Modern insan en büyük iddiasıyla imtihanda
ABONE OL

Tıp dilindeki adıyla COVID19 ya da halk arasında söylenen şekliyle korona virüs salgını, sosyolojik anlamda şimdiye kadar tarihi değiştiren olayların en dikkat çekici olanlarından birisi olacak gibi görünmektedir. Modern tarihin işaret ettiği toplumsal değişim süreçlerinin ta-mamı şimdiye kadar hep dünyevileşmeyi yani sekülerleşmeyi doğuran birer dönüşüme neden oldular. Sanayi devrimi, astronomi dev-rimi, tıp devrimi, tarım devrimi, din devrimi vs. gibi tüm değişimler sonuçta insanın bu dünyayı her şeyiyle ve her yönüyle bilebilmesine giden yolların açılması anlamına geldi. Modern bilimin kurucu babalarından Isaac Newton’un yerçekimi yasasını keşfetmesiyle birlikte insanoğlunun, doğanın tüm yasalarını artık bilebildiği iddiasına ve hatta kendisini bu yasaların sahibi olarak da görmeye başladığına tanıklık ettik.

‘Newton bilsin!’

Bugünkü bilimin diğer öncüllerinin de en büyük çabası, ortaçağlar boyunca insanlığın içine düşmüş olduğunu iddia ettikleri kör ku-yudan kurtarmaktı. Avrupa’ya egemen olan skolastik anlayışa karşı çıkarak, insanlığın içine düştüğü sıkışmadan kurtulmalarına öncülük etmeye uğraşan aydınlanmacılar, insanları bu yaşanması mümkün olmayan karanlık dünyadan aydınlık bir dünyaya çıkarmaya çalıştılar ve bu arayışta Newton ilk mumu yakan kişidir dense yeridir. Nitekim ölümünden sonra Alexander Pope onun mezar taşına şu mısrayı nakşeder:

Doğa ve Doğanın yasaları karanlıkta saklandı;
Tanrı dedi: Newton bilsin! Ve hepsi aydınlandı.

İşte Newton’la başlayan bu aydınlık dünyayı anlama ve algılamaya ilişkin çaba, birçok düşünürün evrene ve hayata bakışını değişti-rir ve eski anlayışlar kıyasıya eleştirilir. Vahiyle akıl çatışmasından sonra merkeze başka bir aktör olan “doğa” yerleştirilir. Bu anlayış esasında doğanın, kavranabilir bir tanrı olarak da tahayyül edilmesini doğurmuştur.

Doğaya karşı takınılan tavırların kutsanması aynı zamanda yeni bir doğa-ontoloji ve yeni bir bilgi anlayışının da doğmasına neden olmuştur. Tanrının veya değerlerin belirlediği sınırların değil, insanın bilgisinin koyduğu sınırlar egemen olmaya başladı.

Bilim ve özgüven

Açıkçası bu durum en çok dini inancı ve bilgi kuramını etkiledi. Hatta denilebilir ki bu yeni iklim, dinleri tamamen işlevsiz hale getir-di. Ritüelleri, mesajları ve inananları olmasına rağmen dinlerin işlevleri kalmadı. Her ne kadar bu sürece giden yolun en önemli aktörü astronomi bilimi olsa da işin küresel bir paradigmaya dönüşmesini sağlayan ise tıp bilimidir. Şöyle ki; malum, evrenin mitolojik ve dini bir gizem sahibi olmadığı, her şeyin hesaplanabilir ve hatta bilinebilir olduğu inancını doğuran gök cisimleri ile ilgili yürütülen bilimsel çalışmalar ve buluşlar oldu.

Tanrının Parmağı” olarak tanımlanan “yıldırım”ın artık bulutlar ile yeryüzü arasındaki elektrik boşalması olduğu, düşerken nasıl bir yol takip ettiği ve hangi hava koşullarında düştüğü “kesin” olarak bilinmektedir. Bunu kontrol etmek insana büyük bir özgüven sağladı. Ama bütün bu imkanlara rağmen bana göre insanoğlunu esas şımartan “tıp” alanındaki başarısıdır. Elbette burada tebabete dair olumsuz bir imada dahi bulunmadığımı vurgu-lamak isterim. Ancak işaret etmek istediğim konu, modern zamanlardaki insanın bedenin anatomisine ilişkin elde ettiği bilgiler ve bu bedenin tabi olduğu yasalara olan vukufiyet işin sağlıkla ilgili olan boyutunu gölgede bıraktı. Bir başka ifade ile modern tıp, insana sağlık sunmayı aşan çok daha büyük bir imkana dönüştü. İnsanı tanrılaştırdı. Ve modern insan şu an sahip olduğu en büyük iddiası ile imtihan edilmektedir.

Lineer mi helezonik mi?

Peki bunun sonucunda nasıl bir değişim gerçekleşecektir? Sosyologlar toplumsal değişmenin tarihi seyrini genelde iki ana başlıkta ele alırlar. Bun-lardan birisi insanlık tarihinin hep doğrusal, ilerlemeci-lineer bir çizgide evrilip dönüştüğünü diğeri ise aksine, tarihin helezonik-döngüsel bir çerçevede seyrettiğini iddia ederler.

Bugün dünyaya egemen olan kabul ilkidir. İnsanlığın hep ileriye doğru gittiğini, yarının daha güzel ve aydınlık olacağını varsayar. Bu durum doğal olarak geriye doğru hep karanlık bir alanın oluşması anlamına gelir ve ortaçağlara karanlık çağ denilmesinin de asıl nedeni budur.

Diğeri ise hem İbn-i Haldun hem de Sorokin’in çerçevesini belirlediği toplumsal tarih anlayışıdır. Buna göre ise insanlar evreni hep mitoloji ile açıklayan bir dönemde yaşarken bu durum onlar için bir cehenneme döner. Hurafeler ve mitolojiler insan hayatını yaşanmaz kılacak boyutlarda bunaltırlar ve toplumların bundan kurtulmak isterken ilk başvurdukları akıldır, rasyonalitedir. Artık hayatın merkezine rasyonaliteyi yerleştirirler ve her şeyi olgusal bir düzleme oturturlar. Bu çaba zamanla hayatı yine içinden çıkılmaz bir hale sürükler. Evren ve insanın kendisi tamamen mekanikleşip tadı kaçar. İnsanlar hayata tat katmak için gizemlere ve mitolojiye tekrar başvururlar ve giderek bu kez evren tamamen metafiziğe boğulur. Tekrar bundan kurtarmak için yine rasyonalite devreye girer ve bu döngü hep böyle devam eder ancak her bir dönemin estetik mirasını da içinde barındırarak helezonik olarak değişir.

Eğer bugün dünyada cari olan paradigmanın yerine bu ikincisini yerleştirirsek dünyayı kasıp kavuran bu salgının nasıl bir sonuç doğuracağını da kestirebiliriz.

Bilgi insana büyük bir güç verdi kuşkusuz ama onun elinden çok değerli bir hazineyi de aldı, hikmeti yok etti. İnsan tabiatı gereği olayların arka-sındaki nedenleri hep merak eder ve bunu bilmek için de çok büyük bir çaba gösterir. Bildiği gerçeğin nihai bir hakikat olduğunu kendi kendisine telkin ettiği andan itibaren işler karıştı. Tıp bilimi sağlık sunan bir sanat olmaktan çıkıp insanı kontrol eden bir yetkinliğe dönüştü. Maddi verimlilikler sağlayan bir uğraş olmaktan dolayı da çok rağbet gördü.

Tababet aynı zamanda bir el işidir. Hatta denilebilir ki tababetin bilgi olan yönü en zayıf olan halkasıdır. Ama bugün en güçlü olan tarafı bu-dur. Bugün karşı karşıya kaldığımız salgın, tıp biliminde yeni bir paradigmayı doğuracaktır ve bu da bana göre nasıl ki daha önce astronomi alanın-daki çalışmalar tarihi değiştirdiyse bu da yeniden tarihi değiştirecektir. Mitoloji, değerler, inançlar ve dahi metafizik-kozmik sarsıntılar tekrar hayatımı-za dahil olacaklar çünkü biz, her gün bizimle birlikte olan ölümü hayatımızın dışına itmiştik. Hayatın merkezine ölüm gelip oturacak. İstesek de istemesek de. Fani olduğumuzu unutmak istediğimiz çok açık ve bu konudaki çabalarımız aslında sanal olarak sonuç da vermeye başlamıştı.

‘15 yıldır ölü görmedim’

Bundan birkaç yıl önce Esenler Belediyesi Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu olarak dünyadaki yeni “şehirleşme” çalışmaları kapsamında bir inceleme gezisi için ekip olarak Dubai’ye gitmiştik. Orada bizi gezdiren rehbere gayri ihtiyari olarak şehirde hiçbir mezarlık göremediğimi söylemiştim. Son derece dikkat çekici bir durumdu benim için. Zira bizim coğrafyada şehirlerin sınırlarını ve sırlarını belirleyen mezarlıklardır, şehirlerde metfun olan ululardır. Burada ziyaretgâh olacak ulu bir şahsiyetin makamı ve onun etrafını saran kabirler yok mu dedim?

Rehber bana çok ilginç bir cevap vermişti, “Hayır, burada sadece bazı devlet erkanlarının içinde naaşları bile olmayan sembolik anıtları vardır ve en önemlisi de mezarlıklar şehirlerden çok uzaklarda kuruludurlar. Mezarlıklar şehirlerden ve yerleşim birimlerinden en az yüz, yüzelli kilometre uzaklıkta etrafı iki metreyi geçen ihata duvarları ile kapatılmış, örülmüştür. Hiç kabristan göremezsiniz. İnsanlar ölümü unutmak istiyorlar, onbeş yıldır buradayım şahsen ben hiç ölü görmedim” demişti.

Oysa insanoğlu tarihin hiçbir döneminde ölümü bu kadar kendisinden uzaklaştırmamıştı ve bugün tüm dünyayı kuşatan bu salgın, sanıyorum insanların hayatına ölümü ve ölüm korkusunu bir kez daha getirip yerleştirdi. Ölüm korkusunun olduğu bir dünyaya yeniden merhaba diyebilmek fena bir durum değil sanırım. Bir musibet yüzbinlerce yıldır devam eden ilahi buyruklardan ve nasihatlerden daha etkili olacak gibi görünüyor.

İnsanlığın tek sığınağı

İnsanoğlu kendi eliyle içine düşmüş olduğu bu “kör kuyudan” artık aydınlanma felsefesinin iddia ettiği gibi sadece aklını kullanarak kurtulama-yacaktı zaten. Bu kez hem vicdana hem de imana ihtiyaç olduğu çok aşikar. Belki fazla iddialı bir tez olarak görülebilir ama şu an karşılaştığımız durum, Batı bilgisinin ve felsefesinin insanlığa ortak bir gelecek ve vizyon sunma kapasitesinden artık tamamen uzaklaşmış olduğudur. Sağlık imkânları konusundaki bencillikler, ekonomik değerlerin insan yaşamının üstünde görülmesi ve uluslararası dayanışmaların sadece birer maske oldu-ğunun görülmesi bu tezi ne yazık ki doğrulamaktadır. Dünyaya nizam veren ülkenin başkanı neredeyse sadece kendi vatandaşlarını iyileştiren bir ilaç bulmak için çırpınıyor.

Eğer insanlık ve dünyamız için yeni bir gelecek kurma çabamız olacaksa ki bu muhakkak olmalıdır, bu konuda en evrensel değerler içeren çağrı İslam’dır, vahiydir. Vicdan ve imanı sosyolojiye aktaran bu ilahi mesaj, insanlığın tek sığınağıdır. Biliyorum İslam coğrafyasının bugün içinde bulun-duğu durum bu tezi doğrulamaktan bir hayli uzaktır ama bizim aradığımız tarihi bir referans değil, evrensel değerler manzumesidir. Kısaca, mitolojiye, doğmalara ve metafizikî öğretilerin anlama tarzına nesnel akılla karşı koyan günümüzün aydınlanmacı zihniyeti, her şeyi kapsayan bir bilgi sahibi olduğunu varsayarak dünyayı dizayn etti. Korona Virüs’ün tesiri ile oluşan toplumsal psikoloji, bu kusursuz olma iddiasında olan paradigmanın eksik kalan tarafını zorunlu olarak gün yüzüne çıkardı.

[email protected]