Şiddetin adı İstanbul Sözleşmesi ve adalet fikri
ABONE OL

Ateş düştüğü yeri yakar. Şiddete maruz kalmama, maruz kalanların yaşadıkları travmalardan izole bir hayat sürme imkanına sahipsek bize ne mutlu. İmkan veya ayrıcalık, adına ne dersek diyelim, sonuçta hayatın herkese aynı şansı vermediğini, aynı şekilde gülmediğini biliyoruz. Hayatın gerçekleri dolayısıyla doğarken daha kaderimizle doğuyor, kaderimizle büyüyoruz. Biz insanlar bunun farkındayız elbet. Acı çeken insanlar için bunun farkında olmak iyi bir şey, bir güç kaynağı aynı zamanda: “Kader utansın” diyerek bir bakıma kendini sağaltma imkanını sağlıyor. Arabesk kültürün/söylemin acıyla kurduğu bağ da zaten tam burada. Dünyayı sorgulamak, olumsuzluklarla yüzleşmek yerine gerçekliği bir “kader” olarak kabullenmek gibi son derece tabii bir refleksle hayata tutunma şansını verebiliyor. Bu da hiç yoktan iyidir. Gerçeklerle teke tek mücadele etmenin imkansız olduğunu sezen bir insan evladıyız çünkü. Ateşin olsa olsa düştüğü yeri yaktığını biliriz. Kadının kadın olduğundan dolayı maruz kaldığı fiziksel yahut psikolojik şiddetin nasıl bir eza olduğunu bazı kadınların bile bilmediği çok katmanlı, çok boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. Erkeklerin cinsiyetleri sebebiyle sahip olduğu ayrıcalıklı durum, kadınların önemli bir kesimi için de burada geçerli sayılabilir. Rakamların gerçek şiddetin tamamını ifade etme şansı yok, ama bu ihtiyatı gözetmek kaydıyla, bugün ülkemizde kadınların yüzde 38’inin şiddete maruz kaldığı tespit edilmişse, bunun istatistiklere yansımayan kısmıyla beraber kabaca yüzde 60’a çıkabileceğini varsayalım, buna göre yüzde 40 gibi kısmen sınıfsal, kültürel konumlarından dolayı şiddete maruz kalmama ayrıcalığına sahip bir kadın kitlesinden bahsetmek mümkün.

Araçsal ve sınıfsal temeller

Kadına şiddetin bütün sosyal ve kültürel tabakalarda görülüyor/görülebilir olması ekonomik ve kültürel koşulların başat bir faktör olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bunu söylememiz için istatistiğe de ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum, toplumsal dokuya ve kodlara ilişkin belli bir gözlem yeteneğine ve vukufa sahip olmak yeter. Dolayısıyla kadına şiddeti, cinsiyet temelli bir sorun olmakla beraber kültürel ve sınıfsal bir sorun olarak değerlendirmek de gerekir. Fakat şu gerçeği söylemeden geçmemeliyiz: Toplumsal ilişkilerde oluşturduğumuz sınıfsal, kültürel dahası ideolojik duvarlar, cinsiyet duvarlarından her zaman çok daha kalın ve geçirmezdir. Bilhassa ideolojik sebeplerle kadınların kadınlara uyguladığı bazı şiddet görüntülerinde buna çokça tanıklık ediyoruz. Tabii ki bunların hiçbiri cinsiyet temelli kadına şiddet gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Kaldırmıyor ancak kadına şiddet karşısında kadın veya erkek olmanın, sözünü ettiğimiz sınıfsal sebepler, “ayrıcalıklı” katmanlardan dolayı önemi kalmıyor. Kadın da olsanız, şiddete maruz kalmayacak kerte steril, güvenli, özellikli ortamlarda yetişme ve yaşama şansını yakalamış –yine kabaca diyelim- yüzde 30, yüzde 40’lık kesimin içindeyseniz, erkeklere kıyasla kadına şiddetten daha muzdarip olacağınızdan emin olamayız. Burada cinsiyetten ziyade şiddete karşı hassasiyet çok daha önem kazanıyor. Şiddetten canı yanmamış olanların kadın da erkek de olsalar verecekleri tepki empati çabası/yeteneği ve ahlaki, manevi gelişmeyle ilişkili bir hal alıyor. Yazık ki, şiddete maruz kalmış olup da şiddeti hala normalleştiren çok ciddi bir kesimin olduğunu da biliyoruz. Fiziksel bakımdan hasar verici veya öldürücü olmayan hafif düzeydeki şiddetin, toplumun şiddete en fazla maruz kalan bireyleri tarafından normalleştirilmesi bu açıdan son derece ironiktir. “Kızını dövmeyen dizini döver” atasözü madunların ve sessiz çoğunluğun kadınları içerisinde kah bir sitem kah matah bir söylem olarak hala dolaşımdaysa, söz konusu sosyolojik realiteyle çok daha güçlü bir şekilde yüzleşmeye ihtiyaç var demektir. Şiddetin pedagojik şekilde iyi niyetlerle araçsallaştırılması ve şiddet kültürünün bu denli kanıksanmış olması, belki de kadına şiddeti besleyen en ciddi unsurlardan biri sayılır. Başta erkekler olmak üzere toplumun şiddete yatkınlaştırılmasında belirleyici olmaktadır. Sosyal ve ekonomik koşullar ise körükleyici, fitili çeken faktörler olarak devreye girmekte, var olan şiddet potansiyeli kuvveden fiile geçmektedir. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik açıdan pozitif bir yerde duran “ayrıcalıklı” vatandaşlar burada sınıfsal avantajlarının rahatlığına sahiptirler. Bunu kadına şiddetin o sınıf içerisinde tamamen yok olduğu anlamında demiyorum. Ancak istisna denebilecek niteliği, sınıfsal farkın anlaşılması açısından buradaki şiddetin analitik amaçlarla göz ardı edilebilmesine izin verir. O halde, kadına şiddetin kültürel olduğu kadar sınıfsal bir realite olduğunu iyice tespit ve tefrik etmek gerekir.

Başkalarının acısı

Ancak gerçekliği bundan ibaret zannetmek veya sınıfsal koşullara irca etmeye çalışmak da doğru değil. Yaşanan bütün toplumsal, bireysel kötülükler gibi kadına şiddetin de evrensel ahlaki değerlerle doğrudan bir ilişkisi var. Onun için konu, kültürel ve sınıfsal çerçeveyi aşarak herkesin meselesi haline gelmektedir. Tersinden söylersek: Kültürel veya sınıfsal konforumuzu aşarak mağdur ve madunların acısını paylaşacak bir empati çabası içinde olmadığımız takdirde, ahlaki bir anlayıştan söz edemeyiz. Şiddet yanımızda yöremizde, yakınımızda uzağımızda hep vardır da bize veya eşimize, dostumuza, sınıfımıza dokunmadığı sürece gam keder yok diyorsak, ahlaken ne kadar düşük bir seviyede olduğumuz aşikar hale gelir. Başkalarının acısını hissetmeyi ve paylaşmayı başaramıyorsak, burada muhtemelen ideolojik, kültürel, siyasi ezber veya saplantılar sebebiyle empati yeteneğini baskılayan bir insaniyet problemi vardır. Empati yapmayı becerebilen bir toplum muyuz diye sorduğumuzda, buna doğrusu evet diyemiyorum. Dindar, muhafazakar olsak bile bu anlamda ahlak seviyesi yüksek bir toplum olduğumuz çok su götürür. Ayrıca kemalist, seküarist veya komünist olup da şiddet seviciliği yapan, kadına şiddetin bayağıca örneklerini verenleri de dönem dönem hep gördük, görüyoruz.

Ahlaki perspektifin sağlam, evrensel bir temele oturtulamadığı düzlemlerde, insan/insanlık kavramının vıcık vıcık edilmesi işten değildir. Sahiciliğin yerini kah hamaset, kah mutlakçı söylemler almakta; insan, insanlık retorikleriyle süslenmiş cümlelerin altından küçük küçük faşizmler çıkabilmektedir. Ancak bunun bir mikro-faşizm olduğunu, olabileceğini düşünmeyiz bile. Büyük, mutlak doğrulara dayalı değerler dünyamız, kendimize göre bu hakkı bize yani topluma ve devlete vermektedir. O yüzden eğer kadına şiddet konusunda gerçekten ahlaki bir perspektif geliştirmeyi başarmışsak, bunun sahiciliğini cinsiyet temelli olsun olmasın şiddetin bahis konusu olduğu bütün alanlarda görmek ve göstermek gerekir. Gösteremediğimizde ateş düştüğü yeri yakacaktır. Burada esasen kendisini ele veren gerçek şudur: Kimi acılar muteber veya makbul, kimi acılar değildir. Kimi acılar, bizim yaşamamız asla söz konusu olmayacak olan, bizden, sınıfımızdan, değerler dünyamızdan tamamen ırak, dahası lanet olası acılardır. Ama acılar, karşımızda buz gibi bir gerçek olarak vardır. Dramlar, trajediler, bizim belki havsalamızı aşan başka başka insan hikayeleri vardır. Şu halde ne yapalım? Bizim yaşama ahlakı ve değer kriterlerimizle bağdaşmayan hikayelere karşı, muhafazakar kültürün verdiği şiddet tepkilerine mi çanak tutacağız? Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanları, vebalı muamelesi yaparak linç mi edeceğiz? Bunun adına da İslam ahlakı veya milli ahlak ve kültür diyerek faşizmin toplumsallaşmasına ve siyasallaşmasına cevaz mı vereceğiz? Bu topraklarda İslam’la, Yunus’la, Mevlana’yla beslenen sevgi, kardeşlik ve merhamet ruhunu böyle mi heba edeceğiz. Kabul edelim ki, bazı lanetli insanlar/gruplar olarak gördüklerimize karşı ürettiğimiz söylemsel şiddet, bizi esasen evrensel ahlaki perspektiften uzaklaştırıyor. Ahlak, başından beri söylediğimiz gibi bizim gibi olmayanlarla kurduğumuz ilişkinin diğerkamlığında sahici olarak tezahür eder. Bunun için bizim gibi olmayanları sevmek, ötekinin değer ve doğrularına manen saygı duymak da gerekmez. Fakat onu tanımak, kendi olma hakkına tahammül etmek ve sahip çıkmak gerekir. Kendi doğrularımızın veya değerlerimizin mücadelesini yaparken, ne söylemsel şiddete (aşağılama ve lanetlemeye) ne de fiziksel şiddete izin verecek bir dili oluşturmak ise bizim bugün yakalamamız gereken entelektüel ve ahlaki bir olgunluk meselesidir. Bu olgunluğu veya erdemliliği tedarik edememiş muhafazakar, İslamcı, milliyetçi, seküler herhangi bir yaklaşım biçimi, mikro-faşist söylem ve örüntülerden kendisini izole etmeyi başaramaz.

Küresel gelişmeler

O yüzden kadına şiddet konusunu, bir üst başlık olan cinsiyet ayrımcılığından ayrı şekilde mütalaa edemeyiz. Burada cinsiyet temelli her türlü söylemsel veya fiziksel şiddeti reddetmekten sarfı nazar ediyorsak, ahlaki açıdan bir sahicilik problemi yaşadığımız aşikardır. Ahlaki perspektifi evrensel ilkelerle yazık ki yeterince kesp etmemiş olmamız, bizi sürekli paradokslarla malul kılmaktadır. Bu yüzden sapla samanı fazlasıyla karıştırıyoruz. Kültürel muhafazakarlığın zihnimizi abluka altına alması, Batı modernleşmesinin oluşturduğu küresel dinamikleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi engelliyor. Hukuk alanındaki evrensel gelişmeleri anlamaya çalışmak yerine doğrudan saldırgan tepkiler veriyor, değerlerimize yönelik paranoyakça bir tehdit algısına savruluyoruz. Oysa yaşadığımız modernleşme (bir anlamıyla medenileşme) süreci temel insan hakları boyutuyla bir ahlakileşmeyi de dünya kamuoyuna telkin ediyor hatta biraz dayatıyor. Cinsiyet ayrımcılığına ve kadına şiddete karşı gerek cari hukuktaki liberalleşmenin gerekse feminist hareketlerin etkileriyle ilerleyen tarihsel-küresel bir süreç var. 1960’lardan itibaren daha da ivme kazanan bu süreç, BM Genel Kurulu tarafından 1979’da kabul edilen CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) ile yeni bir aşamaya geldi. Küresel bir hukukun oluşturulması yönünde önemli adımlardan biri olan CEDAW’ı Türkiye 1985 yılında onayladı. Bugün 189 ülkenin Sözleşme’ye onay verdiği ve bu doğrultuda Ruanda’dan Kolombiya’ya, Paraguay’dan Fransa’ya kadar cinsiyet ayrımcılığına karşı yasal ve kurumsal dönüşümlerin hayata geçirildiği bilinmekte. 1999 yılında BM tarafından 25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü olarak ilan edilmesi de sürecin ruhunu ve dinamikleri anlama açısından önemli. Dolayısıyla biz istesek de istemesek de tarihin akışı (zeitgeist) ayrımcılığa ve şiddete karşı bir gelişmeyi dünyaya dayatıyor.

Bizim muhafazakarlığımız, olsa olsa daha yumuşak, kırıp dökmeden bir geçiş adına burada bir anlam taşıyor. CEDAW sonrası realize edilen yasal ve kurumsal dönüşümlerle de bugün önemli bir yol kat etmeye başladığımız ortada. Ancak geldiğimiz noktada içsel dinamiklerin oynadığı rolü de hiç küçümsememek lazım. Muhafazakar ve İslamcı kesimin iyiden iyiye şeytanlaştırdığı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddeti Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kamuoyunda bilinen ismiyle İstanbul Sözleşmesi’ni AK Parti’nin küçük bir dalgınlık veya gafletinin eseri bir kaza gibi düşünmek, kanaatimce AK Parti’yi hiç anlamamış olmak anlamına gelmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nde feminist hareketlerin çabası başat faktör olsa bile, AK Parti’deki özgürlükçü, liberal damarın ayrımcılığa ve şiddete karşı tam da “kararlı” ve “dönüştürücü” bir siyasal aksiyon ortaya koyma cehdi ve ruhuyla örtüşme ihtimalini burada ciddiye almamak büyük hata olur. 2011 yılında imzaya açılan Sözleşme’ye Türkiye’nin dışarıda Batı’ya, içeride laikçi ve feminist gruplara şirin görünmek kastıyla katılım sağladığını, 2012 yılında da bu amaçla ilk onay veren ülke olduğunu ileri sürmek pek gerçekçi sayılmaz. Şöyle ki, hukukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü, ileri bir demokrasiye sahip olma arzu ve iradesi, -her şeye rağmen- dönemin siyasal aklına bariz şekilde yön vermektedir. Sözleşme esas itibariyle şiddetin önlenmesine yönelik bir amaca matuf olduğu için, aile tanımı ve değerleriyle ilgili tartışmalar bu Sözleşme’nin konusu olarak görülmemiştir. Burada mesele, cinsiyetle ilgili her türlü şiddeti kapsayıcı bir düzenlemeyi hayata geçirmektir. Dolayısıyla içerikteki aile tanımı da cinsel ilişkilere dair vurgular da normatif olmayıp, olguya yani sosyal realiteye dair ifadelerden oluşmuştur. Buna karşılık, “toplumsal cinsiyet eşitliği” (genderequality) kavramının Sözleşme’de yer almasına, içe sinmemekle beraber Türkiye’nin siyasal iradesi açısından muhtemelen gayri iradi sebeplerle rıza gösterilmiş gibidir. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının kadın-erkek fıtratına aykırı nitelikteki taleplerin yolunu açabileceğine dair haklı endişeler, Sözleşmeci tarafların oluşturduğu feminist cephe karşısında sineye çekilmiş gözüküyor. Buna karşılık Sözleşme, şiddete karşı ödünsüz bir tavır ve irade koyma anlayışıyla ruhunu kazanmıştır.

Evrensel alternatiflerin peşinde

Denebilir ki, tarihin/insanlık değerlerinin akış yönünü sezme-görme yetisine sahip her siyasal ve entelektüel akıl bu ruhu yadsımanın anlamsızlığını ve yanlış olduğunu bilir. Ancak evrenselleşen bazı değerlerin hiç de mutlak olmadığını, birer birer tarihin sınamasından geçtiğini unutmamak gerekir. Tam bu noktada sezme-görme yetimizin rehberliğiyle hayati nitelikte adımlar atılmak durumundadır. Feminist talepleri ve kavramları evrenselleştirmekten öteye gidemediğimizde teslimiyetçi, edilgen bir pozisyona düşeceğimizi biliyoruz. Bu açıdan, bir sivil toplum kuruluşu olan KADEM tarafından “toplumsal cinsiyet adaleti” (genderequity) kavramının bu süreçte bir alternatif olarak gündeme getirilmesi, tartışmaya açık taraflarına rağmen önemli bir adımdır. Millici, gelenekçi bir reaksiyonun taassubuna ram olmaktan ziyade, tarihin öznesi olmak ve kültürel bir sömürge haline gelmemek adına son derece kıymetli bir hassasiyetin ürünüdür. Ancak söz konusu alternatifin, şiddete hiçbir şekilde cevaz vermemek bir yana, eşitlik kavramından ürkmeden inşa edilmesi de gerekir. Eşitlikçi talepleri düşmanlaştırmadan anlamaya çalışmak ama aynı zamanda şekilci bir eşitlik tasavvuruna karşı, daha insani, evrensel, daha fıtri ve adil bir eşitlik anlayışını insanlığa takdim etmenin çalışmalarını yapmalıyız.

Zira kadına şiddet veya cinsiyet ayrımcılığı, her ne olursa olsun umurumuzdadır. Mesele, cinsiyetin bir şiddet ve üstünlük konusu haline gelmediği, getirilmediği bir dünyayı gerek evrensel gelişmelerden gerekse kadim değerlerden aldığımız ilham ve enerjiyle inşa etmemizdir. Ancak geleneğin veya kültürün gayri insani, gayri adil örüntüleriyle gerektiği gibi yüzleşmeyi de ihmal etmemek kaydıyla. Bu açıdan işimiz kolay değil, hamasete yüz verdiğimizde daha da zor hale geleceği ise çok aşikar.

[email protected]