Prog. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
Türkiye, devletin sahip olduğu ideoloji ile toplumsal-tarihsel kültür arasındaki uyumu sağlayamadığı sürece hayalini kurduğu hiçbir hedefi tam anlamıyla gerçekleştiremez. Ne dünya ölçeğindeki devasa altyapı projeleri, ne yüksek katma değerli kalkınma hamleleri, ne de uluslararası diplomatik başarılar tek başına yeterlidir.
Sağlık alanındaki büyük atılımların da ulaşımdaki devasa alt yapıların da teknolojideki baş döndürücü icatların da küresel ölçekteki prestijli projelerin de ülkeye refah getirmesi, devlet, büyütmesi ve her bir vatandaşının hayatını kolaylaştırmasının tek şartı kronikleşen sorunlarını, sorununu çözmektir. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, Türkiye, Kürt meselesini çözmediği sürece asla belini doğrultamaz. Sadece işin ekonomik boyutu bile inanılmaz bir yüktür. Ülkenin terörle yürüttüğü mücadelede doğrudan ve dolaylı olarak yaşadığı maddi kaybı yazmaya neredeyse rakamlar yetmiyor. Kaldı ki bu mesele siyaseti, toplumu ve diplomasiyi derinden etkileyen bir konudur.
Terör sorunu ve terörün gölgesinin üzerinden hiç eksik olmadığı Kürt meselesi çözülmediği sürece Türkiye küresel bir aktör olamaz, dünyadaki mezalime ve soykırımlara itiraz edemez, dünyanın eksenini kaydıran kanlı katillere dur diyemez. Elbette bunlara olan itirazlarını her zaman yapıyor ve yapacaktır da ama bu sözlerin bir etki gücüne sahip olması için gerekli ön şart bu sorunu çözmekten geçer. Küresel bir aktör olma yolunda ilerleyen bir ülkenin küresel provokatörlerin maşası olan yapıları ve sorunları içinde barındırmaması gerekir.
En küçük adım dahi kıymetli
Zaten AK Parti ve onun lideri Sn. Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkında olduğu için bu konuyu hiçbir zaman gündemlerinden çıkarmadılar; çıkarmaları da mümkün değildir. Rahmetli Şerafettin Elçi'nin bizzat bana anlattığına dayanarak ifade etmek isterim ki Tayyip Bey henüz İBB Başkanı iken bile belediyecilikle ilgili tüm gündemlerinin üstünde Kürt meselesi vardı. Bizzat bilerek söylüyorum, onun en büyük hayali bu büyük sorunu çözmektir. Hatta bana göre Gezi kalkışması, FETÖ'nün işgal ve darbe girişimi, parti kapatma davası gibi küresel ölçekteki operasyonların asıl nedenlerinden biri de onun bu yöndeki düşünceleridir. Zira bu sorunu çözen aktör ve onun siyasi ideali, ülkenin kurucu iradesi olacaktır.
Gerek önceki çözüm sürecini gerekse bugün yeniden konuşulan barış sürecini bu çerçevede okumak gerekir. Zira bu mesele ekonomiyi zayıflatmakta, siyaseti kilitlemekte, toplumsal birlikteliği zehirlemekte, farklılıkları ayrıştırmakta ve ülkenin bütün enerjisini bir kara delik gibi yutmaktadır.
Bu nedenle, iyi niyetle atılmış en küçük bir adım dahi, başarılı olup olmamasından ve doğuracağı sonuçlardan bağımsız olarak, kıymetlidir ve takdiri hak eder. Ortada kanayan bir yara vardır ve bu yara her geçen gün kanamaya devam etmektedir. İster kalıcı bir tedavi için ister geçici bir pansuman için olsun, bu yarayı sarmaya çalışan herkesin çabası baş tacı edilmelidir.
İster seçim beklentisiyle, ister insani kaygılarla, ister devletin bekası düşüncesiyle, ister başka bir saikle olsun; hiç fark etmez... Kim bu sorunun çözümü için samimiyetle çaba gösteriyorsa, bu ülke hakkında kaygı duyan her bir vatandaşın onun yanında durması ve destek vermesi gerekir.
Türkiye'de terörün sona erdirilmesin ve Kürt meselesinin çözümünü, şahsen hep kutsal bir yolculuk gibi görmüştüm. Zira bu meselenin içinde hem kutsala dair güçlü bağlamlar vardır hem de her kutsal yolculukta olduğu gibi ciddi meşakkatler barındırır.
Kur'an-ı Kerim'de buyurulan Müslümanların kardeşliğini kuşatan ve günümüzde içi büyük ölçüde boşaltılmış olan "ümmet" kavramının yeniden ihyası, bu sürecin en önemli kazanımlarından biri olabilir. Evet, bugün bu ifade bazı Kürtler için son derece olumsuz çağrışımlara sahiptir biliyorum; ancak bu kavram asli anlamıyla, vahyin ruhuyla yeniden doldurulduğunda, meselenin rengi de değişecektir.
Her kutsal yolculuğun zorlu ve zahmetli bir tarafı vardır. Bu yolculuğun da aşılması gereken pek çok dağı ve engeli mevcuttur. Doğal olmayan dinamiklerle inşa edilmiş bir sosyolojiyi dönüştürmek ve yerine daha tabii, daha sahici bir toplumsal yapı inşa etmek kolay değildir.
Her şeyden önce, PKK ve bileşenlerinin Kürtlerin aile değerlerine, dini inançlarına, geleneksel ilişkilerine, kültürlerine ve tarihsel hafızalarına verdiği yıkıcı tahribatı ortadan kaldırmak, benim nazarımda bu dünyadaki en kutsal yolculuklardan biridir.
Peki, bütün bunları başarmak gerçekten mümkün müdür? Terörsüz Türkiye projesinin başarı şansı nedir? Hayalini kurduğumuz kardeşçe birliktelik ve huzurlu bir toplum inşa edilebilir mi? Hâlihazırda yürütülen süreç bizi bu karanlık kuyudan çıkarabilecek midir?
Bu sorulara cevabım nettir: Bize düşen çalışmak, gayret etmek ve çabalamaktır; muvaffakiyeti verecek olan ise Rabbü'l-Âlemin'dir. Klasik tasavvuf diliyle ifade edecek olursak, biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.
Tarih bize göstermiştir ki iyi planlanmış bir seferin sonunda zaferin gelmemesi mümkün değildir. Programlı ve sistemli sefer düzenleyenlere zafer kendiliğinden gelir. O hâlde bu yolculuğu da iyi planlamak, çözüm sürecini bütün yönleriyle ele almak zorundayız.
Daha önce de bu köşede ifade etmiştim, yaklaşık kırk yıldır Türkiye'nin birinci gündem maddesi olan bu sorun, ne yazık ki çoğu zaman dönemsel şartlara göre analiz edilmiş ve ele alınmıştır. Yani canımızın o an en çok acıyan yerine merhem sürmeye çalışmış, sorunu bütüncül bir biçimde ele almayı başaramamışız. Oysa esas olan, bu meseleyi kökten çözecek kapsamlı bir proje ortaya koymaktır. Bunun için de muhatap olduğumuz sosyolojiyi doğru okumak ve derinlemesine analiz etmek gerekir.
İbn Haldun'un düşüncesine göre toplumsal yasalar, Allah'ın Kevnî ayetleridir. Bu yasalar (ayetler) bize şunu göstermektedir: Herhangi bir toplum, kendi içindeki farklılıkları ötekileştirip etnik milliyetçiliği siyasal bir projeye dönüştürdüğünde ve "öteki" düşmanlığını körüklediğinde, ayrışma ve parçalanma kaçınılmaz hâle gelir.
Tarihsel süreçte şahit olduğumuz bütün etnik çatışmaların ilk önce "kültürel ve sosyal hak talepleri" şeklinde ortaya çıktığını, bu aşamada çözüm üretilemediğinde taleplerin niteliğinin değiştiğini ve konunun siyasal ve yönetsel ortaklık talebine dönüştüğünü görüyoruz. Eğer bu aşamada da çözüm bulunmaz ve bu çatışmalar devam ederse görece daha kolay çözülebilecek olan konu devasa bir sorun alanına dönüşür ve çatışma kalıcı hale gelir. Çatışmanın kalıcı hale gelmesi durumunda ise artık "durum" idare edilebilir olmaktan çıkar. Bu kural bugüne kadar hiç değişmedi. Ne bizim coğrafyada ne de başka bir diyarda. Kaldı ki bu toplumsal işleyişe, yani etnik taleplerin önce kültürel haklarla başladığını bu aşamada sorun çözülmediğinde bu taleplerin siyasallaştığını ve yine de çözülemediğinde toprak talebi ile son bulduğunu bütün dünyada en fazla bizzat biz şahit olduk, Osmanlı'nın dağılma sürecinde Balkanlar'dan Hicaz'a, Kafkasya'dan Mısır'a Afrika'dan Uzak Asya'ya kadar olan dağılmalar ve isyanlar, toplumsal yapıdaki bu Kevnî Ayetin tecellisi idi.
Bugün de bu temel sosyolojik işleyişi göz ardı ederek farklı bir sonuç elde etmeyi beklemek gerçekçi değildir. Önümüzde bir sorun var ve bu sorunun gidişatını gösteren bir tarih ve toplum bilgisi var.
İçine düşmüş olduğumuz bu kör kuyudan kurtulmanın biricik yolu hem konuyu iyi analiz etmek hem de bu konuyla ilgili çözüm deneyimlerini, toplumsal tarih ve doğa kurallarını dikkate alarak yol yürümektedir.
Bizim inancımızda yönetimsel faaliyet için vazgeçilmez ilke "adalet ve istişaredir" ki şu an devam eden sürecte bu çerçevede Meclis marifeti ile gerekenlerin yapıldığına hep birlikte şahit olduk. Zira içine girmiş olduğumuz girdaptan çıkma gayretimizde büyük düşünür Kant'ın işaret ettiği "ortak akıl" kavramı hayati bir öneme sahiptir. Ortak akıl, insanlığın hakikatle temas kurabilen müşterek müstesna yeteneğidir. Ne var ki Türkiye, uzun yıllar boyunca hem kendi düşünme becerisini köreltmiş hem de ortak akıl etrafında buluşmayı sağlayacak psikolojik ve zihinsel bariyerleri büyütmüş bir ülkedir ve bunların aşılması da kolay olmuyor.
Niçin göç etmiyorsun?
Günün birinde Konfüçyüs yolda giderken ağlayan bir kadına denk gelir. Niçin ağladığını sorduğunda kadın, oğlunu aslanların parçaladığını söyler. Kadını teselli edip oradan ayrılır. Bir süre sonra aynı kadını yine ağlarken görür. Tekrar sorduğunda kadın, ikinci oğlumu da aslanlar parçaladı der. Tekrar kadını teselli eder ve ayrılır. Kısa bir süre sonra tekrar aynı kadının ağladığını görünce yine sorar ve kadın üçüncü oğlunun da aslanlar tarafından parçalandığını söyler. O zaman Konfüçyüs kadına biraz da kızarak sorar, niçin buradan göç etmiyorsun? Kadın cevap verir. Çünkü burada adil bir kral vardır. Kıssadan hisseyi yazmama gerek yok sanırım.
Zaten Kürt meselesinin düğümlendiği iki nota var; konu özgüce tartışılamıyor ve adil olamayan bir cunta anayasası ile idare ediliyoruz. Çözüm zemini oluşturmak için önce tartışmak sonra yasal düzenlemeler (ki burada kast ettiğim devletin anayasal olarak ulusalcı ideolojiden arınmasını) yapmak ve sonra da herkesin yaptığını yapmak, dünyadaki diğer aktörlerin benzer sorunları nasıl çözdüğünü örnek almaktır.
Ki bu konuda ilk büyük adım bence atıldı. İlk engeli ortadan kaldıran sn. Devlet Bahçeli oldu. Onun bu duvarların yıkılmasında sergilediği tutum, çözüme giden yolda en büyük adımdır.
Türkiye'de Kürt meselesinin üç temel boyutu var. Bu üç boyut birlikte ele alınmadığı sürece kalıcı bir çözümden söz etmek çok zor. Bunlar: PKK ve onun ürettiği terör-sosyoloji hattı; örgütün dışında kalan, sesi duyulmayan, sessiz çoğunluk olan Kürtler; ve Türkiye'deki Kürtlerin akrabalık bağlarıyla yakın ilişkili olduğu, komşu ülkelerde yaşayan Kürtlerdir.
Bu katmanların her biri kendi içinde farklı dinamiklere sahiptir. PKK, askeri ve siyasi alanı birlikte yürüten, dünyada benzerine az rastlanır bir örgüttür. En temel amacı, bütün Kürtlerin iradesini tekeline alarak, "önderlik" merkezli, ideolojik bir ütopyayı hayata geçirmektir. Kürt meselesi ise bu hedef doğrultusunda kullanılan bir araçtan ibarettir. Örgüt, iddia ettiğinin aksine, bugüne kadar en büyük zararı Kürtlere ve Kürtçeye vermiştir.
PKK dışı kalan Kürt sosyolojisi ise ne yazık ki çoğu zaman yüzeysel şablonlarla, klişe ifadelerle ve batı Avrupa merkezli kavramlarla okunan bir mukadderata sahiptir. Toplumsal iç dinamikler, tarihsel birikimler ve değersel kodlar bir türlü sağlıklı bir kavrayışla tefsir edilemiyorlar. Unutmamak gerekir ki Kürtler, karmaşık sosyal ağlara, güçlü kültürel kodlara ve kendilerine özgü dindarlık, aile ve geleneksel yapılara, ilginç mizah kültürüne, farklı bir dayanışma ruhuna sahip ve aynı zamanda da son derece politikleşmiş bir topluluktur.
Türkiye, komşu ülkelerde yaşayan Kürtler hakkındaki en fakir akademik bilgi sahibi olan ülkedir. Siyasi ve politik çözüm için birtakım mazeretler üretilebilir belki ama akademik bilgi fukaralığının yoksunluğunun anlaşılır bir gerekçesi yoktur. İran'daki, Azerbaycan'daki ve hatta Gürcistan'daki Kürtler üzerine yapılan kaç tane araştırma veya yayınlanmış kaç tane akademik makale var?
Ez cümle Kürt meselesi birçok katmanlı ve her bir bileşeni de farklı bir bağlama sahip girift bir konudur. Türkiye, PKK'yı, geleneksel Kürtleri ve dış Kürtleri ayrı ayrı başlıklar hâlinde ama birbirini tamamlayan bir bütün olarak ele almalı ve çözüm sürecini de buna göre tasarlamalıdır.
Bugüne kadar kamuoyuna yansıyan en az dört çözüm masasının devrilmiş olması da bu bütüncül bakışın eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı da bir kez daha hatırlatmak isterim ki bu son süreç, sadece PKK ve bileşenlerinin inisiyatifine bırakılmayacak kadar değerlidir.
Türkiye'de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Sn. Mesut Barzani'ye yönelik bazı kesimlerce geliştirilen nefret dili bu meselenin toplumsal doğasının yeterince kavranamadığını göstermektedir. PKK'lı olmayan her bir Türkiye'deki Kürt için sn. Barzani kıymetlidir. O Kürtlerin büyüğüdür. Büyüğe hakaret kabul edilemez. Bizim camiamızın büyüğü, üstadımız İhsan Süreyya Hocamın ona hitap ederken bugün bizim bayramımızdır demesinden de konu anlaşılmadı mı acaba?
Sonuç olarak görüldüğü gibi mesele son derece karmaşıktır. Ama toplumun doğasındaki yasaların birer Kevni ayet olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda bu karmaşıklığın giderilmesi için bir metodoloji geliştirebiliriz. Seyda Vahdettin İnce'nin ifadesi ile ilk önce konuyu tefsir etmek sonra tevil etmek ve daha son olarak da tabir etmek lazım gelir. Bir başka ifade ile önce açıklamak sonra tarihine inmek ve daha sonra da bugünün diline aktarmak gerekmektedir.
Türkiye bu sosyolojiyi ne kadar doğru okuyabilirse, konuyu bir büyük bilgi sistemi içinde ele alabilirse çözümde de o kadar çok mesafe alacaktır.
Yeni kurulan ulus-devletin farklılıkları bir arada tutmakta zorlandığı, mevcut anayasal çerçevenin herkes için eşitlik duygusu üretmediği ve gayriresmî ideolojinin farklı olan vatandaşları "makbul" görmediği gerçeğiyle yüzleşmeden bu yolculuk tamamlanamaz.
Ancak bütün bu gerçekler dikkate alınarak çıkılan bir seferin sonunda zaferle dönüleceğinden en küçük bir şüphem yoktur.