Suriye'nin geleceğini sağlama almanın tek yolu
ABONE OL

Dr. Uğur Matiç/ Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Öğr. Üy.

Suriye'de olanlar akla hayale gelmeyecek büyüklükte gelişmelerdir. Bundan sonrası için çok karamsar veya pek aydınlık tablolar çizilebilir, her türlü olasılığın da kapısı az ya da çok aralıklıdır. Ancak Esed rejiminin mağdur ettiği insanların yüzlerindeki sevinç, bundan sonra ne olacağına dair yapılacak tüm yorumların üzerindedir.

Esed rejimi devrildi. Sayıları belki milyonu bulan Suriyelinin öldüğü, hayatta kalanlarınsa göçe zorlanarak, hapislere düşerek türlü eziyetlere maruz kaldıkları, geleceğe dair ümitlerini yitirdiği bir sürecin sonuna gelindi.

Devletler nazariyesinde belki öngörülebilen bir durum olmakla beraber Suriye'de yaşanan bu gelişmeler sevinçle birlikte bir şaşkınlık halini de beraberinde getirdi. Türk kamuoyunda Suriye gelişmelerini yorumlarken bir şerh düşme telaşına girildiğini gözlemliyoruz. Devrimi gerçekleştirenlerin kimler olduğu, bundan sonra nasıl bir süreç yaşanacağı, Suriye'nin yeniden inşasında hangi aktörlerin etkili olacağı, Türkiye'nin bu süreçte hangi ölçüde etkili olduğu ve olacağı gibi konular düşünüldüğünde ister istemez binlerce şerh insanın zihninde beliriveriyor.

Türk dış politikası tarihindeki tecrübeler ve Arap Baharı sürecinde olumlu yorumlanan birtakım gelişmelerin daha sonra nasıl sıkıntılı durumlara evrildiği göz önüne alındığında temkinli ve ihtiyatlı yaklaşmak gayet normal bir durum. Gelişmeler tazeliğini koruyor ve süreç devam ediyor. Fakat bugün için net olan şey, devrilenin sadece Beşar Esed olmadığı, 60 yılı aşkın Baas rejiminin de çöktüğü, tüm belirsizliklere rağmen 13 yılda oluşan o karamsar tablodan çok daha berrak bir gelecek için umut ışığının var olduğu bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu hem Suriyeliler için hem de Türkiye için böyle...

Türkiye sahada

Kesin ve net olan bir diğer husus, Türkiye'nin diplomatik ve istihbâri anlamda Suriye'deki gelişmeleri uzaktan değil içeriden takip ettiği ve yaşanan devrimin itekleyici gücü olduğudur. Türk dış politikası tarihine bakıldığında, özellikle Suriye ile ilgili pek çok konuda Türkiye'nin konuya tam hâkim olmayarak ya da olayların seyrini sağlıklı değerlendiremeyerek tez canlılıkla kararlar verdiği, diplomatik anlamda zor duruma düştüğü ya da doğan fırsatlardan yeterince yararlanamadığı görülmektedir. Örneğin 1957'de Suriye'de yaşanan kriz Batı yanlısı Arap rejimleri ile Suriye arasında bir meseleyken Türkiye'nin Batı adına inisiyatif alarak sınıra asker yığmasından sonra bir anda Sovyetler Birliği ile Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı bir mesele halini almıştır. 1961'de Suriye'nin, 1958'de Mısır ile siyasi anlamda birleşerek oluşturdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti'nden ayrılma kararı gündeme geldiğinde Türkiye, Suriye'de henüz iç dinamiklerin nasıl bir seyir izlediğini hesaba katmadan yeni Suriye yönetimini tanıdığını ilan etmiş, bu dönemde iyi ilişkiler kurmak istediği Mısır'la ilişkilerinin daha da bozulmasına neden olmuştur.

Soğuk Savaş dönemi ve 1990'lı yıllar bunların benzeri irili ufaklı pek çok vaka örneğiyle doludur. 2000'li yıllarda nispi bir azalma olsa da benzer hadiselerle zaman zaman karşılaşmaya devam ettik. Arap Baharı rüzgârı yakın coğrafyamızda esmeye başladığı ilk günlerden itibaren Türkiye'nin tutumu aslında çok net bir şekilde toplumların istek ve taleplerini destekleyen nitelikte olmuştur. Bu bakımdan hem Arap baharı gelişmelerinin genel seyrinde hem de Suriye ile ilgili gelişmelerde Türkiye başından beri tarihin doğru tarafında durmuştur. Bununla birlikte batılı "müttefiklerimizin" de etkisiyle kimi hamlelere geç kalmış, zaman zaman diğer aktörlerin hesaplarını iyi okuyamamıştır. Libya ve Suriye'de yaşananlardan örnekler verilebilir...

Yakın tarihimizden birtakım örnekleri derinlemesine analiz etmek için burada zikretmiyorum. Amacım Türkiye'nin tarihten ders çıkarmasını bildiğini vurgulamaktır. Zira Türkiye özellikle 2016'dan bugüne sınırının hemen ötesindeki gelişmelerin seyircisi olmaktan çıkmış ve sahada varlık göstermesini bilmiştir. Bu öyle bir varlıktır ki, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarları operasyonlarındaki askeri müdahalelerin, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Milli Ordusu'nun teşkil edilmesi ve desteklenmesinin çok ötesinde olduğu bugün belirginlik kazanmıştır. Dolayısıyla son gelişmeler Türkiye'nin üst düzey manevralar zinciriyle sahada olduğunu göstermektedir.

Bundan bir ay önce Suriye sahasına bakan bir kişi, burada bir değişimin imkânsız olduğunu, zira birbirinden çok farklı çok fazla sayıda örgüt ve grubun var olduğunu, üstüne üstlük Rusya'nın desteği varken bu rejimin devrilmesinin zor olduğunu, küresel güç merkezlerinin vesayetiyle hareket eden gruplar varken bu ülkenin felaha ermesinin mümkün olmadığını söylerdi. Fakat yaşanan gelişmeler, birbirinden farklı grupların Esed rejimi muhalifliği ortak noktasında buluşarak HTŞ ve Suriye Milli ordusunun öncülüğünde birlikte hareket edebildiklerini göstermiştir. Burada ben "muhalifler" ifadesinin özellikle tercih edildiği kanısındayım. Çünkü örneğin HTŞ isminin ön plana çıkması, şerh düşme adı altında Suriye devrimine gölge düşürmek için kullanılabilmektedir. Burada düşülen şerhlerden çok birlik olunduğunda nelerin başarılabileceğine bakmak daha yerindedir...

Farklı grupların muhaliflik çatısı altında birlikte hareket etmelerinde Türkiye'nin sahadaki etkinliğinin büyük rol oynadığı, MİT başkanı İbrahim Kalın'ın Şam ziyareti ve bu ziyaret sırasında ortaya çıkan karelerle tescillenmiş oldu. Rusya ve İran'ın, her ne kadar söylem düzeyinde rahatsızlık beyan etseler de, büyük ihtimalle henüz Şam düşmeden hemen önce Doha'da yapılan Astana görüşmelerinde diplomatik olarak ikna edildiklerini anlıyoruz. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın açıklamalarında da bunun ipuçlarını görmek mümkün... Buradan yola çıkarak bir anda alınan bir karar ya da anlık gelişmelerle muhaliflerin harekete geçmesinin değil, Türkiye'nin hem diplomatik hem askeri hem de istihbâri olarak çok uzun süreden beridir bir gayret içinde olduğu ve bunun sonuçlarının yaşandığı çıkarımını yapabiliriz...

Küresel boyut

ABD'nin Suriye ile ilgili politikasının değişeceğini öngörmek mümkün. Ancak bunun nasıl bir değişim olacağını zaman gösterecektir. Zira mevcut yönetimle müstakbel başkan Donald Trump'ın tutumları birbirini tutmadığı gibi Pentagon yetkililerinden ya da farklı kaynaklardan birbirine zıt söylemler gelebilmektedir. ABD'nin Kürt kartını elinde tutmaya, PKK iltisaklı gruplar vasıtasıyla iş görmeye devam etmeye çabaladığı gözlemlense de, Kürt bölgelerinde yeni Suriye bayrağının asılması, Suriye'deki Kürt unsurların PYD, YPG, ya da SDG gibi oluşumlara karşı eylemlerde bulunması ve bu gruplardan kopmalar yaşanması, en azından bu bölgelerdeki halkın tepkisini görmeye yetmektedir. Keza her geçen gün bu bölgelerde muhaliflerin kontrolü ele geçirdiği haberleri eksik olmazken Fırat'ın doğusuna operasyon konusu da Türkiye'nin gündemindeki yerini korumaktadır...

Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti, öncesinde ve sonrasında yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır ki ABD Türkiye'ye geçmişteki gibi birtakım dayatmalarda bulunmaya çalışmıyor, kimi konularda Türkiye'yi ikna etmenin yollarını arıyor. Bu konuda da DEAŞ ile mücadele gibi artık pek de geçer akçe olmayan konuları masaya koyuyor...

Geçtiğimiz ay içerisinde İngiltere'de PKK'ya operasyon yapılması, AB üyesi ülkelerin daha önce bu örgütün hamisi gibi davranırlarken bugün tavırlarının değişmeye başlaması gibi gelişmeleri de denklemimize katarsak, Türkiye'nin makro ölçekli ve kararlı bir politikayla küresel ve bölgesel aktörleri hem terörle mücadele konusunda hem de Suriye masasında yönlendirdiği ve/veya birtakım kararlar almaya mecbur bıraktığını söylemek zor değil. Başka bir ifadeyle, Suriye sahasında muhatap olduklarının Türkiye'yi değil, Türkiye'nin muhataplarını bir şeye, güneyinde bir Teröristan kurulmasına müsaade etmeyeceğine ikna ettiği bir süreç yaşadığımızı düşünüyorum.

Düşülen şerhler ve bundan sonrası

Suriye'de olanlar akla hayale gelmeyecek büyüklükte gelişmelerdir. Bundan sonrası için çok karamsar veya pek aydınlık tablolar çizilebilir, her türlü olasılığın da kapısı az ya da çok aralıklıdır. Ancak Esed rejiminin mağdur ettiği insanların yüzlerindeki sevinç, bundan sonra ne olacağına dair yapılacak tüm yorumların üzerindedir. Dolayısıyla konulan tüm şerhlere karşı ben öncelikle bunu bir şerh düşmek istiyorum...

İsrail'in Golan Tepeleri üzerinden işgalini genişletmesi, bundan sonrası için düşülen şerhlerin başında gelmektedir. Bu gerçekten Suriye'nin istikbali için tedirgin edici bir gelişme olmakla birlikte İsrail'in kendi güvenliğini sağlamak adına buraları işgal ettiği açıklamalarından anlaşılan şey, aslında Suriye gelişmelerinin İsrail'i tedirgin ettiğidir. Burada aynı zamanda Türkiye'yi de müteyakkız pozisyonda tutacak bir durum söz konusudur. Geçtiğimiz aylarda Türkiye'de "İsrail tehdidi" ifadesi gündeme gelmiş ve bu konuda Dışişleri Bakanı meclis gizli oturumunda muhalefet partilerini bilgilendirmişti. Belki de Suriye sahasında İsrail ile direkt olarak karşı karşıya gelinme ihtimalinin dahi söz konusu olabileceği bir süreçle karşı karşıyayız. İsrail'in yürüttüğü işgal politikasının yerleşimci kolonyalizmin bir ürünü olduğu hatırlandığında ona Suriye sahasında daha fazla hareket alanı tanınmaması gerektiği aşikâr. Diğer yandan İsrail'in sonsuz bir güç kaynağı yok. Onun arkasındaki güçler dahi Suriye'de bir şeylere ikna ediliyorlarsa, aslında İsrail'in en azından Suriye'deki günlerinin sayılı olduğunu öngörebiliriz...

Suriye devriminin önde gelen aktörlerinin geçmişlerine bakılarak yapılan birtakım değerlendirmeler güvensizlik arz etmektedir. Ya da burada aslında birbiriyle uzlaşması çok zor görülen aktörlerin şimdilik bir arada olsalar da ileride farklılaşacakları yorumları da caridir. İran'ın Şii eksenli politikalarıyla uyumlu, dolayısıyla ayrışmaları tetikleyen bir Baas rejimine nazaran, Suriye'nin toprak bütünlüğüne önem verdiğini her fırsatta dile getiren Türkiye'nin ekseninde yer alan bu yeni yapının çok daha istikrarlı ve vaatkâr bir görüntüye sahip olacağı kesin gibidir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi "muhalifler" ifadesi Esed rejimi ile sorunlu olan Suriye'nin Kürt ve Nusayri unsurları dahil her kesimine hitap etmiştir. En azından şimdiye kadarki gelişmelerin bir ayrışmayı değil bütünleşmeyi işaret ettiğini gözlemleyebiliyoruz...

Suriye sahasında değişen 13 yıllık iç savaş süreci değil, 61 yıllık Baas rejimidir. Fakat bundan öncesinde de Fransız mandası ile oluşturulan ayrıştırılmış bir yapı vardır. Bir dönem Arap ülkelerinin çoğunu etkileyen Nâsırizm dalgası ve Arap milliyetçiliği gibi Baas yönetiminde benimsenen nevi şahsına münhasır Arap Sosyalizmi, Suriye'de benimsenen ancak sadra şifa olmayan anlayışlar olarak geride kalmıştır. Dolayısıyla birtakım referansların 60 küsur yıl öncesine değil 100 yılı aşkın bir geçmişe yapılması boşuna değildir. Burada kastedilen yeni Osmanlıcılık romantizmi değildir.

1920'lerde bölgeyi işgal eden emperyalist güçlerin çıkardıkları etnik ve mezhebe dayalı haritalara bakıldığında Suriye krizlerini yönetilemez veya aşılamaz kılanın aslında kimler olduğuna dair daha net bir fikir doğmaktadır. Bundan öncesinde buraların hakimi olan Osmanlı'nın mirasçısı olan Türkiye ise bugün fantastik söylemlerle değil, son derece gerçekçi ve çözüm odaklı hareket etmekte ve yapıcı bir üslupla bu ülkenin tüm unsurlarını bir araya getirmeye çalışmaktadır...

"Suriye Suriyelilerindir" şiarıyla hareket edilmesi Suriye'nin geleceğini sağlama almanın tek yoludur.

  • Suriye Baas rejimi
  • Arap Sosyalizmi
  • Suriye Suriyelilerindir