Samsun’a çıkan Çanakkale...
ABONE OL

Cemil Meriç,  ‘İnsan, en değersiz şeyini kaybettiğinde her şeyini kaybettiğini anlar’ der. Toprak kaybetmek, toprağını kaybetmek... Ona göre toprak kaybetmek, en değersiz şeyini kaybetmektir. Oysa biz, XX. yüzyılın başlarında, küresel kartlar yeniden karılır ve tarih yeniden yazılırken çok daha fazlasını yitirdik: Ruhumuzu... 

Bu girizgahı perspektif alarak ve akıl süzgeci kabul ederek okuyalım aşağıdakileri... 

Milli Mücadelenin işaret fişeğinin ateşlendiği kritik bir eşik olan Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Yeni bir ruhun, yeni bir dirilişin ve yeni bir Türkiye’nin tohumlarının atıldığı, tarihin kırılma noktalarından birinin yıldönümü. 

İstanbul’un fethi, dünya tarihini nasıl geri döndürülemez bir şekilde değiştirdiyse Paşa’nın Samsun’a görevlendirilmesiyle başlayan süreç de tarihi yapma/yazma sevdasında olan dönemin egemen güçlerinin emellerini, ait olduğu mecraya mahkum etmiştir. ‘Paşa’nın Samsun’a görevlendirilmesi’ diyoruz zira Sultan Vahdettin ile Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın onayıyla bizzat görevlendirildiği ve belirli bir süre Anadolu’daki tüm faaliyetlerden dönemin Padişahının bilgilendirildiği bugün artık herkesçe kabul edilmektedir. 

19 Mayıs’tan tut, Çanakkale muharebesinin yıl dönümlerine kadar yakın geçmişimizdeki tüm önemli tarihler, yeni nesillere gerekli bilinci vermek için her yıl kutlanıyor ya da anılıyor. Çünkü tarih bilgisi yalnızca ibret vermez bakmasını bilene aynı zamanda kuvvet de verir. Ve bizim bu kuvvete, kaybettiğimiz özgüvene her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. 

Ben, bu önemli dönemeçlerden biri olan Çanakkale Savaşı’ndan bahsetmek istiyorum. Çünkü Samsun’a atılan adımın nedenlerinden biri de Çanakkale’de yaşananlardır. Çanakkale’de, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş, efsanevi bir destan yazılmış olmasına rağmen bu destan yok sayılmıştır. Samsun’daki ruh, o yok sayılan destanın ruhudur. Cephede şehitlerin kanları, anaların gözyaşlarıyla elde edilen zaferin ruhudur, Samsun’a çıkan... Bu yüzden arzum; bu ruhun başladığı yere dönmek ve bazı isimler üzerinden Çanakkale ruhunu anlatmaktır. 

Ruhların işgali 

Naylonu icat etmesinin dışında ilginç bir hayat hikayesine sahip olan Amerikalı kimyager Wallace Carothers, “Ruhların işgali, toprakların işgalinden vahimdir” der. 

Ruh sözcüğü, Arapça’da rüzgar anlamına gelen “rîh” kökünden türetilmiştir. Peki o rüzgar şimdi nerede? Muhtemeldir ki Misak-i Milli sınırları içerisinde, bir tepenin ardında yahut ümmet coğrafyasının kurak/çorak bir kıyısında... Önüne katıp yeni hikayeler yazacağı nesilleri arıyor. Bu yüzden ruhumuzu/rîhimizi koruma mücadelesi veriyoruz. Nurettin Topçu, “Düşmanla aynı silahı kullanmak, düşmanın ruhuna minnettarlıktır” derken düşmana benzemeyi, öz değerlerini ve nev-i şahsına münhasır kimliğini kaybedip onun silah olarak kullandığı popüler kültürü kastediyordu. 

Ülkemizi yakından tanıyan Fransız filozof Catherine Malabou, yukarıdaki bağlama tabi olarak ruhsal durumumuzu tasvir ederken şöyle diyor: ‘Türkiye’nin kafasında Doğu ile Batı arasında, savaşla barış arasında, kudret ile zaaflar arasında, imanla hesap arasında, Osmanlı ile Amerika ve daha birçok kimlik talebi ile kişiliksizleşme tehlikeleri arasında sayısız sinaps cereyan ediyor. Türk olmak, bir irtibatlar varlığı olmak demek. Bu irtibatlarla ne yapacağına karar vermek de kendisine düşüyor.’ 

Evet, Türkiye bir karar vermek zorunda. Çanakkale’nin, Samsun’un ruhuna sahip çıkıp çıkmayacağına... 

Bu ruhu yeni jenerasyonlara öğretip benimsetecek mekanlardan biri kuşkusuz Çanakkale Şehitlik anıtıdır. Çok da uzak olmayan bir vakte kadar yıkık dökük ve kaderine terk edilmiş, virane bir yerdi şehitlik ve çevresi. Sonra vicdanlı insanlar tarafından bir ahde vefa ve muştu umudu olarak yeniden düzenlendi. Ziyarete açıldı. Yakın tarihimize baktığımızda, bir dönem Çanakkale şehitliğini ziyaret etmeyi yasaklayanların korktuğu şey, acaba aslında bu ruhun kendisi miydi? Burada Nihal Atsız’ı anmak ve yasağı delerek şehitliği ilk ziyaret edenlerden biri olduğunu hatırlatmak isterim. 

Gelelim eski adıyla Caharkale’ye... 

Çanakkale’yi sadece beylik laflarla, hamaset nutuklarıyla lirik ve epik şiirlerden teşekkül eden resmi programların sıkkın atmosferinde, bıkkın nesillere anlatmaya/hatırlatmaya çalışıyoruz. Peki söz konusu ettiğimiz Çanakkale ruhunu verebiliyor muyuz? Ya da bu ruhun geçmişten günümüze tevarüs etmesi için yapılması gerekenleri kafi derecede yapabiliyor muyuz? Bugün küresel/popüler kültüre karşı milli kimliğimizi korumak için yapılması gerekenler hakkında yeniden düşünmeğe her zamankinden daha çok mecburuz. 

Savaş yıllarında bir Yarbay olan Mustafa Kemal’in 57. Alaydaki askeri dehasını hepimiz biliriz. Çünkü o ve cephe arkadaşları, savaşın istikametini belirleyen bir cesaret ve şecaat ortaya koymuşlardı. Sonrasında Albaylığa terfi ettirilecek olan Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz zaferin baş mimarlarından biridir. Hepimiz onun kahramanlık hikayeleri ile büyüdük. 

Ama ben o gün, orada bulunan ve pek çoğumuzun ismini belki de ilk kez duyacağı başka kahramanlardan ve onların kişilikleriyle mündemiç olan birkaç değerden söz etmek istiyorum. 

Onlar ki üzerlerine kurşunlar yağmur gibi yağarken dönüp gülerek bakan yiğitlerdi. Onlar ki Çanakkale Cenk’inde türlü bahadırlıklar sergileyen rütbeli rütbesiz cengaverlerdi. Onlar ki savaşa istikamet veren stratejiyi belirleyen, cephelerdeki askeri sevk ve idare eden komutanlardı. Onlar ki doğan bebesinin yüzünü bir kez görmeden kara toprakla buluşan Anadolu’nun esmer delikanlılarıydı. Onlar ki hikayelerini yazsak kimi birer destana, kimi birer tragedyaya dönüşecek şehitler, gazilerdi. 

İmanla harbetmek 

Bunlardan biri 18 Mart’ın komuta kademesinde yer alan Cevat Paşa idi. 

Çanakkale’de Müstahkem Mevki Kumandanlığı ve Kolordu komutanlığı yapan Cevat Paşa (Çobanlı), “18 Mart kahramanı” ve “İstanbul’u kurtaran kişi” olarak tarihe geçecek denli önemli bir görev ifa etmişti. 

“Arkadaşlarım! Şu iyi bilinmelidir ki altı yüz yıllık büyük bir İslam devletinin gelecekteki yaşam ve kaderiyle tümden ilgili bulunan bu savaşta kesin olarak ölmek var, dönmek yok!” cümlesi ona aittir. “Çanakkale Geçilmez” tiradını dağlara şehit kanlarıyla yazan Cevat Paşa’dır. Daha sonra Genel Kurmay Başkanı ve Harbiye Nazırlığı da yapacak olan Cevat Paşa, Çanakkale’nin savunma planlarını oluşturan ve kilit rol oynayan tabyaları –Almanların itirazına rağmen- tahkim eden kişidir. Almanlara “Biz silah ve malzemeden ziyade imanla harbederiz.” diyerek sadece teknik üstünlüğün zafer için yeterli gelmeyeceğini hatırlatmıştır. Evet bilim ve teknik mühimdir lakin onu kontrol edecek elin ve yönetecek aklın inancı daha önemlidir. 

Almanların ünlü sosyoloğu Max Weber, İslamiyet’i, dünya fatihi savaşçıların ve disiplinli mücahitlerin şövalye örgütü olarak tanımlarken Cevat Paşa’yı ve Çanakkale’nin kurmaylarını yakından tanır gibi konuşuyordu. Öte yandan Almanların, 1. Cihan Harbi boyunca sergilediği müttefiklik ve ikircikli dostluk; Murat Menteş’in ‘dost, henüz saldırmamış düşman demektir’ sözünü çağrıştırıyordu. 

Peki, o gün Cevap Paşa’ya vekalet ederken yağdırdığı emirler ve aldığı yerinde kararlarla savaşın kaderini belirleyen, tevazusuyla maruf Kurmay Başkanı Selahattin Adil Bey’i kimler hatırlıyor? O Selahattin Adil Bey ki Çanakkale harbindeki yararlıklarını ve kahramanlıklarını kendi ailesine anlatmaktan bile geri duracak kadar alçakgönüllüdür. Çünkü o şunun bilincindedir: O gün orada gösterdiği cesaretin ve aldığı kritik kararların arkasında kendisini manen besleyen koca bir ümmetin duası yatmaktadır. Zaferden sonra kendine pay çıkaranlardan olmamış, vazifesine sessiz bir şekilde devam etmiştir. 

Kredi teklifini reddetti 

Dünya üzerinde en çok madalya hak eden ve Çanakkale’de kara savaşının kaderini değiştiren 57. Alay’ı, herkes Mustafa Kemal ile bilir. Peki, 57. Alay’ın kahraman kumandanı Binbaşı Hüseyin Avni’yi kaç kişi bilmektedir? O Hüseyin Avni Bey ki Ramazan bayramına denk gelen Ağustos ayında, karargaha isabet eden meşum bir top mermisiyle şehadete yürümüştür. Bayramın ikinci günü başlayan top atışlarıyla o ve alayından pek çok asker şehit olacaktır. Çanakkale savaşının Nisan ayında yaşanan kara etabında, Anzak birliklerinin karaya çıkmasını insanüstü bir performansla engellemiştir. Hüseyin Avni Bey, ailesinden gelen son mektubu okuduktan birkaç saat sonra çok sevdiği Peygamberinin yanına göç edecektir. Okuduğu son mektuba cevap yazmaya vakti olmayacaktır. Ancak ailesine gönderdiği son mektupta ‘çadırının önüne bir mihrap yaptığını, cephane sandıklarından bir minber oluşturduğunu; bu şekilde askerleriyle Cuma namazını hep birlikte eda edip Allah’a dua ettiklerinden’ bahseder. Mektubunda etrafında patlayan top mermileri ile tayyarelerden atılan bombalarla ve ölümle burun buruna yaşıyor olmasına rağmen sanki bir kır gezisinden bahseder gibi söz eder. Amacı geride kalanlara moral vermektir.  Hüseyin Avni Bey, Çanakkale’ye ruh veren isimlerden biriydi. O, şimdi sanıldığının aksine toprak için değil, hangi yüce değerler uğruna canını verdiğinin farkında olarak şehadete yürümüştü. 

Bir de ünlü Seyit Onbaşımız var... 

Onu hepimiz biliriz ancak onun kahramanlığına benzer bir kahramanlığı ortaya koyan Müstecip Onbaşı’nın hikayesini işitenimiz, azdır. Turkuaz adlı Fransız denizaltısının nasıl ele geçirildiğini, isminin niçin Müstecip Onbaşı olarak değiştirildiğini, geminin ve Müstecip’in daha sonra başına gelenleri... 

Müstecip Onbaşı, savaştan sonra gazilere verilen kredi teklifini devletin ekonomik durumunu ve kendisinin bunu hak etmediğini söyleyip geri çevirecek kadar yüce gönüllü ve fedakar bir vatanseverdir. 

Bu yazı ve kalemimizden sökün edecek tüm kelimeler, ceddimizin hikayelerini özetlemeye dahi yetmez. Sadece birkaç isimden bahsederek diğerlerinin ruhunu da yad etmek istedim. Ruhları şâd, emanetleri pak olsun... 

[email protected]