokağa bakan merdivenlerin üzerinde oturan çocuklara ayakkabısını boyatmak için uzun saçlı bir adam gelir. Beyaz adamdır bu. Batı’yı temsil eder. Kahramanımız ve arkadaşları hem adama, hem arabasına hayranlıkla bakarlar. Tam o sırada çocuklardan birinin gözünden plakayı okuruz: “29-dk-js”. Kenarında Avrupa birliği işareti ve bir küçük NL. Hollanda plakalı beyaz, 4. nesil Chevrolet Camaro’nun üretimlerinden biridir. Adam beyaz adam, araba beyaz arabadır. Umudun timsali adeta, umudun ve yaşamanın. Beyaz adamın hayatı istenilen hayattır ama asla vaadedilemeyen hayat.

Çocuklar ayakkabıyı boyarken biri arabaya giderek hayranlıkla dokunur ancak beyaz adam onu hemen azarlayarak arabasından uzaklaştıracaktır. Beyaz adamın boyanan ayakkabı parasını yukarıdan bırakışını izleriz ardından. Paranın iktidarıdır bu. Paranın kibri. Yukarıdan bırakırken bizim ufaklıklardan birinin metelikleri kısacık bir saniyede olsa yakalama refleksi anlatacaktır her şeyi.

Bizim minikler grubunu ayakkabı boyadıktan sonra kaçak sigara satarken görürüz. Neşe ile Fas’ın sefil evlerinin damında biriktirdikleri parayı saymaktadırlar. Sanayiden aldıkları dandik bir küçük deniz çapasının gücünü yine bu damda bağladıkları kalın iple deneyeceklerdir. Ne olduğuna anlam veremeyiz. Ve hayalleri uzaktan görülür; denizin ortasında bir gemi.

Ardından kahramanımız eve döner. Son kez ailesine, annesine bakar. Annesi derme çatma bir mutfakta eteğinde bir çocuk sırtında bir çocuk tüm yükü omuzlamıştır. Annedir nihayetinde.

Gece olup da karanlık şehri bürüdüğünde annesinin fotoğrafına bakan küçüğümüz, kardeşinin üstünü örter ve odadan çıkarken duvarda yazdığı silik notu görürüz : “İlel’-Ligâ”: görüşmek üzere…

Bu esnada klibin solistlerinin aynaya yazdıkları da dikkat çekicidir: Isam Bachiri : peace may God easen our burdens yazar: Barış. Allah yüklerimizi hafifletsin.

Sonra hep birlikte aynalarda yazan “patience” kelimesinin üstünü çizerler. Artık sabır tükenmiştir. Bu bir bitme noktasıdır. Üstü çizilmemiş bir kelime detayı vardır: Anxiety (kaygı).

Sabrın bittiği yerde elde kalan kaygıdır. Ne olacağını bilemediğin yerde endişe başlar. Ama mülteciler için içine doğdukları bir duygudur bu başı sonu olmayan bir kaygı. Şu an duyulan kaygı peki? Bu insanlara virüs bulaşırsa ne olacak, tüm ülkeler kendi iç sağlık sorunları ile uğraşırken mültecilere kim sahip çıkacak? Kaygıların ağırlığında devam edelim.

Klibin en başından beri bir masada oturan solistler bir sürü kağıda bir şeyler karalayıp, buruşturup atmaktadırlar. Anlaşılan hiç bir kelime hiç bir sayfa duygularını ifade edememektedir. Sonunda Lenny’nin buruşturduğu kağıda tekme atmasıyla kağıt aynaya çarpar ve aynayı parçalar. Şüphesiz aynaya ağır gelen kağıt değil kelimelerdir. Kelimelerin ağırlığıyla aynayı çatlama metaforu üzerinden güçlü bir anlatı sunulmaktadır.

Ve küçüğümüz bu esnada elinde kalan son parayı uyuyan annesinin ayak uçlarına bırakarak ayrılır. İnceden sızı bırakan bir sahnedir. Yine solistlerimizin yazdığı aynanın önünde buluruz kendimizi ve şöyle yazmaktadır: Under mama’s feet--->paradise

Bu muhteşem sahne bize değişmez bir gerçeği anlatmaktadır. Ne olursa olsun tüm kahrı, tüm yükü çeken anneler.

Gün doğumundan hemen önce kahramanımız arkadaşı ile sahile gelir. Bu sırada diğer solist Lenny aynaya şunu yazar ve altını çizer: Strive (çabalamak).

İki arkadaş karşılarında denizin ortasında duran büyük görkemli gemiye bakarlar, toklaşırlar. Kahramanımız azgın sulara doğru adım atarken arkadaşının sırtına destekleyerek vurup okşaması etkileyicidir. Çantalarını sırtına alan kahramanımız bilmediği sulara doğru yürümektedir.

Ve aynada patience in üstü yine çizilir. Artık sabır tükenmiştir.

Kahramanımız sırtındaki çantalarıyla yüzerek gemiye ulaşır, çapasını atmaya uğraşır. Ama azgın suların biri inerken biri yükselecektir. Final sahnesinde bir pet şişesinin kıyıya vurduğunu görürüz. Bir mülteciyi pet şişeden daha iyi ne anlatabilir ki...Ve sonra…

Sonrasını söylemeyeyim. Küçük, gemiye çıktı mı? İspanya’ya ulaştı mı, yoksa azgın suların arasında mı kaldı, kıyıya mı vurdu? Klibin sonunda.. Şarkının nakaratı ile birlikte sizlere bırakıyorum:

Hey ain’t nobody wanna go

Ain’t nobody wanna move

Ain’t nobody wanna try

Ain’t nobody stays alive

Walou from walou

It’s me and u or walou

Hasılı; grup bir röportajında “Müzik bazen politikacılardan daha güçlü olabilir, çünkü sıradan insanın dilini konuşur” diyordu. Yukarıda zırhı delinemeyen kalplerden bahsetmiştik. Ama bazen bu kalbi sözler değil bir melodi, bir görsel performans yani sanat çoğu kez de dua delebilir. Merhametli kalplerin artması duamızı baki tutarak kelimelerin yetmediği yerde insanı anlamakta yardımcı olabilecek bir sanatı kalbinize emanet etmek istedim. Ve yüreğime ağır gelen şu soruyu “Büyük kapımızı açtığımızda, kendi küçük kapımızı kapatıp kendimizi kurtardığımızda sorumluluğumuz biter mi? “Yaşama hakkını, insanca yaşama hakkını” bize bahşeden kimdir ki?

Vesselam..

*Hiç kimse gitmek istemez

[email protected]