Moskova ile makas açılıyor
ABONE OL

Mart 2011’de patlak veren Suriye iç savaşı dokuzuncu yılını doldurmak üzere ve kalıcı çözüm hala uzak bir olasılık. Krizin erken safhalarından itibaren pozisyonunu sürekli olarak en kötü olasılığa göre alan Türkiye, geride kalan dokuz yılda neredeyse istisnasız olarak her aşamada kötünün kötüsüyle karşı karşıya kaldı. Artan gerilimin Türkiye’nin milli güvenliği, Suriye’deki siviller, bölge istikrarı ve küresel barış için arz ettiği riskleri tartan Ankara, gerektiği noktalarda Suriye politikasında önemli revizyonlara gitse de Doğu ve Batı’daki muhataplarının statükoyu koruma ya da “bekle-gör” yaklaşımlarını değiştiremedi. Gelinen noktada, yıllardır ülkeye akın eden milyonlarca sığınmacı başta gelmek üzere krizin çeşitli olumsuz sonuçlarına maruz kalan Türkiye açısından, son haftalarda İdlib’te yaşananlar nedeniyle krizin kelimenin tam anlamıyla kapıya dayanması olayın boyutunu değiştirdi. Bu yeni durumla baş etmek ise hayli zor olacak.

Bu noktaya nasıl gelindi?

2011 yılından önce Suriye’yi bilenler için ülkedeki politik baskı ve buna bağlı olarak biriken gerilimin bir patlamaya neden olma potansiyeli taşıdığı aşikardı. Bu patlamanın meydana geliş şekli ve Suriye sahasındaki etkileri ise korkulanın çok ötesinden oldu. Kriz kısa sürede büyük bir kırılmayı beraberinde getirdi ve Beşşar Esed’in, Baas rejiminin doğasına uygun olarak, sert tedbirlerle olayları bastırabileceğini vehmetmesi ülkeyi bir şiddet sarmalına itti. Bir yandan rejimin bu yaklaşımı diğer yandan ise bölgeyi kana bulamak için fırsat kollayan terör örgütlerinin tedhiş hareketleri arasında kalan sivil halk ve muhalifler büyük bir yıkıma uğradı. 

Bu sırada uluslararası toplum krizin “olgunlaşmasını” bekliyordu ve Türkiye’nin erken evrelerden itibaren gerilimi sonlandırmak için etkin adımlar atılması yönündeki çağrıları yanıtsız kaldı. DEAŞ terörünün 2013’ten itibaren Suriye’yi etkisi altına almaya başlaması dikkatleri bu yöne çevirdi ve bu terör örgütüne karşı Eylül 2014’te bir uluslararası koalisyon oluşturuldu. Buna rağmen, daha önce 2013’te Reyhanlı ve 2014’te Musul Başkonsolosluğunda bu terör örgütünün hedefi olan Türkiye, 2015’te Suruç ve Ankara Garında, 2016’da Sultanahmet ve Atatürk Havalimanında ve 2017’de Reina’da defalarca DEAŞ terörüne maruz kaldı. Türkiye’nin geleneksel müttefikleri ise bu saldırılar karşısında sessiz kalmayı tercih etti. Astana Süreci tam da bu koşullarda devreye girdi.

Beklentilerin gerisinde

Suriye krizinin başlangıcından itibaren doğrudan ya da örtük şekilde birçok devlet sürece dahil oldu. Bölge ülkeleri içinde ise İran ile Türkiye’nin konumları taban tabana zıttı. Dengeyi değiştiren ise Rusya’nın gelişi oldu. Mart 2014’te Kırım’ı illegal şekilde ihlal eden Rusya’nın Eylül 2015’te Suriye krizine müdahil olmasının Türkiye açısından yakın ve uzak vadeli sonuçları oldu. Bu müdahaleden kısa süre sonra Kasım 2015’te bir Rus jetinin Türkiye tarafından düşürülmesi ipleri kopma noktasına getirse de bir süre sonra ilişkilerin düzelmesi beklenmedik bir işbirliğinin de önünü açtı. Türkiye, Rusya ve İran’ın inisiyatifiyle Ocak 2017’de muhaliflerle Esed rejimi temsilcileri arasında Astana’da yapılan görüşme bu işbirliğinin meyvesiydi. Daha önce 2011-12 yıllarında Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konan girişimlerin ve 1. 2. ve 3. Cenevre görüşmelerinin sonuç vermemesi üzerine daha kararlı bir adım olarak başlatılan süreç, bir süre sonra üç ülke liderinin doğrudan görüştüğü ve adını Kasım 2017’de ilk toplantının yapıldığı Rus kentinden alan Soçi Süreci’ne dönüştü. Süreç daha sonra Nisan 2018’de Ankara, Eylül 2018’de Tahran, Şubat 2019’da tekrar Soçi ve Eylül 2019’da Ankara’da tertip edilen zirvelerle sürdü. Sürecin iki aşaması ise özellikle kritikti.

Bunlardan ilki Mayıs 2017’de üç ülke garantörlüğünde imzalanan “Suriye’de Çatışmasızlık Bölgelerinin Oluşturulmasına Dair Muhtıra” idi. Buna göre; İdlib eyaletinin tamamı, Lazkiye eyaletinin kuzeydoğusu, Halep eyaletinin batısı ve Hama eyaletinin kuzeyi; Humus eyaletinin kuzeyindeki Rastan ve Talbise bölgeleri; Şam’ın kuzeyinde bulunan Doğu Guta; ve Güneyde Ürdün sınırında bulunan Deraa ve Kuneytra eyaletlerinin belli bölgelerinden oluşan dört alan bu kapsama alındı. Muhtıraya ilişkin Türk Dışişlerinden yapılan açıklama anlamlıydı: “Türkiye, sağlanan bu mutabakatın etkili bir şekilde uygulanarak mevcut ateşkes rejimini tahkim etmesi, böylelikle sahadaki koşulların iyileştirilerek bir yandan siyasi çözüm sürecinde anlamlı adımların atılmasını kolaylaştırması, diğer yandan Suriyeli sivillerin bulundukları yerlerde güvenlik ve insani ihtiyaçlarının karşılanması yönündeki gayretlerini etkin biçimde sürdürecektir.” Açıklamada vurgu net şekilde “aceleci” hamlelerden sakınmak gerektiğineydi. Türkiye anlaşma uyarınca İdlib’te 12 gözlem noktası kuracaktı ve süreç neredeyse İdlib’i çepeçevre saracak noktaların yedi ayda tamamlanmasıyla sonlandı. Ancak Şam rejiminin özellikle başkente yakın bölgelerde çözümü sürece yayma niyeti olmadığı gibi sürekli olarak birleşip ayrışan terör örgütleri de tedhiş hareketlerine devam etti. Diğer bölgelerden kaçan Suriyelilerin akın ettiği İdlib eyaleti gitgide daha kalabalık (ki olağan koşullarda nüfusu 1.5 milyon olan eyaletteki insan sayısı 3 milyonu aşmış bulunuyor) ve kritik bir hal alıyordu. Türkiye açısından süreci taşımak zorlaşmıştı. Sürecin ortakları arasında İdlib konusunun ne denli bir ihtilaf mevzu olduğu Eylül 2018’de Tahran’da düzenlenen zirvede tüm dünyaya malum oldu. Son bölümü bir şekilde basına açılan zirvenin sonunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan İdlib’e dönük bir ateşkes kararı alınması için ısrar ederken diğer iki muhatabın buna yanaşmadığı görüldü. Soruna “geçici” bir çözüm çok geçmeden on gün sonra 17 Eylül 2018’de Soçi’de yapılan Erdoğan-Putin zirvesinde geldi. Bu da süreçteki iki kritik aşamanın ikincisiydi ve yine merkezinde İdlib vardı.

Astana Süreci şimdi başlıyor

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile Rus mevkidaşı arasında imzalanan “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin Muhtıra” ile birkaç husus teyit edilmişti. Muhtıra uyarınca, İdlib gerginliği azaltma bölgesinin statüsü muhafaza edilecek; Rusya, İdlib’e yönelik saldırıların önlenmesi gerekli tüm tedbirleri alacak; gerginliği azaltma bölgesi sınırları boyunca muhaliflerle rejim arasında 15-20 km genişliğinde silahtan arındırılmış bir bölge oluşturulacak; ve ağır silahlar ve radikal gruplar bu bölgeden çıkarılacaktı. Bu muhtıra da bekleneni vermedi. İdlib’te bütün bunlar yaşanırken, güney sınırlarında PYD-YPG terörüyle karşı karşıya olan Türkiye, Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı, Ocak 2018’de Zeytin Dalı ve Ekim 2019’da Barış Pınarı harekatlarını düzenleyerek sınırını terörden arındırmaya çalıştı. Ancak hem gözlem noktalarındaki askerlerini korumak hem de yeni bölgedeki krizin tırmanmasını önlemek isteyen Türkiye’nin bir gözü hep İdlib’teydi. Türkiye’nin gözlem noktalarına yapılan saldırılar ve Aralık 2019’dan itibaren Esed rejiminin İdlib’e yönelik hamlelerini artırması sinirleri gerdi. Kısa sürede yüzlerce insanın hayatını kaybettiği bölgede yüz binlerce sivilin ise çaresizce yollara düşme riski somut bir hal aldı. 3 ve 10 Şubat tarihlerinde doğrudan Türk askerlerini hedef alan ve toplam 13 şehit verdiğimiz saldırılar ise bardağı taşıran son damla oldu. Saldırılara misliyle mukabelede bulunan Türkiye’nin stratejisinde bir kırılma da yaşandı ve yapılan tahkimat ve sevkiyatla bölgedeki asker sayısı ve askeri kapasiteye büyük takviye yapıldı. Kaldı ki zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan, Esed rejiminin İdlib’in en stratejik kentlerinden Maaratü’n-Numan’ı ele geçirmesi üzerine Afrika seyahati dönüşünde 30 Ocak’ta yaptığı şu açıklamayla Türkiye açısından bıçağın kemiğe dayandığına işaret etmişti: “Şu anda Astana Süreci diye bir şey de kalmadı. Astana Süreci şu anda sessizlikte veya sessizliğe büründü. Astana’yı yeniden ayağa kaldırmak ve yeniden ayağa kalkışı ile birlikte Türkiye, Rusya, İran ne yapabilir, bakmak lazım.” Yani Astana Süreci belki krizi biraz zamana yayması dışında beklentilerin çok gerisinde kalmıştı. Bu açıklamadan sonra, Türk askerine karşı düzenlenen saldırılar dışında Esed rejimi özellikle Halep-Şam hattındaki M5 ve Lazkiye’ye giden M4 otoyollarının kesişme noktası olması itibariyle diğer kritik bir bölge olan Serakib’i ele geçirdi. Dahası, Türkiye’nin Murek’teki 9, Sırman’daki 8, Tel Tukan’daki 7 ve El-Ays’taki 6 numaralı gözlem noktaları Esed rejiminin kontrol ettiği bölgeler içinde kaldı. Çember İdlib’in kuzeyine ve batısına doğru daralmaya başladı. Tam da bu noktada Türkiye, bölgeye son günlerde muazzam bir askeri takviye yaptı. Bu nedenle 2017’de başlayan Astana Süreci esasen Türkiye açısından gerçek anlamda şimdi başlıyor denebilir.

Süreç nereye evirilir?

Türkiye’nin aldığı yeni askeri-stratejik pozisyonu ve ABD ile bir mutabakat zemini arandığını gören Rusya öfkesini gizleyemedi. Rus Dışişlerinden yapılan açıklamada şu not düşüldü: “Mevcut gerilimin nedeni olarak, Türkiye’nin 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı’ndaki yükümlülüklerini kronik olarak yerine getirmemesini […] görüyoruz.” Açıklamada Rusya ve dolayısıyla Esed rejiminin yükümlülüklerine ise yer verilmedi. 10 Şubat’taki saldırıdan bir gün sonra ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey Ankara’ya geldi ve ayağının tozuyla Türkçe olarak yaptığı açıklamada Türkiye’nin “şehitlerinden” bahsederek, ABD’nin Halk Bankası, Brunson davası, PYD-YPG ve S400 gibi konulardaki tavrı nedeniyle aleyhine dönen Türk kamuoyunu yeniden kazanmak istediğini gösterdi. Türkiye’nin de haklı olarak Rusya’ya alternatifsiz olmadığı mesajını vermek istediği görülüyor. Sürecin bir diğer parçası olan İran ise şu aşamada meseleye doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor.

Partisinin 12 Şubat’taki grup toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Askerlerimize yönelecek olası bir saldırıda Soçi mutabakatı sınırları dışında da rejimi her yerde vuracağız” yönündeki açıklamaları Türkiye açısından hassasiyetin derecesini ortaya koydu. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov da bir gün sonra Rus haber ajansı Sputnik’e yaptığı açıklamada, İdlib’de yaşananlara ilişkin “Suriye ordusu kendi topraklarının her bir karışını geri alma kararı verdi. Altını çizerek söylüyorum, kendi egemen topraklarını. Suriye ordusu kendi topraklarında, kendi halkı için savaşıyor” diyerek Ankara ile Moskova arasındaki makasın ne kadar açıldığını gözler önüne serdi. Bu noktadan sonra, Astana ortakları arasında yeniden güçlü bir ortak zemin inşa etme yahut gerilimi tekrar kayda değer bir süre için azaltmayı beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bütün gelişmeler Türkiye’nin tekrar kötünün kötüsüne hazırlıklı olması gerektiğine işaret ediyor.

Çözümün Cenevre ayağı

Aslında Türkiye başlangıçtan itibaren Astana Süreci’nin Suriye’deki bütün sorunlara çare olmayacağının farkındaydı. İleriki aşamalarda henüz sahnede görülmeyen devletler de etkin olmaya çalışacaktır. Bunun en önemli mecrası ise kuşkusuz çözümün Cenevre ayağı olacaktır. Nitekim Şubat 2018 zirvesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Astana Süreci’nin paydaşlarının bunu Cenevre’ye bir alternatif olarak görmediğini belirtmiş ve amacın “işlemeyen bir Cenevre sürecine karşı işleyen bir Astana sürecini ortaya koymak” olduğunu söylemişti. Bir umut Ekim 2019’da Birleşmiş Milletler çatısı altında Cenevre’de toplanan Anayasa Komitesi görüşmeleri ise akim kaldı. Astana ve Soçi süreçlerinde Türkiye için önemli olan nokta güney sınırlarında terörle mücadele ettiği bir dönemde özellikle İdlib’te bir oldubittiyle karşılaşmamaktı. Bunu dahi kısmen karşılayan söz konusu süreçlerin krizi yavaşlatma kapasitesi bile kalmamış görünüyor. Türkiye, elbette Rusya ile köprüleri atmayacaktır ancak ABD’nin ve Avrupa’nın önde gelen devletlerinin bu krizin yalnızca Türkiye’nin meselesi olmadığını idrak etme zamanı geçiyor. Her ne kadar Türk ordusunun İdlib’e daha önce Suriye’nin kuzey hattında yapılana benzer bir harekat düzenlemesi mümkün görünmese de mevcut varlığını güçlendirmesi önemli. 2015’ten itibaren sahadaki askeri varlığını sürekli artıran Rusya’nın, ve tabii İran’ın, bu yeni duruma vereceği tepki ise kritik olacak. Türkiye uzun süredir, özellikle DEAŞ terörü etkisini yitirdikten sonra, Suriye politikasını PYD-YPG terörü ve İdlib eksenine oturtmuş bulunuyor ve İdlib’te oldubitti ile sonlanacak bir sürecin ardından sıranın güney sınırlarına geleceğini biliyor. Esed rejimi ile PYD-YPG arasındaki yakınlaşma da elbette bir sır değil. Bu nedenle Türkiye, sağlıklı bir siyasal çözüm aşamasına gelinmeden İdlib’te geri adım atmayacaktır. Bu noktada artık dikkatler İdlib’te, patlak vermesi durumunda Türkiye’yi de doğrudan içine alacak bir çatışmayı engellemek olmalı. Bunun için ise yalnızca Rusya ile işbirliği yapmanın kifayet etmeyeceği görülüyor. Tutumun, Suriye krizinin yakın vadede sonlanmayacağı hesaba katılarak alınması gerektiği ise ayan beyan ortada.

@serafcan