Sınıf gerçeğiyle yüzleşmek
ABONE OL

Kültür önemlidir ama her şey değildir. İnsanın çok boyutlu bir varlık olduğunu dikkate almayan her tahlil, sosyal, siyasal gerçekliği konusunda biz şaşırtır. Türkiye’deki iktidar mücadelesini tamamen kültürel argümanlarla izah etmeye çalışmak bu açıdan akla ziyan olabilir. Konjonktürel olarak kültürel faktörlerin belli bir aşamada öne çıkmış olması, iktidar mücadelesi içindeki unsurların gerçek gaye ve gailesini anlamaya yetmez. Hatta bu yöndeki yaklaşımları her zaman şüpheyle karşılamakta fayda vardır. İdealizmi küçümsemek niyetinde değilim, fakat insan gerçeğinden kopuk hale getirilen her idealist söylem ve her siyaset dili ile pratik arasında belli bir mesafe söz konusudur. İdealizm adına yapılan soyutlamaların tuzağına düştükçe iktidar mücadelesine yön veren gerçek dinamiklere karşı hem bir körleşme hem de bir duyarsızlaşma etkisini gösterir. Muhafazakar siyasetin en tartışmalı, tartışılması gereken gerçeği de esasen burada yatmakta. Kültür birinci mesele haline getirildiği nispette muhafazakar siyasetin toplumu konsolide etme gücü artar. Bunun için kültürel iktidarın tesis edilmesi muhafazakar siyasetin varoluşsal bir ihtiyacıdır. Edilemiyorsa bile kültürel iktidarın popülerleşmesini engelleyecek belli kültürel, sosyal bariyerleri oluşturma ihtiyacı ve amacıyla güdülenir.

Sınıfsal değişmeler

Demokratik rejimler kültürün siyasetteki önemini doğal olarak artırmıştır. Kültürün içerdiği siyasal potansiyel, dediğimiz gibi bilhassa muhafazakar siyaset için verimli bir güç kaynağı olarak tedarik edilmeye çalışılmış, halk bir bakıma kültürel bir varlık/özne olarak inşa edilmeye çalışılmıştır. Bunun, Türkiye olarak yakın tarihimizde ayyuka çıkan elit-halk ayrışması ve kültürel Batılılaşma politikalarının despotik tezahürleri açısından çok anlamlı bir yeri ve dayanağı elbette vardır. Fakat nereye kadar? Kültür son kertede iktidar gerçeğinin neresinde durmaktadır? Kültürel varlık üzerinden imal ve ikmal edilen toplumsal asabiyenin varoluşsal anlamı ve sınırları nedir? İktidarın başka başka gerçekliklerden mürekkep yapısal bir dengeye sahip olduğunu görmeden yapacağımız siyasal tahlillerin hiçbir bilimsel ve entelektüel değerinden söz edemeyiz. Sormamız gereken temel sorulardan biri, bu yapısal denge içindeki esas ağırlık noktasının ne olduğudur. Ama bunun cevabı da bizim için yetmez, yetmemeli. Ne toplumsal ilişkiler ne de iktidar, basit halleriyle bir insan gerçeğine, arzu veya amaçlara indirgenebilir. Kompleks hale gelmek iktidarın da siyasetin de artık kaçınamayacağı bir zarurettir. İşte tam bu kompleks özelliği dikkate alarak iktidarın oluşturduğu sosyo-ekonomik tablonun ne olduğuna, nasıl bir değişmeden bahsedebileceğimize bakmalıyız. Sosyal yapının kendi içindeki heterojenliği, toplumsal planda ister istemez farklı algı ve talepleri beraberinde getiriyor, doğrudur. Dahası, yapı kompleks hale geldikçe başat dinamiklerin görünür hale gelmesi zorlaşmakta, yanılsama (körleşme) ihtimali artmaktadır da. Ancak her şeyden önce, insan-toplum gerçeğine uygun şekilde belli soruları sormak ve bakış açıları geliştirmek durumundayız. Gerçeğin hangi parçalardan teşekkül ettiğini anlamaya yönelik bütüncül bir yaklaşım, bizi/halkı hiç şüphesiz daha belirleyici, aktif bir özne olma yolunda bir tekamüle zorlayacaktır.

Güç ve çıkar ekseni

İnsan ve toplum gerçeğini dolayısıyla siyaseti çıkardan azade düşünmek düşebileceğimiz en büyük yanlışlardan biri olacaktır. Bir önyargıyla hareket etmemiz yanlış bile olsa, güç ve/veya maddi beklentiyle ilişkili çıkar güdülerinin her zaman devrede olabileceğini unutmamak gerekir. İktidar mücadelesinin (siyasetin) sınıfsal temelleri konusunda bugün eskiye göre çok daha ihtiyatlı olmanın icap ettiğini biliyoruz. Sınıf olgusu katı, köşeli bir yapı olmaktan epeyi uzaklaşmış, değişkenler çoğalmıştır artık. Fakat sınıfsal güdüler ve temayüller ortadan kalkmış mıdır diye sorduğumuzda, buna evet diyecek bir durumda değiliz. Bir güç veya çıkar ekseni etrafında sergilenen her türlü dayanışma biçimini iyi kötü sınıfsal bir davranış olarak görmek mümkün. Bunun örgütlü ve hatta çok şuurlu bir davranış olması da gerekmez. Esas olan, belli çıkar ve beklentiler doğrultusunda hareket etme temayülünün ferdi ve sınıfsal planda başat hale gelişidir.

Ekonomik ve siyasal aktörlerin, aynı zamanda bürokratik unsurların bir güç mekanizması oluşturma ve bunun etrafında kendi varlık ve çıkarlarını koruma yönünde verdikleri mücadeleyi sınıfsal bir mücadele diye adlandırmakta sakınca görmüyorum. Ferdi çıkarların sınıfsal çıkarlara dönüşmesi burada işin doğası gereğidir. Güç dengelerinden devşirilen çıkar örtüşmeleri beraberinde çıkar dayanışmasını getirir. Çatışmanın söz konusu olduğu yerde güç dengelerine göre pozisyon geliştirmek de sınıfsal davranışın bir tezahürü olarak karşımıza çıkar. Kazanma güdüsü hakikatten baskın olduğu ölçüde sınıfsal tavır açığa çıkar. Fakat modern devletlerde çıkarların çok sofistike bir yapıya bürünmesine ihtiyaç vardır. Daha açıkçası rasyonelleşmek zorundadır. Modern devletlerde sınıf olgusu bu rasyonalizasyona bağlı olarak hem sofistike/kompleks bir hale gelir hem de kısmi olarak iğreti bir nitelik taşır. Sınıfsal değişimlere yer yer razı olmak modern devletin ve modern dünya ekonomisinin mecburiyetlerinden biridir. Fakat sadece bürokrasi ve siyaset açısından bakıldığında, bu mekanizma içinde elde edilmiş bir takım imtiyazlar sınıfsal statünün korunmasına yeterli olmaktadır. Gerek maddi kazanımlarıyla gerekse verdiği toplumsal ayrıcalık payesiyle belli bir sınıf bağı oluşturur. Ayrıcalık duygusu ve göstergeleri sınıfsal oluşumu/ayrışmayı sağlamaktadır. Böylelikle güce minnettar olma ve itaat etme yönünde kayda değer bir davranış psikolojisi geliştirmekle kalmayıp aynı zamanda sınıfsal bakış açısına ram olmaktan kendisini kolay kolay alıkoyamaz. Büyük ihtimalle sınıfsal ve dahası siyasal akıl entelektüel akla galebe çalar.

İdeolojik örtüler

Burada görülmesi gereken belki de en önemli nokta, bireysel ve sınıfsal (siyasetin, bürokrasinin ve ekonominin aktörleri arasındaki) çıkar bağlarının toplumsal plandaki sonuçlarının neler olduğudur. Bireylerle sınıflar arasında kurmaya çalıştığımız ilişkinin kurmaca, gerçek dışı veya anlamsız bir ilişki olabileceği ihtimaline karşı, benzer çıkar bağlarının toplumun geneliyle de simetrik bir şekilde kurulup kurulamayacağı hususu büyük önem taşır. Daha açıkçası, böyle bir ihtimalin gerçek hale gelmesi, sınıfsal bakış açısını tümüyle geçersiz kılacaktır. Korporatist, sınıfsız-kaynaşmış toplum yaklaşımı bize bir tarafıyla bunu söylemeye çalışır. Fakat bu tümüyle ideolojik bir olumsuzlamadan ibarettir, gerçeklik değeri yoktur. Milliyetçi ideolojinin sosyo-ekonomik gerçekliği kamufle etmeye yönelik bir iddiasıdır. Oysa milliyetçilik, sınıfsız bir toplum inşa etmek bir yana sınıflı yapıyı meşrulaştırmaktan öteye gitmemiştir. Hatta sınıfsal bilinci kadük hale getirmeye yönelik bir misyon bile üstlenmiştir. Toplumsal gerçeklikle toplumsal idealler arasındaki mesafenin açılması bu anlamda ideolojik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmakta, milliyetçilik bu ihtiyacı layıkıyla gidermektedir. Milli değerler etrafında bir toplumsal kaynaşma ve bütünleşme sağlansa bile, sınıfsal yapı bir vaka olarak ortada durmaktadır. İronik olan noktalardan biri, küresel ekonomiden söz etmeye başladığımızda sürekli küresel sermaye ağına ve sermayenin ulusal-devletler üzerindeki tahakkümüne dikkat çeken bazı milliyetçi-muhafazakar mahfillerin, ülkesel planda gerek sermayeye gerekse sınıfsal ilişkilere dair sessiz veya kör kalma tavrıdır. Oysa küresel ekonominin bir parçası haline gelip de sadece milli değerler ve çıkarlar üzerine kurulu bir süreçten bahsetmek toplumsal aklı çok fazla hafife almak anlamına gelir. Sermayenin tümüyle milli gayeler doğrultusunda hareket edeceğini tasavvur etmek sadece güzel bir arzudan ibarettir.

Sınıf gerçeğinin emek-sermaye ayrışmasından ibaret bir şablona irca edilmesi ise sadece Türkiye gerçeği açsından değil, kapitalist Batı ülkeleri için de çok geçerli bir yaklaşım değil. Bürokrasi ve siyaset faktörü, sınıf gerçeğinin farklı bileşenleri olarak devreye girmiş durumda. Türkiye gerçeğinden bakıldığında, son yüz elli yıllık tarihimiz bürokrasinin belirleyiciliği ve sınıfsal niteliğinden izole bir şekilde izah edilemez. Bürokrasi ve burjuvazi sınıfı arasında dönem dönem örtüşen veya çatışan farklı ilişkiler söz konusu olmuş, ancak bürokrasi sınıfsal ve özerk bir unsur, bir güç olarak önemini hep korumuş, genellikle de belli bir işbirliği anlayışı içinde hareket etmiştir. Çıkar çatışmalarının yaşandığı süreçlerden de zayıf burjuvaziye karşı bürokrasi her zaman galip çıkmıştır. Askeri darbeler bunun en somut veçhesidir. Bununla beraber, bürokrasiyle siyaset arasındaki ilişkinin AK Parti döneminde yeni bir şekil alarak bürokratik güçte belli bir kırılmanın yaşanması, mevcut sınıfsal yapının devamlılığı açısından önemli bir soru işaretine yol açmaktadır. Ancak bundan çok da emin olmamak gerekiyor. Siyasal gücün daha belirleyici bir nitelik kazanması, sınıfsal yapının ortadan kalkmasını değil, sadece daha çok boyutlu ve çok katmanlı bir şekle bürünmesini sağlayacak bir gelişme olarak kalabilir. Zira, çıkar ilişkileri ana faktör olduğu sürece, güçler arasındaki işbirliği ihtimali rasyonel ve pratik bir tercih olarak genellikle ağırlık kazanmaktadır.

Siyasetin dili

Bütün mesele, siyasetin sınıf olgusu üzerinde nasıl bir değişim meydana getirdiğini anlamaktır. Sınıfsal yapının çok katmanlı hale gelmesinden hatta daha kırılgan bir mahiyet kazanmasından ibaret değişimler bizi hakim dünya sisteminden/gerçeğinden çok farklı bir yere götürmeyecektir. Bu sebeple sınıfsal bakış açısı dünya sisteminin dışına çıkma yolunda atılacak önemli adımlardan biri olabilir. Paylaşım, adalet ve tahakküm sorununu merkeze alan boyutlarıyla son derece radikal, değişimci bir potansiyele sahip olduğu muhakkaktır. Ancak bir o kadar daha önemli yanlarından biri, siyasetin dilini yenileme ve siyasal popülizmi aşma konusunda bize yeni ve sağlam bir zemin oluşturma imkanını verebilir oluşudur. Bunun çok ciddi bir yüzleşmeyi zorunlu kıldığına şüphe yok. Ama bu, halkın temsili anlamında bir sahiciliğin ve samimiyetin ifadesi olduğu kadar iktidarın toplumsallaşması açısından da hayati bir anlam taşımaktadır.

Ütopik bir beklenti

İktidarı toplumsallaştırma mantalitesi, sınıfsal dinamikleri soğurarak görünmez kılmak yerine tam anlamıyla yadsıma ve dıştalama ilkesiyle zuhur eder. İktidarın sınıfsal dinamiklerini kültürel, dahası ideolojik söylemlerle maskelemeye yarayan her yaklaşıma karşı bir bariyer oluşturacaktır. Muhafazakar siyasetin bu kabil bir içsel dönüşümü gerçekleştirmesi, reel koşullar açısından ütopik bir beklenti gibi gözüküyor, evet. Ancak muhafazakar siyaseti güdüleyen kültürel kodları ve idealist anlayışı dikkate aldığımızda, burada sınıfsal dinamikleri aşmaya elverişli potansiyel bir maneviyat temelinden söz edilebilir. Daha açık deyişle, bugün kültürel-ideolojik bir maske olarak işlev gören/kullanılan söylemsel bazı değerlerin sınıfsız bir toplum idealine ulanarak sosyal, ekonomik dünya içindeki sahici karşılığına kavuşması pekala mümkün olabilecektir. Bu anlamda muhafazakar siyasetin, ne kadar ütopik de olsa kültürel iktidardan ziyade entelektüel bir devrime ihtiyacı olduğu çok açık.

[email protected]