N'apayım aile dizimim böyle!
ABONE OL

Dr. Hatice Çolak / Yazar

Şimdilerde epey moda olan, çocukluğumuzun torunlarımızın hayatlarına bile etkisini anlatan ilme aile dizimi diyorlar. Bert Hellinger’in ürettiği bir sistem olan aile dizimine göre nasıl soyaçekimle bize atalarımızdan saç rengi, göz rengi, çeşitli hastalıklar gibi genetik unsurlar kalıtımsal yolla geçiyorsa geçmişte soyumuzda vuku bulan göç, kayıp, aldatılma, dışlanma gibi travmalar da sonraki nesillere devroluyor.

Gezmeye olan tutkumun tam da aile dizimlik bir hikayesinin olduğunu düşünüyorum. Osmanlı’nın son döneminde anne tarafım Dağıstan’dan, baba tarafım Gürcistan’dan göç edip Anadolu topraklarında kendilerine yer yurt aramak ve bulmak zorunda kalmış. Belli ki göç olayı DNA’mda.

Ve dahası Bursa’dan Lefkoşa’ya, Viyana’dan Paris’e, İstanbul’dan Zanzibar’a göçlerimi, bunları seçerken de 100’e yakın ülke ve yüzlerce şehirde dolanıp durmalarımı, her sene leyleği havada görmemden daha mantıklı bir açıklaması olduğunu bilmek rahatlatıyor. Daha anne karnındayken dünyayı dolanmaya başlayan çocuklarımın babalarının da Kürt Arap karışımı olması, onların benden de uzun bir yolları olduğuna dair kuvvetli ipuçları sunuyor. Üstüne üstlük, her ikisinin de şimdiden gezi günlükleri var ve tüm seyahatleri fotoğraf ve videolarla özenle klasörleniyor. Aile olarak birbirimizi tanımanın ve anlamanın en güzel yolunun uzun seyahatler olduğuna inancım ve tüm maaşlarımı seyahate harcamam da benim suçum değil, n’apayım aile dizimim böyle.

İnsanlığa dair ilk izler

Geçen iki haftamız Tanzanya’yı kuzeyden güneye kara yoluyla dolanarak geçti. Tanzanya, Afrika’da road trip yapmak isteyen aileler için biçilmiş kaftan. Olduvai George, yani insanlığa dair ilk izlerin, ilk kafataslarının 3 milyon yıl önce bulunduğu yerden tutun, Afrika’yı nerdeyse boydan boya yaran, Aslan Kral filminden tanıdığımız, milyonlarca hayvanın ve yüzlerce kabilenin tarih boyunca göçüne şahitlik eden o harika vadi- The Great Rift Valley’e kadar dudağınızı uçuklatacak pek çok harikaya sahip. Zaten pek çoğu da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde, uluslararası korunuyor. Bizim başlangıç noktamız yanıbaşındaki aktif yanardağ ve içindeki yoğun minerallerden dolayı avlanmaya çalışan bazı kuşların taşlaştığı söylenen Natron gölü, ama asıl rotamız dünyanın en büyük ve doğal safari alanı sayılan, hani şu belgesellerden tanıdığınız, Serengeti milli parkı idi.

Genel olarak Afrika’nın hala hayvanların özgürce dolaşabildiği dev bir hayvanat bahçesi olduğunu düşünmek mümkün. Zaten o nedenle insanların aklına Afrika deyince vahşi yaşam geliyor. Ama Serengeti, her sene milyonlarca hayvanın Kenya Tanzanya arasında göç etmesiyle, avlanılması en zor hayvanları olduğu için Afrika’nın beş büyüğü olarak bilinen fil, gergedan, su aygırı, leopar ve aslandan binlercesine ev sahipliği yapmasıyla, devasa nehirleri, harika gün doğum ve batımlarıyla safari noktasında Afrika deyince ilk aklına gelen yer.

Çok büyük, uzak ve pahalı olmasına rağmen her sene onbinlerce turistin akınına uğruyor. Parkta 1000 civarına jip her gün tozu dumana katıyor, çevreciler Serengeti yok olacak diye kıyameti koparadursun, insanların konaklayabileceği kısıtlı alanlarda bırakın odayı, çadırınızı kuracak yer bulunmuyor. Geceliği kişi başı 2 bin USD olan hotel odaları, kişi başı 500 USD’ye parkı balonla gezebileceğiniz lükslerde gözünüz yoksa bile, parkı en kısa zamanda ve en düşük standartlarda görmek için için bile birkaç bin doları gözden çıkarmanız gerekiyor.

Açık büfe paylaşımı

Bu verdiğiniz miktar göreceğiniz hayvanlar açısından birşey ifade etmiyor, daha ziyade gün boyu jipin tepesinde tozlu yollarda vahşi hayvan arayışında olduktan sonra hangi standartlarda dinleneceğinizi belirliyor. Mesela kişibaşı 2 bin doları verdiyseniz, kaldığınız lodgun bahçesinde siz havuzda yüzerken zebralar çimlerde otluyor, filler açık büfenizi paylaşıyor. Yok bizim gibi aman ben göreceğimi göreyim de, sonra dinlenirim diyorsanız, geceleri 50’den fazla sırtlanla çevrili bungalowlarda ya da çadırlarda kalmayı, soğuk suyla banyo yapıp ne üdüğü belirsiz seslerle titreyerek uyumaya çalışmayı ve gece safarinizi böceklerle sürdürmeyi tercih edebilirsiniz. N’olmuş hepsi hayvan sonuçta. Hepimizin takıntılı olduğu bir hayvan var, mesela ben filleri, büyük kızım aslanları, küçük kızım atları çok seviyor. Hal böyle olunca bizim ailede normal günde bile hayvanların efsanevi yaşamları hakkında bolca tartışma yaşanıyor. Siz düşünün safariyi.

Hayvanlar söz konusu olunca çabuk duygusallaşıyoruz. Pelikanları görünce “küçük kara balık”ı hatırlayıp gülümsüyor, Grumeti nehrine yapılan köprüleri görünce nehir kenarında antilop bekleyen aç timsahlara sanki biraz da olsa üzülüyoruz. Safarilerde en çok insan ölümüne sebep olan su aygırının tamamen otobur olmasına, üreme dönemlerinde pembeye dönen vücuduyla erkeği dişisinden çok daha alımlı olan devekuşlarına, hem uzun hem kareli desenli vücutlarıyla Masailere benzeyen zürafaların güzelliğine, büyük göç esnasında iş bölümü yapan, koca hafızalı zebra ve koku alma yeteneği sayesinde yağmuru takip edebilen antilopların dehasına şaşırıyoruz. Ah bir de aslanların birbirleriyle tek tek selamlaşmasına, her türlü leşi yiyen akbabaların midesizliğine ve Türk ailesi gibi birbirine tutkun fil ailelerine...

Beni biraz olsun tanıyan herkes fillere düşkünlüğümü bilir. Daha çok tanıyanlar Afrikalı bir filin gerçek hayatı üzerinden Afrika tarihini çocuklara anlattığım Jumbo kitabımı okumuşlardır. Aile dizimimde fil nerde bilmiyorum ama Tanzanya’ya ilk ilgim fillerle başlamıştı. Fillerin neslinin son 5 yılda yüzde 50 azaldığını duymuş ve kahrolmuştum.

Sonra neyse ki Tanzanya başkanı değişti, yeni başkan Magufuli’nin avcılıkla ilgili kuralı kökten değiştirmesiyle filler rahat nefes aldı: Artık dişleri için filleri avlamaya çalışan adi avcıları kimse hapse atmıyor, zira görüldükleri yerde vuruluyorlar. O nedenle milletin milli parkta avlanmayı bırakın yaklaşmaya bile ödü kopuyor.

Filler rahat bir nefes aldı

Ama filler heryerde bu kadar şanslı değil. Savaşlara ve kana doymayan, çocukları öldüren insanoğlu file acır mı? Botsvana ve Zimbabwe’de devlet eliyle öldürülüyorlar hala. Sadece filler de değil, bundan bir süre önce kırsalda görülebilen bir çok hayvanın nesli tükenmiş ya da tükenmek üzere. Peki tüm bunların ne anlamı var? İnsanoğlunun doğaya şuursuz müdahalesi yüzünden iklimler değişiyor, sebebi anlaşılamayan yangınlar çıkıyor dünyanın her yerinde. Daha Avustralya’nın şokunu atlatamadan geçtiğimiz haftalarda Kilimanjaro’daki yangınla yüreğimiz burnumuza geldi. Öngörülemeyen afetler nerdeyse her sene bir önceki seneyi ikiye katlıyor.

Gezi boyunca Tanzanya’nın her yerinde kurumuş nehirler, küçücük ağaçların gölgesine sığınmış, susuzluktan ölmemeye çalışan yüzlerce hayvan gördük. Ve arabamızın arkasından yemek yemek diye bağırarak koşan çocuklar. Yani safari falan iyi hoş da, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakıyoruz hakkatten? Acaba aile dizimimizde olabilecek bir neslimiz olabilecek mi bu gidişle? Yoksa sorumsuzluk ve açgözlülüğümüz yüzünden, sonunu mu hazırlıyoruz güzel gezegenimizin?

Aman fil bile yok ülkemizde ne konuşuyor bu mu diyorsunuz? Yok öyle yağma. Fili avlayan avcıların tamamı dişi için avlamıyor hayvanı; avcıların bir kısmı tarlasını yani rızkını korumaya çalışan avcılar, ya da halkını aç bırakmamak için filden vazgeçmek zorunda kalan devletler, zira ağırlığı 6-7 ton arasında değişen bu dev hayvanlar her gün 300 kg kadar yemek yiyebiliyor, 200 lt su içiyor. Kıtada toplam 415 bin fil olduğunu düşündüğümüzde ormanlar ve su kaynakları için bu durum biraz kafa karıştırabiliyor.

Oysa Afrika’da 300 milyondan fazla kişinin sağlıklı ve temiz suya erişimi yok. Su demişken öyle çok da su tüketmiyor Afrikalılar. Rakam mı istiyorsunuz? Afrika’da bir insan günde 47 lt su tüketiyor, Asya’da 95 lt, İngiltere’de 334 lt, Amerika’da ise 578 lt. Yani Amerikalı Afrikalı’nın günde 12 katından fazla su tüketiyor ihtiyaçları için, yıla vurulduğunda 5 bin kat fazla demek bu. Oysa hepimiz biliyoruz ki Afrika çok daha sıcak ve su ihtiyacı çok daha büyük... Neyse konumuza, avcı ile katil arasındaki farkı not düşerek dönelim: Avcı avını aç olduğu için avlar. Mesela aslan zebrayı avlar ve yer. Ama aynı aslan kendi bölgesine giren başka bir aslan ya da leoparı öldürdüğünde onu yemez, onun adı av değildir, onu katletmiştir. Burda hiç bir avcıyı ya da katili savunacak değiliz, ancak vicdanınızı elinize koyun ve söyleyin, bu avcılardan daha mı az suçlu dünyanın her yerinde fildişi ürünlere ya da mesela deriye, boynuza büyük paralar vererek bu sektörün canlı kalmasını sağlayan müşteriler? Ya da bu avcılardan daha mı az suçlu o filleri görmek için gelen ultra zenginleri günde 2 bin dolara ağırlayan ve onların havuz sefası için tonlarca su kullanan otel zincirleri? Hatta halkayı genişletelim, Times meydanında bir gecede bazı ülkelerin aylık enerji ihtiyacını harcayan markalar? Her gün tonlarca ekmeği çöpe atan biz hepimiz? Hadi ilk taşı günahsızımız atsın.

Dedesi koruk yer...

Bunlar uzun mevzular lakin, hazır Covid-19 sonrası herkesin geleceği hakkında aklı allak bullak olmuşken, bir yandan gezerken bir yandan çocuğumuza dünya okulunu sunmak ve bilinçli bir birey olarak yetişmesini istiyorsak, bunları düşünmek ve düşündürmek zorundayız.

Aksi takdirde göze aldığımız sıtma hastalığına bile değmez safarimiz, çadır tatilinde çektiğimiz çileler ve zaten ne yaparsak yapalım yüzde yüz mutlu edemediğimiz çocuklarımızın huysuzlukları yanımıza kar kalır. Ne diyorduk?

O ki nehirler kuruyor, hayvanların ve endemik bitkilerin nesli tükeniyor.

O ki korona ve öngöremediğimiz afetler tüm gündemimizi işgal ediyor.

O ki dedesi koruk yer,torunun dişi kamaşır; yani aile dizimimiz torunlarımızın hayatını bile etkiliyor.

Ona göre yaşıyoruz ve şuurla yazıyoruz aile dizimimizi. Değil mi?

[email protected]