Tarihi haklılığımızı lobi gücüne dönüştürebilmeliyiz
ABONE OL

"Soykırım" iddiası bir kez daha dünya gündeminde. Türkiye ve hakikat açısından "yok hükümde" olan bir isnat ile karşı karşıyayız. Bu isnadın, siyasi ve uluslararası ilişkiler yönü ağırlıklı olarak ele alınıp, tartışılıyor. Soykırım, çok ama çok ağır bir itham. Çünkü -en basit tarifiyle- soykırım; "siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle, azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi" demek. Bu, bir devletin "katil" olarak ilan edilmesi anlamına geliyor ve ithamın bir dayanağı yoksa bir devlete, bir millette "iftira" atılmış oluyor! Bu iftira ile doğru ve etkin mücadele için soğukkanlı adımlar atmak ve zemini hukuka dayanan tezler ve çözümler de üretmek gerekir. Biz yazımızda meseleyi kısaca hukuki açıdan değerlendirip şu sorulara yanıt aramaya çalışacağız: Bir suç ve tazminat sebebi olabilecek bu durum hukuken nedir? Benzerleri ile farkları nelerdir? Geçmişte yargılamalara konu olmuş mudur? Uluslararası hukukta nasıl bir karşılığı vardır?

Öncesi de var!

1981'de Reagan'ın kullandığı bu ifadeden 40 yıl sonra bir ABD Başkanı, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki yetkililerin aldıkları kararlar ile soykırım yaptığını belirtmiş oldu. Bilindiği üzere her 24 Nisan, Ankara-Washington hattı gerilimli geçen diplomatik ilişkilere sahne olurdu. Bu arada görev yapan ABD başkanlarının tamamı olayları "büyük felaket" ifadesi ile tarif ettiler. Biden, niçin "bir anda" bu ifadeyi kullandı? Bunun Türkiye'yi siyasi olarak zora sokmak için yapıldığı çok ama çok net. Ancak Biden'ın açıklamasının Regan'ın açıklamasından bir farkı var. Regan'ın ifadesi Başkanın söylediği bir söz olarak kaldı. Öncesi yoktu ve devamı da gelmedi. Ancak Biden'ın sözde soykırım ifadesine ek olarak bu konudaki Kongre kararını yürürlüğe koyması da olası. Bilineceği üzere ABD Kongresi'nin her iki kanadı da 2019 yılında 1915 olaylarını "soykırım" olarak tanımlayan kararları kabul etmişti. Bunun gibi 30'a yakın ülke de bu sözde soykırımı tanıyan kanunlar çıkardı, parlamentoları bildiriler yayınladı veya başkanları bu ifadeleri kullandı...

Erdoğan'ın yanıtı

Bu tip konularda eksik olan genelde sağduyu ve sabırlı adımlar atılmasıdır. Toplum olarak olaylara bakışımız çok duygusal ve böyle adımlar atılmasını isteyen bir yapımız var. Erdoğan'ın konuya ilişkin açıklaması "gecikti", "yüksek dozda değildi" gibi eleştirilere tabi tutuldu. Ancak bu eleştiriler çok haksız ve yersiz. Doğru, etkin ve sabırlı adımlar devlet geleneği olan ülkelerin işidir. Cumhurbaşkanımızın tavrı da bu meyanda seyretti. Açıklamanın kendisi de öncesinde yapılan operasyonlar da muhataplarına mesajı net biçimde ileten türden. Açıklamanın ileride doğabilecek hukuki marazlara da gönderme yaptığı bölümleri, sözde iddialara karşı ciddi bir savunma ve ders niteliğinde: "Peki 24 Nisan'da ne olmuştur aslında 24 Nisan'da insani trajedi anlamında hiçbir şey olmamıştır. 24 Nisan 1915 tarihi sadece Osmanlı Devleti'nin savaş halinde bulunduğu ülkelerle bir olup aleyhine faaliyet yürüten Taşnak hınçak gibi örgütleri kapatıp 235 yöneticisini tutukladığı gündür. Daha ortada ne sevk ve iskan kanunu ne de bunun uygulaması olmadığı için yaşanan herhangi bir can kaybı da söz konusu değildir". Egemen bir devletin, suçluları tutuklamak ve isyana kalkışanları yakalamak en doğal hakkıdır. Bir kanun çerçevesinde, zarar görmemeleri ve zarar vermemeleri için iskana tabi tutmak da egemenlik hakkının bir parçadır. Bu, herkese hak, bize değil midir?

Malta soruşturması

Osmanlı'nın yaptığı Divan-ı Harp yargılamaları, savaş suçları noktasında bir muhasebe niteliği taşıyan süreçlerdi. Ancak konunun uluslararası boyuttaki "ilk hukuki durağını" anımsamak gerekiyor... "Soykırım" ifadesinin daha "icat" edilmediği günlerde, 1. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, anılan olaylardan sorumlu tutulan 144 Osmanlı görevlisi "Ermenilere yönelik toplu katliamlar" yapmak suçlamasıyla tutuklandı. Malta'da tutulan devlet görevlilerini İngiliz Kraliyet Başsavcılığı soruşturdu. Başsavcılık verdiği kararda "bir İngiliz mahkemesi önünde bu tür suçlamaların kanıtlanması mümkün değildir" gerekçesiyle hiçbir "suçlama yapılmayacağına" karar verdi. Soruşturma iki yıl sürdü. Delil araştırmasının ciddi bir biçimde yapıldığını kaynaklardan okuyoruz. Bunun sonunda çıkan karar şimdinin "kovuşturmaya yer olmadığı", yani "takipsizlik" kararı hükmünde. Olayların henüz akabinde yapılan ve "işgal altında olan bir devletten" delillerin temin edilmesinin mümkün olduğu bir dönemde yapılan soruşturma çok önemli. İngiliz Bakan Beverly Hughes'in 2001 yılın verdiği beyanatındaki şu ifadeler mühim: "Bir süre önce İngiltere İngiliz Hükümeti Ermeni iddiaları konusunda sunulmuş olan delilleri gözden geçirdi. 1915 ve 1916'da meydana gelmiş olan olayların belgelerini inceledi. Bu olayların Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış olan soykırım tanımlamasına uymadığına karar verdi. Bu İngiliz Hükümetinin tutumudur ve değişmeyecektir."

Perinçek kararı

Hukuki açıdan önemli bir başka karar ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen ve kamuoyunda "Perinçek" kararı olarak bilinen karar. Lozan, Opfikon ve Köniz şehirlerinde verdiği konferanslarda Doğu Perinçek; Ermeni halkına yönelik soykırım suçu işlendiğini reddetmiş, bunun "uluslararası emperyalist bir yalan" olduğuna dair ifadeler kullanmıştı. Bunun üzerine, İsviçre-Ermenistan Derneği, suç duyurusunda bulunarak, İsviçre Ceza Kanununda düzenlemiş (m.261) ayrımcılık suçunu işlediğini ileri sürmüştü. Lozan Sulh Ceza Mahkemesi, sözde "ermeni soykırımının" İsviçre toplumunda kabul görmüş "tarihi bir olay" olduğunu ve buna aykırı ifadeleri nedeniyle Doğu Perincek'in suç işlediğine karar verdi. Bu karar aleyhine iç yargı yolları tüketildi ve aynen kesinleşti. Karara karşı, İsviçre devleti aleyhine AHİM'de Perinçek tarafından dava açıldı. AİHM verdiği kararda "Ermeni soykırımı" tartışmasına girmemekle birlikte, bu terimi "kanıtlanması zor, dar kapsamlı hukuksal bir kavram" olarak nitelendirdi ve "Ermeni soykırımı iddiaları ile Yahudi soykırımının birbirleriyle karşılaştırılamayacağına" karar vererek, Perinçek'e uygulanan yaptırımın bir hak ihlali olduğunu karara bağladı. Karar, soykırım ifadesinin "hukuki bir durum olamayacağını" belirtmesi ve "Yahudi soykırım ile aynı şekilde değerlendirilemeyeceğini" tespit etmesi bakımından önemli.

Soykırım yargılamaları

Bir olayın tarifi ve tasnifi için kıyas yapmak da gerekir. Yani bir iddianın, bir isnadın doğru olup olmadığına, muadillerinin neler içerdiği ve hangi olgulara dayandığına bakılarak ve karşılaştırılarak bakmak lazım: Mahkemeler neye "soykırım" demiştir? Bunlar soykırım ise, isnat edilen bir soykırım olabilir mi?

1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nin (SSECS) 2. maddesi soykırım "ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi, grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi, grubun yaşam koşullarının grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması, grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması, çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi" şeklinde ilk kez tanımlanmıştır.

Bu tanım çok sonraları ortaya çıkacak Uluslararası Ceza Mahkemesinin de benzer biçimde kabul edeceği bir tanımdı. Ancak Nürnberg Mahkemelerinin temelini 1943'te atan fikir de aynıydı ve işlenen eylemleri soykırım olarak niteliyordu. Bu haliyle Nürnberg yargılamaları da bu konudaki ilk mahkeme kararlarını üretti. Nürmberg'i milat kabul edip, meseleye Ruanda ve Bosna soykırımları üzerinden bakarsak, "olay-olgu benzerliği taşımadığı için" Osmanlı dönemindeki olayların soykırım olarak nitelenmesi mümkün değildir. Yaşanan olaylar, alınan kararlar, devlete isyan eden suçlular, dünyanın savaş hali, işgal edilmek istenen bir ülke... Bu manzara bile sistemli bir yok etmeyi mümkün kılmayacak bir ortamdır.

Gidilecek üç yön

Konunun hukuki yönünün gidebileceği üç yön var ilk etapta. Bunlardan ilki ABD'de mahkemelerinde yargılamalara girişilmesi ve aleyhe kararlar ile karşı karşıya kalma ihtimalimiz. Bir diğeri de konunun ülkemizde gündeme getirilmesi ve sonrasında AİHM gündemine taşınması ve son olarak da konunun uluslararası ceza mahkemesine intikal ettirilme ihtimali.

Konunun ceza hukuku anlamında gündeme gelmesi pek olası değil. Hem suçun tanımının yeni tarihli olması hem de olaylar ile tanım arasındaki ilişkinin net ve doğrudan ortaya konulamaması gerçeği karşısında bu ihtimal pek mümkün değil. Konunun AİHM'e taşınma ihtimalinde de, AİHM'in "soykırım vardır veya yoktur denilemez" biçimindeki kararları gözetildiğinde, AİHM'in "bir tarihsel durumu değerlendirip karara dönüştürmesi" mümkün değil. Tehcir nedeniyle ülkemizde kalan taşınmazların iadesi konusunda birtakım girişimler oldu fakat AİHM, Türk hukukun bu konuda işler olduğu kabul ederek, dosyalarda iç hukuk yollarının tüketilmesine vurgu yaptı. Bu açıdan da aleyhe cereyan eden bir durum söz konusu değil.

Ne yapmalı?

Gelelim ABD'de mahkemelerine. Özellikle Osmanlı dönemindeki birtakım hakların istenmesi konusunda daha önce dava denemeleri oldu. Ancak bir sonuç elde edilemediğini gördük. Özellikle eski poliçelere dayalı sigorta firmalarından birtakım talepler olduğunu, bunların da sigorta firmalarına dönük olduğunu, davaya dönüşmeden, anlaşma ile bittiğini okuduk ki bu firmalar Türk firmaları değildi. Ancak Biden'in açıklaması ve Kongre kararı sonrası "konjonktür" değişikliği varsayılarak yeni dava ve iddiaların gündeme gelmesi ve ABD mahkemelerinden yargılamaların olma ihtimali söz konusu. Hukuki açıdan buna hazırlanmak gerekiyor. İlk önce, ABD'de açılan davaların yakından takip edilmesi gerekiyor. Yine sözde soykırımı tanıyan ülkelerdeki yargılamalara da müdahil olmak lazım. Türk vakıflarının mülkiyet iddialarının gündemde tutulması ve bunların hak aramasının önünün açılması da bir imkân. Ayrıca bu konuda özellikle yargıyı bilinçlendirecek lobi çalışmaları gerekiyor. Ülkelerin güçlü hukuk fakülteleri, baroları, hukuk ofisleri, avukatları ve benzeri kişi ve kuruluşları ile bu süreci yürütmek lazım. Hukuki açıdan bir çalışma komisyonunun kurulması, birer hakikat olan tarih tezlerimizin hukuki açıdan derlenmesi ve bunun olabildiğince çok mahkemede argüman olarak kullanılması lazım. Tarihi gerçekler anlamında güçlü olmanın yanında hukuk alanında tezlerimizi oluşturmuş, ilgili ülkelerin mevzuat ve içtihatlarına atıf yapabilecek düzeyde metinler ortaya çıkarmış, yani kısaca tüm hazırlığımızı tamamlamış olmamız şart. Bir davaya iyi hazırlanmazsanız, haklı olsanız da kaybedebilirsiniz!

[email protected]