Müzeler gezilmeli mi?
ABONE OL

Lisans dersi verdiğim üniversitedeki sınav günleri, daha da doğrusu benim sınav kağıtlarını okuyup da değerlendirdiğim hafta, Dünya Müzeler Haftası'nın başlangıcına denk geldi. Tesadüf olduğunu sanmıyorum, tesadüflere inanmadığımdan belki de. Öğrencilerime şu soruyu yöneltmiştim: "Kendinizi bir müze olarak tahayyül etseniz, nasıl bir müze olurdunuz ve nereye evrilirdiniz?" Gelen cevaplar farklıydı; kimileri deniz kabuğu, oyuncak, para, silah, kitap ya da fotoğraf müzesi olmayı hayal etmiş, kimileri de kendilerini ve onun da ötesinde anılarını müzeleştirerek başı belli ama ucu açık bir hikâyenin tek aktörü olmak istemişti. Yine de açıkça dillendirilsin ya da sadece ima edilsin, hepsinin bir ortak noktası vardı: anlaşılmanın, fark edilmenin ve görülmenin ötesinde işin ucunu ölümsüzlüğe vardırmak.

Sonuçta bir koleksiyonun ya da koleksiyonerin de amacı bu değil midir? Koleksiyonerlik, çok kişisel bir hikâye anlatmaktır aslında: Kişinin yaşam öyküsü, tutkuları, hayalleri ve nostaljisi hakkında bir hikâye. Bir anlamda, kişinin kendini "yeniden sunma, yeniden tanımlama" biçimidir (Bourdieu, Distinction, A Social Critique of the Judgement of Taste, s. 103). Ph. Blom To Have and to Hold: An Intimate History of Collecting adlı kitabında her koleksiyon, bir anılar tiyatrosu ve kişisel ve kolektif geçmişlerinin mizansenidir... hatırlanan bir çocukluğun ve ölümden sonra hatırlanmanın bir toplamıdır der. Bu bir tür transubstantiationdır; Hristiyan ilahiyatında Efkaristiya ayinindeki ekmek ve şarabın İsa'nın kanına ve bedenine dönüşmesi inancıdır. Bunu, başkalaşım ya da başka bir şeye dönüştürülme eylemi olarak da okuyabiliriz; kişinin kendini başka bir varlığa dönüştürmesi bir anlamda...

Yok olmaya siper

Alman filozof Herman Lübbe öne sürdüğü türden bir "müzeselleşme" kavramını değişen zamansal farkındalığın kalbine yerleştiriyor. Diğer bir deyişle, "müzeleştirme" artık geleneksel anlamda tasavvur edildiği gibi müze kurumlarıyla sınırlı kalmadığı için gündelik hayatın farklı yerlerine de nüfuz etmeyi başarıyor. Bu çok daha geniş müzeleştirme duygusu özellikle müze sahnesinde oynanırken, bellek kavramına yönelik giderek artan ilgi ve tartışmaları açıklamak için de kullanılabiliyor. Akademik anımsatıcı-tarihin bu öneminde de bellek ve müzeleştirme el ele vererek eskime ve yok olmaya karşı bir siper oluşturmaya, değişimin hızına ve zaman ile uzayın giderek küçülen ufuklarına dair beslediğimiz çok derin kaygılarımıza karşı koymaya çağırıyor bizi. Doğası gereği bellek uygulamaları üzerine inşa ediliş bir kurum olarak modern çağın müzesi uzunca bir süredir, bellek ve geçmişin bu kurumlarda nasıl temsil edildiği konusunda daha yoğun çalışmalar başlattı (Museums and Memory, ed. Susan A. Crane: 4). Günümüzde bellek artık bir yeniden sunum modu ve şimdiye aitlik olarak karşımıza çıkıyor. Huyssen'in de dediği gibi "Geçmişin anlatılarını yeniden yaratma, yeniden okuma, yeniden üretme arzusu kültürümüzün her düzeyinde sınırsız görünüyor." (Huyssen, Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory: 3-5).

Benliği üretmenin bir yolu

Eğer koleksiyon, hafıza pratiklerine dayalı kişisel ve kolektif geçmişlerin vücut bulmuş haliyse ve Hooper-Greenhill'in önerdiği gibi, koleksiyon benliği üretmenin bir yoluysa o zaman müze de kendini böylesi bir tutku için ideal bir mekân olarak sunar (Museums and the Interpretation of Visual Culture, s. 99). Huyssen'in önerdiği gibi geçmişin "şimdinin ve günümüzün söylemlerinin ışığında" çıkarların inşası (s. 15), kaçınılmaz olarak müze alanında çoklu anlatıların yaratılmasına yol açıyor—ki günümüzün çok kültürlü, post-modern ve büyük ölçüde özelleştirilmiş toplumlarında bunların hepsi devlete ait tekil bir söylem tarafından şekillendirilmemektedir. Evrensel insanlık müzesine kaydedilenler de dahil olmak üzere modernitenin üst anlatılarının artık insanların kendi hikayelerine maruz kalma ihtiyacını karşılayacak kadar ifade edilmediği bir dönemde söz konusu çoklu anlatılar özel bir önem kazanıyor. Bu bağlamda kimlikler sonsuz ve çok katmanlı "ben ve öteki arasındaki müzakereler" içinde inşa ediliyor (s. 34).

Müze çılgınlığı

Müze çalışmaları alanında çalışan bazı bilim insanları, kendi bağlamlarının dışında duran büyük, evrensel anlatıların inşasının modern döneme damgasını vurmasından dolayı bu anlatıların eklemlendiği yer olarak müzeyi, modern dönemin "simgesi" olarak kabul etmektedir. (Post-) modern dönemde müzelerin bu "simgesel" karakteri, Hooper-Greenhill'in "post-müze" olarak adlandırdığı müze çılgınlığını ve yeni bir müze biçiminin ortaya çıkışını da açıklıyor (Museums and the Interpretation of Visual Culture: x, 24).

Bu görüş doğrultusunda müzenin gelişiminin modern durumun ve modernleşme sürecinin bir parçası olarak görülmesi gerektiği de varsayılabilir. Örneğin K. Walsh modern müzenin ortaya çıkışının, modern ilerleme ve düzen fikirlerinin yanı sıra sanayileşme ve kentleşmeye dayanan zamansal ve uzamsal deneyimlerin doğuşuyla yakından bağlantılı olduğunu belirtiyor (The Representation of the Past: Museums and Heritage in the Post-Modern World: 30-31). Walsh'ın değerlendirmesinde post-modern durumun muhtemelen en önemli özelliği "zaman-mekân sıkışması" olarak tanımladığı olgudur. Bu bağlamda 1980'lerden itibaren yaşanan miras patlaması ve müze çılgınlığı yalnızca geçmişi ve dolayısıyla tarihin sona (çıkmaza) vardığı bir dönemde belleği yakalamaya yönelik bir tepki değil. Bu aynı zamanda turizm ve eğlence sektörlerinin büyümesi ve "hizmet sınıfı kültürünün" genişlemesi sonucunda ortaya çıkan geçmişle bir tür bağ kurma açlığının miras ve müzeleri hizmet odaklı ticari felsefe aracılığıyla denetleyenler tarafından kısmen tatmin edilmesinin bir sonucu (s. 116).

'Kim olmak?'

Geçmişteki kimliklerin yerini yeni kimliklerin aldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu açıdan müzeler, özellikle kültür ve tarih açısından bu yeni kimliklerin oluşturulması için ideal mekanlar gibi görünmekte. Bu eski kimliklerin çoğu kimliğin ifade edilmesindeki tarihi ve önemli rolleri nedeniyle kökten bir dönüşüm sürecindeyken modern çağın müzeleri bu değişiklikleri keşfetmek için ideal yerler (Sharon J. Macdonald, "Museums, national, postnational and transcultural identities": 1). Bu dönemde kimliğin dönüşümü büyük ölçüde küresel hareketlere ve haberleşmeye (telekomünikasyon) başka bir deyişle yukarıda bahsedildiği gibi modern dünyanın zaman-mekan sıkışmasına atfediliyor (s. 6). Örneğin A. Giddens kimliklerin yerellikten ve geleneksel çerçevelerinden sadece ulus ve kavmi (ethnic) köken özelinde değil aynı zamanda sınıf ve akrabalık bağları anlamında da 'ayrılmakta' olduğunu savunuyor. (...) 'Kim olmak?' geçmişte yaşayanlar için tahayyül bile edemeyecekleri şekilde bugünün insanına mantıklı gelen bir soru haline geliyor (Modernity and Self-identity: Self and Society in the Late Modern Age: 6).

Çoklu anlatılar

"Kendimi bir müze ve/ya koleksiyon olarak tahayyül etseydim, zaman kavramını ön plana çıkartan, zamanı ve zamanın kurgusal veya fiziksel tün dallarını anlamaya ve üzerinde çalışmaya çabalarken ortaya çıkacak tüm olayların ve sonuçlarının bir müzesi olmak isterdim..." diye yazmış öğrencilerimden bir tanesi. "Kendi benliğimden oluşan bir müzenin nasıl evirileceği konusuna gelirsek, insanın gelişimine paralel bir evrilme ve çağın koşullarıyla gereksinimleri doğrultusunda bir evrilme" diye devam etmiş bir diğeri. Müzelerin ve koleksiyonlarının çoklu anlatılara dönüştüğü bu dönemde, yeni neslin kendini müzeleştirme düşüncesinin de bu şekilde yol almasına çok da şaşırmamak gerekiyor. Kişinin kendisi ve diğerleri arasındaki müzakereler sürerken bir yandan da yeni kimlikler ve bu kimlikleri besleyen olguların sergilenmesi bir kez daha müze sahnesinde gerçekleşiyor.

Bu yüzden başlıktaki soruma cevap veriyorum: Evet, müzeler gezilmeli.

  • müze
  • müzeselleşme
  • melis şeyhun