Türk demokrasisinin dönüm noktası: 14 Mayıs 1950
ABONE OL

14 Mayıs 1950 günü Türkiye'de çok partili hayata geçildikten sonra ikinci seçimler yapıldı. Akşam saatlerinde seçim sandıkları açıldığında ülkede yeni bir dönem başlayacağının işaretleri ortaya çıktı. Seçim sonuçları açıklanınca Cumhuriyetin ilanının ardından başlayan 27 yıllık Tek Parti dönemi sona erdi. 1946'da kurulan Demokrat Parti iktidara gelmiş ve Türkiye'de artık gerçek anlamda demokrasiye geçilmişti. Gerçi bu konudaki ilk tecrübe 1946 seçimlerinde yaşanmıştı, ama bu seçimler Tek Parti döneminin eski alışkanlıklarının gölgesinde "açık oy, gizli tasnif" sistemine göre yapılmıştı. Dolayısıyla oylar adil şekilde sayılmamış, müesses nizam iktidarın değişmesine izin vermemişti. 1950 seçimleri ise iç tepkiler ve dünyadan tecrit edilme endişesinin etkisiyle hakkaniyetli şekilde yapıldı. Seçimlerde büyük bir çoğunluk elde eden Demokrat Parti'nin (DP) lideri Celal Bayar cumhurbaşkanlığına seçildi. Partinin kurucularından Refik Koraltan TBMM Başkanlığına getirildi. Başbakanın kim olacağına Bayar Karar verdi. Yeni cumhurbaşkanı başbakanlık için beklentilerin aksine Fuat Köprülü'yü değil, genç Aydın milletvekili Adnan Menderes'i görevlendirdi. Zaman içinde Bayar'ın ne kadar isabetli tercih yaptığı anlaşılacaktı. Menderes, başbakan olduktan sonra geniş kapsamlı bir kalkınma programı başlattı, ayrıca uzun süren Tek Parti yönetiminin vesayet kurum ve düzenlemeleriyle tavizsiz bir mücadele vermekten kaçınmadı. Üstelik tüm baskılara rağmen çizgisini terk etmedi.

İkinci demokratikleşme

Hikâyenin buraya kadar olan kısmı herkesin malumu. Zaten Türkiye'yle aynı tarihlerde diğer pek çok ülke de demokrasiye geçiş süreci yaşadı. ABD'li siyaset bilimci Samuel Huntington, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan bu dönemi tarihteki ikinci demokratikleşme dalgası olarak adlandırır. ABD başta olmak üzere Batı dünyasının komünizm tehdidiyle mücadele için en iyi yolun demokrasiye geçiş olduğunu düşünmesi dünyanın geri kalanının bu yönde teşvik edilmesi sonucunu doğurmuştu. Komünizm kadar dünyayı bir felakete sürükleyen faşist ve nasyonal sosyalist rejimlerle mücadele için de en etkili aracın demokratik yöntemler olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği etkisindeki sosyalist rejimler dışında dünyanın her yerinde demokratik değer ve ilkeler yayılmaya çalışıldı. Türkiye'nin demokrasiye geçiş sürecinde de Batı'dan kopmama arzusunun etkili olduğu açıktır. Nitekim Tek Parti yönetimi tarafından 1945 yılında alınan çok partili hayata geçme kararı, Birleşmiş Milletler teşkilatına üye olmanın gereklerinden biriydi. Dünyada demokrasi yönünde esen rüzgâr Türkiye'nin de 1946'daki yol kazasına rağmen bu kervana katılmasını kolaylaştırıcı etki yaptı. Ancak şimdi ne olacağı konusunda kimsenin tam anlamıyla fikri yoktu. Demokrat Parti, demokrasinin başlıca ilkesinin halkın taleplerine cevap vermek olduğunu anlamıştı. Bu bakımdan iktidarın ilk icraatlarından birinin ezanın yeniden kendi dilinde okunması olması tesadüf değildir. Yine Partinin iktidarının ilk yıllarında bir taraftan tarımda makineleşmeyi başlatması, diğer yandan da sanayi tesisleri kurmaya çalışması halkın taleplerine cevap verme arzusuyla yakından bağlantılıdır. Çünkü DP yöneticileri uzun süren Tek Parti yıllarının aksine, dört sene sonra halkın karşısına hesap vermek için çıkacaklarını biliyorlardı. Bu nedenle politikalar toplumsal talepler gözetilerek planlandı ve uygulandı. Ekonomik göstergeler giderek büyüdü, kentleşme süreci hız kazandı ve halkın özgürlük talepleri cevap buldu. Türkiye kısa sürede ekonomide ve siyasette makas değiştirmeye başlamıştı. Ancak bu canlanmanın Batı dünyasında ciddi bir rahatsızlık uyandırdığı söylenebilir.

Denge ve itidal

1950 Seçimleriyle Türkiye'de yeni bir dönem başladı, ama demokrasinin yerleşmesinin yalnızca belirli kurumlar ile kurallarda yapılacak düzenlemelerden ibaret olmadığı açıktır. Daha açık bir ifadeyle demokratik yönetim usullerinin benimsenmesi ve serbest seçimlerin yapılması demokrasinin önkoşuludur ama sürekliliğini garanti etmez. Güçlendirilmediği takdirde kırılganlığı artan demokrasinin sürekli olarak yeni adımlarla pekiştirilmesi gerekir. Demokrasinin konsolidasyonu şeklinde adlandırılan bu süreç toplumda demokratik bilincin içselleştirilmesini içerir. Bunun başlıca aracı ise sistem içindeki anti demokratik unsurlarla vesayet mekanizmalarının sürekli olarak gözden geçirilmesidir. Otoriter rejimler işbaşında bulundukları dönemde kendileri iktidardan düşse bile zihniyetlerinin kalıcı olmasını sağlayacak bazı düzenlemeler yapar ve kurumlar oluşturur. DP iktidarı bir taraftan kendi politikalarını hayata geçirirken bir taraftan da Tek Parti döneminden arta kalan vesayet kurumlarıyla mücadele etmek zorundaydı. Muhalefetteki CHP ise "inkılaplardan taviz verildiği" iddiasıyla iktidara yükleniyor, adeta darbenin altyapısını hazırlıyordu. Bu süreçte DP yönetimi tarafından oldukça dengeli ve itidalli bir tutum sergilendiği söylenebilir. Aynı dönemde en başta demokrasiye geçişi teşvik eden dünya konjonktürü de kısa sürede değişmeye başlayacaktı.

Pek çok ülkede henüz demokrasinin kurumsallaşma süreci devam ederken ABD başta olmak üzere Batılı devletler komünizmle mücadelenin mutlak anlamda demokratik bir yönetim gerektirmediğini gördüler. 1950'lerde ABD'de başlayan McCarthycilik komünizm tehlikesine karşı özgürlüklerin ve demokrasinin feda edilmesi anlayışını içeriyordu. Bu anlayış ABD yönetiminin dünya genelinde demokratik rejimlere bakışını da şekillendirdi. Demokrasinin halkın rızasını almayı gerektirmesi, ABD'nin kendi çıkarlarına uygun politikaları farklı ülkelerdeki siyasetçilere kabul ettirmesini engelliyordu. Demokratik yönetimlerde liderler kendi ülkelerinin çıkarları doğrultusunda Doğu Blokuyla da işbirliği yapmaktan ve gerektiği zaman Batı'ya karşı koymaktan çekinmiyorlardı. Dolayısıyla bir süre sonra ABD tarafından demokrasi dışı otoriter rejimlerin desteklenmesi daha makul bir yol olarak görüldü. Oy endişesiyle hareket eden siyasetçiler yerine halkı ikna etmesi gerekmeyen dar bir grubun yönlendirilmesinin daha kolay olduğu açıktır. Bu amaçla demokratik yönetimlerin gerekirse darbeler aracılığıyla işbaşından uzaklaştırılması ülkeleri kontrol yöntemi olarak benimsendi. Meşruiyetlerini halktan alan demokratik usullerle işbaşına gelmiş yöneticiler yerine darbeyle yönetimi ele geçiren cuntalar tercih edildi. 1950'lerden sonra Avrupa'dan Latin Amerika'ya, Afrika'dan Asya'ya neredeyse tüm kıtalarda, pek çok ülkede onlarca askerî darbe ve darbe girişimi yaşandı. Üstelik herhangi bir darbe bir diğeri için adeta örnek ve model teşkil ediyordu.

İdamlar mesajdı

Darbeler yalnızca demokratik yönetimlerin işbaşından uzaklaştırılması anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda, yeniden demokrasiye geçildikten sonra iktidara gelecek yöneticiler için de gözdağı niteliği taşıyordu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın darbe yargılamaları sonrasında idam edilmeleri kendilerinden sonra gelecek siyasetçilere de açık bir mesajdır. Üstelik cunta iktidarı döneminde sisteme yerleştirilen vesayet kurum ve düzenlemeleri demokrasiye geçildikten sonra da darbenin etkisinin sürmesini sağlıyordu.

Türkiye'nin de demokrasi tecrübesi ortaya çıktıktan sonra uluslararası düzlemde yaşanan bu perspektif değişikliğinden etkilendiği görülür. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra yalnız iç siyaseti değil, dış politikayı da ülkenin öncelikleri doğrultusunda yürütmeyi düşündü. Sanayi hamlesinde destek almak için Sovyetler Birliği ile görüşmelere başlanması bu konudaki örneklerden biridir. Menderes, kapsamlı bir kalkınma programı aracılığıyla ülkenin dışa bağımlılığını azaltacak politikalar izlemeye başladı. Bu durum, ABD'nin Türkiye için öngördüğü rolün dışına çıkılması anlamına geliyordu. Söz konusu tavır, askerî darbelerle rejimi değiştirilmesi beklenen ülkeler arasına Türkiye'nin de eklenmesi sonucunu doğurdu. Daha DP iktidara gelir gelmez ordu içinde bazı cunta girişimleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu grupların bir kısmı 27 Mayıs 1960'ta güçlerini birleştirerek yönetime el koydu. Darbenin ABD tarafından desteklenmesi, hatta maaş ödemeleri için darbe yönetimine hemen para aktarılması oldukça dikkat çekicidir. Bu durum bile başlı başına ABD'nin darbe yönetimine verdiği desteğin göstergesi durumundadır. 14 Mayıs 1950'de başlayan süreç Türkiye'de demokratik yönetim anlayışının ilk uygulama dönemine tekabül ediyordu. Henüz demokratik kültürün yerleşmediği bu dönem içinde Demokrat Parti iktidarı tarafından atılan her adımın doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak zaten demokrasinin erdemlerinden biri, yapılan hataların telafisine imkân vermesidir. Aynı zamanda siyasî hataların cezası da seçimler aracılığıyla millet tarafından verilir. Demokrasi aynı zamanda bir öğrenme ve hataları telafi etme sürecidir. Demokratik zihniyetin gelişmesi ve insanların birbirlerine karşı tahammül düzeylerinin artması belirli bir tartışma kültürünün gelişmesiyle mümkündür. İşbaşında bulunduğu sürede Demokrat Parti iktidarının belirli hatalar yapmış olması gayet normal bir durum. Ancak seçimler aracılığıyla bu hataların cezasını verecek olan milletin doğrudan kendisi olmalıydı.

27 Mayıs darbesi Türk demokrasinin on yıllık ilk denemesine sekte vurdu. Muhtemelen kısa süreli demokrasi tecrübesinin yetersizliği nedeniyle halk darbeye nasıl tepki vereceğini bilemedi. Darbe gecesi tüm DP yönetimi ile milletvekillerinin gözaltına alınması organize bir direniş hareketi gelişmesini engelleyen faktörlerden biri olarak görülebilir. Buna karşılık, Menderes ve arkadaşlarına sahip çıkamama düşüncesinin toplumsal hafızada derin bir yara açtığı açıktır. 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında halkın demokrasisine sahip çıkmak için sokağa dökülmesinin ardında Menderes ve arkadaşlarının dramatik sonunun da etkisi olduğu söylenebilir. 14 Mayıs Türkiye'de güçlü bir demokratik kültürün doğması için eşsiz bir imkân doğurmuştu. On yıl sonra, 27 Mayıs 1960'ta bu sürecin bir darbeyle kesintiye uğraması ise Türk demokrasisi için bir trajedi olacaktı.

@heberis

  • demokrasi
  • darbe
  • hamit emrah beriş