Milli Şef döneminde hava durumu manşeti bile yasaktı
ABONE OL

Türkiye’nin yakın tarihindeki demokrasi ve hürriyet kavramlarının serüvenini anlamanın en kestirme yollarından birisi de basın organlarına yönelik sansür mekanizmasının işletilmesinin izlerini sürmektir. Bu alandaki tarihsel serüveni yorumlayabilmek ve yakın tarih hakkında fikir yürütebilmek adına elimizdeki en önemli örnek de tek parti döneminde basın üzerindeki tahakkümdür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması ile beraber basın, ahlak ve etik ilkelerinin somut yaşanmışlıklarını gözler önüne sermeden yakın tarih adına şüphede kaldığımız gerçeklikleri berraklaştırmak mümkün değildir. Türk basınının “Milli Şef Dönemi”nin karşı karşıya kaldığı zorluklarla cesaretle bakabilmek ve basın üzerinde kurulan tahakkümün üzerine eğilmekle, duracağı yer konusu çok tartışılan gazetecilik mesleğinin de tarihsel konumu hakkında bir cevaba ulaşmak mümkün olacaktır.

Tek Parti devrinde basın

Günümüzde bağlamından koparılmış bir şekilde çokça duyulan bir slogan da : “Basın özgürlüğü elden gidiyor!” iddiasıdır.

Bu iddianın gerçekliğini sınamanın en sağlam yolu ise söylemin kilometre taşı olarak hangi tarihi ele alacağımızı tespit etmekten geçmektedir. Özellikle Cumhuriyetin kurulmasından sonra milli egemenlik, demokrasi ve hürriyet söylemleri üzerine kurulan yeni dönem, kısa bir süre sonra tek partili iktidar dönemine evrilince, bunun en net yansıması da elbette basında görülmüştür. Bu dönemde basında denetim ve özdenetim ilişkisi mütemadiyen CHP iktidarının sağlamlaştırılması ve rejimin tahkim edilmesinin sağlanması yönünde olmuştur.

Kuşkusuz genel adaba aykırı yazılar, başkalarının şöhret hakları, milli güvenlik, kamu güvenliği, toprak bütünlüğünün korunması ve devlet sırlarının açıklanmaması, gazeteciliğin doğal sınırları ve oto kontrol gerektiren alanlardır. Bunun dışında manşetlerde yer alan eleştirilerin tamamını kişi haklarına saldırı saymak, basının tarihsel işlevini yok saymakla eşit bir durumdur. Zira haber iletme mekanizmasını baskı altına almak, özünde kişilik haklarının korunmasına zıt düşen bir durumdur.

Türkiye’de tek parti dönemin yıllarında, dünya politikasına baktığımızda politik ikliminin sembolik isimlerinden Duce (Mussolini), Führer (Hitler)’in durumunun ülkemize de bir hayli yansıdığı çok rahat gözlemlenebilir. Zira Türkiye’de “Millî Şef” sembolü tanımlanan siyasî liderliğin adeta insanüstü bir boyuta ulaştığı söylenebilir. Uluslararası konjonktürdeki bu durumun oluşturduğu etki, Türk basınını da kuşatmıştır. Örneğin editör, yazar ve yayıncı olabilmenin önkoşulu meclise dahil olmaktan geçmektedir. Bunun yanında yönetimin menfaatine göre şekil alabilen manşetler ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilirken, toplumun sesini yansıtmaktan uzaklaşan söylemler gazete sütunlarında rahatlıkla yer alabilmektedir.

Mutlu azınlık arasında yerini alan gazeteci ve yazarları bir yana ayırırsak, insan temel haklarından birisi olan haber alma özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü adeta bir ütopya haline gelmiştir. Gazetelerin içeriklerinden uzak bir şekilde yalnızca partinin propaganda aracı olarak kullanılması, medyanın manipülatif çaresizliği sürecinde meslek çalışanlarını itibarsızlaştırmıştır. Bu sürecin oluşumuysa gerek hafif ve gerekse de sert usuller olmak üzere her yol kullanılarak inşa edilmiştir.

Karabekir’den bahsedilmeyecek

İkinci Dünya Savaşı yıllarında ortak kanı, Türkiye’nin Batı ile bütünleşme yolunun çok partili hayata geçmek ve çok sesli basının varlığını sağlamaktan geçtiğiydi. Fakat tek parti devrinde değil bunun sağlanması, CHP yönetiminin direktifleri dışında haber yapmak bile mümkün değildi. İktidara aykırı gelen fikirlerin susturulmasının en açık örneğini Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Kazım Karabekir’in hükümeti eleştirdiği için yasaklı listesine alınmasıydı. 19 Eylül 1939’da Anadolu Ajansı aracılığı ile “Kazım Karabekir’in beyanları dikkate alınmayacak ve ondan asla bahsedilmeyecektir” emri yayımlanmıştı. Öte yandan Ulus Gazetesi’nde Milli Şef İsmet İnönü de rahatça yazılar kaleme alabilmekteydi.

Gazetenin İnönü iktidarına olan yakınlığını, sayfalarında yer verdiği açıklamalardan çok net okunabilmekteydi. Bu açıklamaların birinde net olarak şöyle deniliyordu: “Partimizin yüksek direktiflerini geniş halk yığınları arasında yapmaya hizmet eden ‘Ulus’, Milli Şefimiz İsmet İnönü’nün ve onun etrafında toplanan milli birliğin emrinde, vazifesini bundan sonra da daima başarmak azmiyle bu yolda yürüyecektir”. 27 yıl boyunca CHP’nin tek parti idaresi altında hak ve özgürlük mücadelesi veren muhalif kanat ve basın mensupları zor şartlar altında hak ve özgürlük mücadelesi vermekteydiler. Şartlar zordu zira CHP parti programında değişmez genel başkan ilan edilmişti. Böylece İsmet İnönü’nün devrinde yürüttüğü tüm politikalar da bir çırpıda yanılmazlık zırhına büründürülmüştü ve artık eleştirilmesi olanaksızdı.

Cumhuriyet kapatıyor

Bu dönemde Türk basınının nelerden bahsetmeyeceği kadar nelerden bahsetmesi gerektiği de belirlenmiştir. Örneğin İnönü zaferlerine gazetelerde büyük manşetler ayrılırdı. Aksi durumda bir gazetenin varlığı dahi söz konusu olamazdı. Bir başka örnek olarak; Muğla Milletvekili ve Cumhuriyet Gazetesinin sahibi Yunus Nadi’nin Milli Şef iktidarına yönelik yaptığı bir haber doğrultusunda gazete Bakanlar Kurulunun kararı ile kapatılmıştı.

Gazetenin yayınlarından hoşnut olmayan İsmet İnönü, Yunus Nadi’nin uzattığı eli sıkmamış ve “Ne oluyor Nadi Bey? Nedir bu yazılar?” diye kendisine bağırmıştı.

Basın özgürlüğüne darbe

CHP iktidarı tarafından her türlü yayın içeriği yakından takip edilmiş, belirlenen kuralların dışına çıkılmaması sağlanmıştı. Kendi ideolojilerinin menfaatlerine hizmet edecek biçimde kanunlarda gerekli düzenlemeler de yapılmıştı.

25 Temmuz 1931 yılında “Basın Yasası” olarak bilinen yasa kabul edilerek, Cumhuriyet döneminin ilk matbuat kanunu yürürlüğe girdi. Böylece 1924 Anayasasının 77. Maddesi ile belirli düzeyde tanınan basına özgürlük hakkı ortadan kaldırılmış oldu.

Bu yasa, hükümete kolayca gazete ve dergileri kapatma yetkisi vermekteydi. Başka bir isim altında gazete ve dergilerin yayınına devam edenler hakkındaysa 18. Madde hükümleri uygulanırdı. Böylece kapatılan gazetenin sorumlularının, farklı bir gazete çıkarmaları da engellenmiş oldu. Yasa, 28 Haziran 1938’de önemli ölçüde değiştirildi. Yapılan değişiklik sonrası yayın yapmak isteyenlerin, bulundukları yerin en büyük mülki idare amirinden ruhsatname ile izin almaları şartları getirilmişti. Hür basının oluşumuna önemli ölçüde engel taşıyan Matbuat Kanunu, basın mensupları tarafından hoşnutsuzluk olarak karşılanmıştı. Matbuat Kanunun 50’nci maddesinde yer alan ifadeler ise adeta “Orkestra şefinin istemediği bir ses korodan çıktı mı, bu değnek, akortsuz sesin sahibinin kafasına iniyordu” olarak yorumlanmaktaydı. Durum o düzeye ulaşmıştı ki, Milli Şef’in verdiği talimatlar sonucu sadece “Kapatın bu gazeteyi!” emriyle gazeteler sorgulanmadan bir telefon emri ile kapatılabiliyordu. Savaş yıllarında ise gazeteler, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün verdiği emirlerin insafına bırakılmıştı. Emin Karakuş’un yorumuna göre: “Savaş yıllarının atmosferi içerisinde sabun fiyatlarının yükseldiğinden bahsetmek, gazetecinin Matbuat Umum Müdürü tarafından aranılıp -Kanatlarını kopartırım- ikazına uğramasına sebep olabiliyordu.” Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ise beğenmediği yayınların gazetecilerini kendi makamına çağırarak ikaz ediyor ve çekmecesindeki tabancasını göstererek tehdit edilebiliyordu.

Dini ima etmek de yasak

Bu dönemde eleştirel siyasi yazılar gibi dini yayınlarda baskı altındaydı. 1942 yılında Matbuat Umum Müdürü bir genelge yayınlayarak: “Memlekette dini atmosfer yaratacak yayınlara müsaade edilmeyeceği”ni basın organlarına resmen bildirmişti. Daha sonraki süreçte ise İstanbul gazetelerine bir yazı gönderilmiş, ima yolu ile dinden bahseden yazıların yasak olduğunu dile getirmişti. Basına sansürün en ilginç örneklerinden birisi ise hava durumu haberlerinin yasak kapsamına girmesiydi. Cumhuriyet Gazetesi’nin hava durumu ile ilgili atmış olduğu: “Yarın hava iyi olacak” haberi üzerine Sıkıyönetim Komutanı, Doğan Nadi’yi makamına çağırmış ve uyarmıştı. Somut veriler olmadan gazete kapatma yetkisini bulunduran rejim, devrin önemli gazetelerinden birisi olan Tasvir-i Efkar’ı 6 ay boyunca kapatılmıştı. Basın için hassas noktalardan bir diğeri de İsmet İnönü’nün kişisel yaşamı ve ailesi ilgili havadislerin gazetelerde yeteri kadar yer almamasıydı. Fakat buna karşın harp yıllarında Millî Şef’in bir konserde yahut bir at yarışındaki resimlerini büyük görsellerle ve manşetlere taşınarak haber yapılması adeta resmî bir zorunluluk haline gelmişti. Millî Şef’in gazetelere verdiği demeçlerin yeri bile belliydi. Bu demeçler gazetenin şeref köşesine konulurdu. Yetkililer gazetecileri bu demeçlerin gazetenin sayfanın arkasında değil en üst köşesinde yer alması ve herhangi bir yazım hatasının olmaması gerektiği gibi konularda sık sık sert üslupla uyarmış ve yönlendirmişlerdi.

Kısacası yakın tarihimizde Millî Şef dönemi olarak bilinen ve 1938-1945 yıllarını kapsayan zaman diliminde Türk basını hiç olmayacağı kadar soluksuz bırakılmış, özerkliği elinden alınmış ve gazeteciler adeta birer otomata dönüştürülmüştü. Bu hal, belirli bir süreden sonra halk kitleleri tarafından mevcut CHP iktidarına karşı bir antipatiye yol açmıştı. Biriken bu öfke 14 Mayıs 1950’deki Demokrat Parti zaferinin zeminini kurdu fakat yakın tarihin bu sıkıntılı döneminin en büyük tanıklarından biri Türk basını oldu.

[email protected]